Türkiye'de akademinin karnesi: Nitelik gittikçe düşüyor
Boğaziçi Üniversitesi'nde 50 gündür süren protestolar, Türkiye'deki öğrenci ve akademisyenlerin taleplerini, akademik özgürlükler konusunu ve üniversite kadrolarındaki nitelik tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Yükseköğretim üzerine yapılan araştırmalar, Türkiye’deki üniversitelerin akademik performanslarının dünya standartlarının altında kaldığını, son yıllarda yapılan bilimsel yayınların uluslararası alanda etki değerinin düştüğünü ve öğrenciler ile akademisyenlerin üniversitelerinden duydukları memnuniyetlerinin azaldığını gösteriyor.
DW Türkçe, Türkiye’nin akademik karnesini mercek altına aldı.
İlk 500’de sadece bir üniversite
ODTÜ bünyesinde faaliyet gösteren ve dünyadaki üniversitesi akademik performanslarına göre sıralayan URAP’ın verilerine göre, Türkiye, akademik performans açısından dünya standartlarını büyük ölçüde yakalayamıyor.
Kurumun 2020-2021 yılına ait dünyadaki ilk 500 üniversite sıralamasına Türkiye’den girebilen tek üniversite Hacettepe Üniversitesi. Onu sırasıyla, 632’nci sıradaki İstanbul Üniversitesi, 725’nci sıradaki İstanbul Teknik Üniversitesi ve 751’inci sıradaki ODTÜ izliyor. Boğaziçi Üniversitesi ise 1096’ncı sırada.
URAP’ın dünyadaki üniversiteleri sıralarken göz önünde bulundurduğu ölçütler, üniversitelerin ürettiği ve uluslararası dergilerde yayımlanmış bilimsel yayınlar ile bunların etki değerleri.
"Uluslararası bir dergide yayın sahibi olmak neden önemli?" sorusunu yönelttiğimiz URAP Koordinatörü Ural Akbulut şu yanıtı veriyor:
"Bunu şu şekilde düşünün: Siz bir şey bulmuş olabilirsiniz. Ancak sadece siz biliyorsunuz. Eğer bunu duyurmazsanız, dünyaya hiçbir faydası yok. Eğer makaleniz uluslararası bir yayında yayınlanırsa, dünyadaki diğer bilim insanları da o konuya yoğunlaşabilir. Doğrularını ve yanlışlarını eleştirirler. Bilgiyi paylaşmış, büyütmüş olursunuz. Performans kıstası budur."
DW Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Akbulut, Türkiye’nin sıralamalarda yükselemeyişinin en önemli nedenlerden biri olarak "etki değeri yüksek dergilerde az sayıda makale bulunmasını” göstererek, "Bilimsel çalışmalar eğer dünya çapında duyulmazsa, onun herhangi bir değeri olmaz" vurgusu yapıyor.
Gerçekten de Türkiye’deki bilimsel yayınların, yayınlandıkları bilimsel etki değeri sıralamasındaki yeri de oldukça gerilerde.
Akademik çalışmaların yer aldığı uluslararası yayınlar, etki değerine göre Q1, Q2, Q3 ve Q4 olmak üzere dört gruba ayrılıyor. Q1 kategorisi, etki değeri en yüksek dergileri kapsarken Q4 kategorisindekiler etki değeri en düşük dergiler. Q1 kategorisindeki dergilerde yayımlanan çalışmalar daha çok atıf alırken, yani diğer çalışmalarda daha çok referans gösterilirken Q4 kategorisindeki yayınların durumu, bunun tam tersi.
Türkiye’de yılda ortalama 35 bin civarında bilimsel makale yayımlanıyor. Bu sayı özellikle yeni üniversitelerin açılmasıyla geçmiş yıllara göre gözle görülür ölçüde artsa da URAP’ın verilerine göre, 2020 yılında içlerinden yalnızca yüzde 21,7’si etki değeri yüksek dergilerde (Q1) yayınlandı.
Bu oran, örneğin, Hollanda’da yüzde 58,9, İngiltere’de yüzde 55,9 iken ABD'de yüzde 53,3 düzeyinde. Türkiye’de Q4 kategorisindeki dergilerde yayınlanan çalışmalar ise yüzde 30’un üzerinde.
"Dünya ortalaması daha çok artıyor"
Peki, çalışmaların sayısı artarken, Türkiye neden dünya sıralamasında daha üst sıralara yerleşemiyor? Yükseköğretim üzerine araştırmalar yapan Üniversite Araştırmaları Laboratuvarı (Uni-AR) Koordinatörü Prof. Dr. Engin Karadağ’a göre, bu sorunun yanıtını sadece akademik yetersizliklerde aramak doğru değil.
DW Türkçe’ye konuşan Karadağ’a göre bilimsel yayınların artması olumlu bir gelişme; ancak Türkiye’de kaliteye yeteri kadar önem verilmediğinden dünya sıralamasında oldukça gerilerde kalınıyor:
"Biz ne kadar yayınımızı artırsak da dünya ortalaması bizden daha çok artıyor. Hızlanırken geriye düşüyoruz. Kalite meselesinde ise daha geriye düşünüyoruz. Üniversitelerde atama yönetmeliklerimiz hep sayılar üzerine. Artık bunun tam tersi olmalı. Biz akademisyenler, kalite yerine sayıya odaklanıyoruz. Ancak artık kaliteye odaklanmamız gerekiyor."
Yeni atanan rektörlerin bilimsel makaleleri
Nitelik tartışması sadece bilimsel yayınlara özgü değil. Rektörlerin akademik yeterliliği konusundaki tartışmalar, Boğaziçi Üniversitesi'ndeki akademisyenlerin "üniversitenin niteliklerine uymuyor" diye eleştirdiği Melih Bulu’nun, kurumun rektörlük koltuğuna atanmasıyla yeniden gündeme geldi.
2021’in Şubat ayında yeni atanan 11 rektörün uluslararası yayın ve aldığı atıflara bakıldığında söz konusu rektörlerin ortalama altı yayını olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Tüm dünyadaki araştırma, makale ve atıflarının toplandığı kapsamlı bir veri tabanı olan Web of Science üzerinden bakıldığında, hiç yayını olmayan veya bir yayını olan rektör sayısı yedi iken, söz konusu 11 rektör arasında hiç atıfı olmayan veya yalnızca tek atıf almış altı rektör var.
2019 yılında yaptığı bir araştırmada 71 rektörün uluslararası atfı olmadığını, 68 rektörün ise hiç uluslararası yayını bulunmadığını ortaya koyan Prof. Dr. Engin Karadağ, "Burada karşılaştırma yaparken atanan rektörün ne kadar bilimsel makalesi olduğuna değil, atandığı üniversitenin ilgili fakültesindeki akademisyenlere göre nasıl bir performans sergilediğine bakmak gerekir. Türkiye’de gerçekten çok nitelikli rektörler var. Ancak olmayanlar da var. Hatta bunun daha yaygın olduğunu görüyoruz" diyor.
İdari görevleri bulunan rektörlerde akademik yeterliliğin neden önemli olduğu sorusunu yönelttiğimiz, ODTÜ’de rektörlük görevi de yapmış olan Prof. Dr. Ural Akbulut, şöyle diyor:
"Rektörler tapu dairesini yönetmeleri için o koltuklara getirilmiyor. Rektörler, üniversiteyi dünyanın en iyileri arasına sokmakla da yükümlü. Dolayısıyla kendisi bilimsel yayın yapmamış olan ya da atıf almamış olan insanın, bunu yapması mümkün değil. Üniversitenin hangi alanlarda atılım yapacağını kavramanız lazım. Siz bilim insanı değilseniz, bunu nasıl anlayacaksınız, hangisine destek vereyim hangisine destek vermeyeyim… Bilimsel yanı zayıf olan rektörün bir üniversiteyi yüksek standartlarda bilimsel bir kurum haline getirmesi dünya çapında mümkün değildir."
Akademide "kadrolaşma çabaları"
Hem rektörlerin akademik olarak yeterli olup olmadığı tartışmasının hem de bilimsel yayınların kalitesindeki düşüşün temelinde "akademideki kadrolaşma sorunu" olduğunu söyleyen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Dr. Mustafa Görkem Doğan’a göre "Dünyada bilim yapılabilmesi için kriterler belli; emirle iş yapılan bir yerde bilim olması mümkün değil."
Kültürel iktidar arzusundan dolayı üniversitelerde kadrolaşmaya çalışan bir ekip olduğunu dile getiren Doğan, "Kendi insanlarını, akademik yeterlilik ve liyakata bakmadan atamaları gerekiyor. Çünkü gerçekten yeterlilikleri yok. Burada temel sorun değerlerin benimsenmemiş olması. Üniversiteler diploma ve sertifika dağıtılan yerler değildir. Üniversiteler, özellikle 19'uncu ve 20'nci yüzyılda önemli sosyal dönüşümlerde rol oynamıştır. Bunu içselleştiremeyen bir ekip var" tespitini yapıyor.
Liyakat ve dil sorunu
Aslında Yükseköğretim Kurulu (YÖK) şeffaflık ve liyakat konusunda bazı adımlar atmaya hazırlanıyor. 11 Şubat'ta kamuoyuyla paylaşılan "Akademik Kariyer-Liyakat Platformu" tanıtım toplantısında konuşan YÖK Başkanı Yekta Saraç, "Yeni YÖK olarak kaliteyi, şeffaflığı ve liyakati önceleyerek yeni ve yenilikçi çalışmalarımıza devam ediyoruz. Akademideki atamalara ilişkin şikayetlerin ancak şeffaflık ve liyakati önceleyerek çözülebileceğini, önümüzdeki günlerde liyakat ve ehliyeti öne çıkaracak yeni kararlar alınacağını da ifade etmek isteriz" dedi.
Öte yandan YÖK Başkanı Saraç, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı bir açıklamada, akademik ünvan alırken yabancı dil bilme şartına ilişkin de bir takım değişiklikler yapılabileceğinin sinyalini verdi. 2018 yılında yapılan son değişiklikle birlikte, doçentlik ünvanı alabilmek için dil sınavından alınması gereken asgari dil barajı 65’den 55’e düşürülmüştü. Bu düzenleme, dil bilmeyen daha az nitelikli akademisyenlerin istihdam edildiğine yönelik eleştirilere neden olmuştu.
DW Türkçe’ye konuşan Doğan’a göre de bu tip düzenlemelerin altında yine kadrolaşma gayesi var. Yabancı dil kriteri konusunun çözülmesi zor bir konu olduğunu söyleyen Doğan, "Giderek daha kolay sınavlar yapılıyor. Fakat bu yabancı dil konusu, kadrolaşmadaki en büyük engel olarak gözüküyor. Kadrolaşma ihtiyacından ötürü akademik kriterlerle sürekli oynanıyor. Örneğin rektörlük atamalarında, profesörlerin beş yıl bekleme süresi vardı. Bu değiştirildi. Rektör yapmak istedikleri birini, hızlıca rektör yapabilmek için bu tür değişiklikleri yapıyorlar. Akademik yeterliliği olmayan insanları alacaksınız ama herkesi de almamanız lazım. Uygulamaların nedeni bu" değerlendirmesini yapıyor.
Öğrenci ve akademisyen memnuniyetinde azalma
Yaşanan tüm bu sorunlar memnuniyet anketlerine de yansımış durumda.
Uni-Ar’ın ülke genelindeki 192 üniversiteden 39 bin öğrenciyle yaptığı Türkiye Üniversite Memnuniyeti Anketi’ne göre öğrencilerin, öğrenim deneyiminden, akademik destek ve ilgiden ve kurumlarının yönetimi ile işleyişinden duydukları tatmin son yıllarda önemli ölçüde azaldı.
Aynı şekilde Türkiye genelinde 16 bin 624 akademisyenle yapılan "Akademik Ekoloji: Akademisyenlerin Gözünden Üniversiteler" araştırması da akademisyenlerin büyük bir bölümünün üniversitelerinin yönetiminden memnun olmadıkları gibi, yoğun şekilde tükenmişlik hissi ve mutsuzluk yaşadıklarını, üniversitelerine aitlik ve bağlılık hissi beslemediklerini ve kendilerini "orta seviyede akademik olarak özgür" olarak tanımladıklarını gösteriyor.
Akademideki sorunların çözümü için YÖK, Ocak başından bu yana bir dizi projeyi kamuoyuna duyurdu. Bunlar arasında eğitim ve öğretimde dijital dönüşüm çalışmaları ile Anadolu’daki üniversitelerin "kıdemli üniversiteler" ile eşleştirilmesi gibi yeni adımlar var.
Deniz Barış Narlı / Deutsche Welle Türkçe
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.