Pınar Selek: İstanbul'a özlemimin o kadar büyük bir anlamı kalmadı artık, ama adaletin anlamı var

Pınar Selek: İstanbul'a özlemimin o kadar büyük bir anlamı kalmadı artık, ama adaletin anlamı var
Mısır Çarşısı davasında yargılaması süren sosyolog Pınar Selek, "Adaleti kazanana kadar çalışacağız” dedi.

Mısır Çarşısı davasında 4 kez beraat etmesine rağmen itirazlar nedeniyle yargılanmaya devam eden sosyolog Pınar Selek, davayı “çok kötü yapılmış bir bilim kurgu filmine” benzetti. Bu filmde kendisine de başrol verildiğini söyleyen Selek, “Ama ben bunu reddettim. Bu kötü yönetmenin, kötü senaristin kötü filminde oynamayacağım, dedim. Çünkü ben kendi masalımın yazarı olmak istiyordum” diye konuştu.

Fransa’da yaşayan Selek, Nice Üniversitesi'nde Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi. Selek, ayrıca sivil toplum çalışmalarını da sürdürüyor. İtalya - Fransa Sınır Gözlemevi'nin eş koordinatörü olan Selek, Türkiye’nin en uzun soluklu davalarından olan Mısır Çarşısı davası ve kendisine dair açıklamalarda bulundu.

“Benim hikâyem Türkiye'nin hikâyesinden soyutlanamaz”

T24’den Cansu Çamlıbel’e konuşan Selek’in açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:

“Ben 2006'da ilk beraat olduktan sonra bu iş bitti zannetmiştim. Sonra baktım uzun sürecek. Onu fark ettiğimde daha önce kendime söylediğim "Pınar, ne olursa olsun kimse senin gülüşünü çalamayacak" diye bu sefer daha da güçlü söyledim. Hayata bir kere geliyorsun ve hayata gelişimizin kendisi aslında mucize. Ben de kendime "bu mucizeyi yaşamak istiyorum" dedim. "Çocukken masal gibi bir hayatım olsun" derdim. Bunu kendime hatırlattım. Çünkü ben böyle olmasını istiyorum; hayatı masal gibi yaşamak. Tabii Avustralya'da yaşasaydım bambaşka bir masal olurdu belki. Ama Türkiye'de o masalı kendi kendine belirleyemiyorsun. Duyarlı bir insan da başka insanların hikâyeleriyle de ilgileniyorsun. Türkiye'de doğduğum ve bu başıma gelenleri Türkiye'de yaşadığım için benim hikâyem Türkiye'nin hikâyesinden soyutlanamaz.

“İlk yakalandığımda ‘Acaba bunun arkasında pezevenkler mi var?’ diye düşündüm”

Ben çocukluğumdan beri kapılarımı herkese açıyordum ve insanların hayatına giriyordum. Yani anlamaya çalışıyordum. Önce İstanbul'daki başka insanların hayatlarını anlamaya çalıştım, sonra Türkiye'yi anlamaya çalıştım. Meraklıydım, içlerine giriyordum ve aslında onları anlamaya çalışırken kendimi de anlamaya çalışıyordum. Zaten sosyoloji okumamın nedeni de oydu; kendimi tanımak, toplumu anlamak… Şimdi bu da benim kendi masalımın bir parçası. Sosyolojiyi sadece meslek gibi görmüyorum. Anlamaya çalıştığınızda aslında birilerinin işine çomak sokuyorsunuz. Dolayısıyla da birdenbire böyle pis bir hikâyenin içine düştüm. Önce çok üzüldüm. Ama sonra şöyle düşündüm; ben sokak çocuklarıyla birlikte yaşarken, sokak atölyesi kurduğumda bitlenmiştim. Bu olguların peşine düşüyorsan üstün biraz kirleniyor elbette. Üzerine kafa yoruyorsan ülkenin gerçekleri sana da değecek. Başka bir örnek hayat kadınlarıyla çalıştığım zamanlardan mesela. Onlarla dayanışıyorum, seslerini çıkarmalarına yardımcı oluyorum diye pezevenkler bana saldırdı bir dönem. Hatta ilk yakalandığımda "Acaba bunun arkasında pezevenkler mi var?" diye düşündüm. Böyle zor alanlarda çalışıyordum. Dolayısıyla oralarda başıma bir şey gelmesi bir anlamda normaldi.

“Kötü yapılmış bir bilim kurgu filminin başrolü verildi bana”

Bu komplo öyle bir hale geldi ki ülkenin yakın tarihi içinde devam etti ve çok kötü yapılmış bir bilim kurgu filmine dönüştü. Kötü yapılmış bir bilim kurgu filmi ve o kötü filmin yönetmeni bana bu filmde başrol verdi. Ama ben bunu reddettim. "Bu kötü yönetmenin, kötü senaristin kötü filminde oynamayacağım" dedim. Çünkü dediğim gibi, ben kendi masalımın yazarı olmak istiyordum. Fakat bunu söylemek yetmiyor. Bu filmden çıkmak için kendimi motive ettim. "Bu film beni belirlemeyecek, benim gündemimi, meraklarımı, düşünce özgürlüğümü belirlemeyecek" dedim kendime. Ama tamamen kurtulamadım. Mesela çok tanınmış oldum. Ellerini cebine sokup istediğin yere gidip gelemiyorsun. Fransa'da bile çok çok tanındım.

“Ben sürgün kişisi olmayacağım dedim”

Almanya'da hep şöyle düşünüyordum: Bu iş biter ve İstanbul'a dönerim. Sonra anladım ki bu iş uzun sürecek. O zaman da şunu söyledim kendime: Ben sürgün kişisi olmayacağım, sürgünde gibi yaşamayacağım. Çünkü Almanya'da sürgün kimliğine bağlanmış toplulukları gözlemleme fırsatım oldu. Oysa ben İstanbul'daki Pınar nasılsa öyle yaşamak istedim. Cezaevine girmeden önce sokaklarda kurduğum hayalleri gerçekleştirme çabama devam etmek istedim. Ama ben Almanya'da PEN Yazarlar Kulübü'nün davetlisiydim ve o açıdan hayat koşullarım iyiydi. Kitap yazıyor, sürekli bir yerlere davet ediliyordum. Ama davetliydim, bir nevi misafir yani. Bunun içinde kalmanın sürgün kişisi olmakla aynı şey olabileceğini anladığım anda hepsini "tak" diye bıraktım.

“Ben bekleme insanı olmayacağım, bir nevi itaattir beklemek”

Tam bir tarih veremem ama sanırım 2010'daki ikinci beraat kararına da karşı çıktıklarında fark ettim ki ben ne kadar beraat alsam da bu iş devam ettirilecek. Böyle hissettim ama tabii nedenlerini bilmiyordum. Hâlâ da bilmiyorum aslında. O dönemde kendimce bunun sosyolojik ve siyasal açıklamalarını yapıyordum. Ama artık kendimce yaptığım o açıklamalardan da emin değilim. O yüzden neyi neden yaptıklarından çok ben kendim ne yapacağıma odaklandım. Bu davayı bir şekilde devam ettireceklerini anladığım anda da çok net bir karar aldım: Ben bekleme insanı olmayacağım. Bir nevi itaattir beklemek. Biliyorsun ben uzun süre askerlik çalıştım ve "Sürüne Sürüne Erkek Olmak"ta yazdım bunları. Askerlikte çok bekletirler, itaate alıştırmak olarak gördükleri için. Ben beklemekten vazgeçtim. "Ne zaman dönerim?" duygusunu unutup bugünü yaşamaya karar verdim, yarını bugünden kurmaya. O zaman da başka bir yol çizmeye karar verdim. İlk işim rahat yaşam koşullarıma rağmen Almanya'dan ayrılmak oldu. Çünkü Almanca bilmiyordum. Her yere davet ediliyordum ama konuşmalarımı hep çevirmenler aracılığıyla yaşıyorum. Yani hep bağımlı, hep misafirdim. Dilini konuşabileceğim bir yere gitmek istedim ve o yer Fransa oldu. Son derece pragmatik bir nedenle aldığım bir karardı çünkü ben Fransızca biliyorum. Türkiye'de Fransız okulunda okuduğum için kültürünü biliyorum, edebiyatını biliyorum. Yani "yolumu bulurum" diye düşündüm ve 2011'in aralık ayında Fransa'ya geldim.

Düşün, birilerinin bu davaya tutunmasına rağmen ben tam dört kez beraat ediyorum. Ülkenin hakimleri beni beraat ettiriyor. Demek ki yargının içinde hukuku uygulamaya çalışanlar var. Şimdiye kadar benim dosyamı okumuş olan hiçbir hâkim mahkûmiyet vermedi zaten.

Fransa Dışişleri Bakanı Catherine Colonna bir açıklama yaptı ve onu bakanlığın sitesine koydular. O açıklamada "Bu karar Pınar Selek'in çalışmalarına bir ket vurmaktır" gibi ifadeler var. Tabii beni engeller. Benim Sınır Gözlemevi sorumlusu olarak çalışmalarımın yarısı İtalya'da. Sınır geçişlerini takip edip, kağıtsızlara ulaştığımız en önemli yerlerden biri İtalya. Dolayısıyla da hiçbir yere olmasa İtalya'ya devamlı gidip gelmem lazım. Bunu yapamayacağım için de Gözlemevi'ndeki görevimden ayrılmam gerekecek belki de. Üniversitem açıklama yaptı, meslektaşlarım çağrı yaptı, sosyologlar çağrı yaptı. Benim Fransa'daki çalışmalarımın sonucu yazdığım akademik makaleler bugün üniversitelerde derslerde okutuluyor. Sekiz kitabım Fransızcaya çevrildi. Ben kendimi Fransa'da "bir mağdur" olarak değil, yaptığım çalışmalarla kabul ettirdim. Bu kolay değildi ama başardım. Türkiye'deki mahkemenin kararının burada bu kadar tartışma yaratmasının sebebi olayın akademik özgürlüğe bir engel olarak görülmesi.

“İstanbul'a özlemimin o kadar büyük bir anlamı kalmadı artık, ama adaletin anlamı var”

(2012'de "İlk aşkım İstanbul mutlaka döneceğim" sözleriyle ilgili) O cümleyi şimdi değişik kurabilirim. Mekanlar hızla değişiyor, ben kendi İstanbul'umu yanımda götürdüm, o da benimle birlikte yolculuk ediyor. Ayrıca özlesem ne olacak. Şu anda on binlerce insan ölüyor. O kadar çok acılar yaşanıyor ki Türkiye'de, o kadar çok insan cezaevinde ki, o kadar çok insan o kadar büyük sıkıntılar yaşıyor ki… Benim İstanbul'a özlemimin o kadar büyük bir anlamı kalmadı artık. İstanbul'u özlemişim, özlememişim, nerede yaşamışım… kadar trajedinin yaşandığı bir ortamda benim özlemimin anlamı yok. Ama adaletin anlamı var. Türkiye ve dünya açısından çok derin bir adalet meselesi var.

“Adaleti kazanana kadar çalışacağız”

"Adaleti kazanana kadar çalışacağız!" derim. Dikkat ediyorsan "biz" diyorum. Çünkü bu dava beni çoktan aştı. "Çalışacağız" diyorum çünkü hukuk mücadelesine inanıyorum. Ben hukukçu çocuğuyum. Sadece babam değil, dedem de hukukçuydu. Kız kardeşim benim için hukukçu oldu. Ayrıca birbirinden değerli avukatlarım var. 25 senedir bir an bile bizi yalnız bırakmayan, davayı kendi davaları gibi benimseyen avukatlar. Birlikte başaracağız. Karıncalar gibi çalışa çalışa...” (Kısa Dalga)