Türkiye’de faiz tartışmaları

Türkiye’de faiz tartışmaları
Yüksek ve düşük reel faizin etkileri farklıdır. Yüksek faizin yatırımları düşürme, sistematik riski artırma ve finansallaşmayı yaygınlaştırma riskleri vardır. Düşük faizin de sermaye eşitsizliğini hafifletme, borçlanmanın maliyetini düşürme, sermaye piyasalarına giriş kolaylığı sunma gibi faydaları vardır. Türkiye’de izlenen düşük faiz politikasının makul sınırları aşıldığından dolayı düşük faizin beklenen olumlu etkileri görmek mümkün olmadı.

İktidar partisinin irrasyonel faiz politikasının düşünsel kronolojisini takip etmek zor olabilir. Fakat faizi düşürme eğilimini 2015’ten itibaren, özellikle “faiz sebep-enflasyon netice” ifadesi ile başlayan süreçte daha net görebiliyoruz. Başkanlık sistemine geçilmesi ile birlikte oluşmaya başlayan merkezi/otoriter politik yapı bu politikayı daha hızlı ve somut bir şekilde uygulamaya başladı. Bazen bu politikadan kısmi ve zorunlu sapmalar olsa da ana eğilim faizi düşürmek yönündeydi. Eylül 2021-Haziran 2023 tarihleri arasında bu politika sürekli uygulandı. Yani, yaklaşık iki yıl içinde politika faiz oranı bazen sabit tutulsa da üst üste 9 kez indirildi (%19’den %8.5’a indirildi). Fakat bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan döviz kuru atakları başladığında, bunu engellemek için devletin döviz kuru riskini üstüne aldığı kur korumalı mevduat (KKM) denilen yeni bir finansal ürün devreye sokuldu. Bu, kısmen de olsa döviz talebini sınırlandırdı. Bu yazıda bu faiz politikasının hem uygulama biçimini hem de teorik olarak tartışmak istiyorum.

Her şeyden önce irrasyonel faiz politikasını KKM olmadan anlamanın zor olacağını düşündüğümü belirterek başlamak isterim. KKM, faiz politikasının olmazsa olmaz unsurudur. Bunu, KKM’nin politika faizinin düşürülmeye başlandığı 2021 yılının Eylül ayından hemen sonra, yani yaklaşık 2-3 ay sonra (Aralık ayı) hemen devreye sokulmasından da görebiliriz. İrrasyonel faiz politikası ve KKM karşılıklı birbirini tahkim eden bir paket programdır ve birbirlerinden ayrıştırılarak analiz edilemezler. KKM, faiz politikasının yaklaşık 2 yıl sürmesine neden oldu, aksi takdirde dövizi dizginlemek çok daha zor olurdu ve düşük faiz politikasından çıkış kaçınılmaz hale gelirdi. KKM, Latin Ameri ülkelerinde de sıkça gördüğümüz gibi, kötü makro politikaların bir bedeli olan döviz kuru boyunduruğunu kısmi ve geçici olarak esnetmeyi amaçlayan ürünlerden biridir. İktidarın döviz kuru üzerinde baskı kurmasını (rezerv satışları ile birlikte) kolaylaştırdı ve seçime kadar zaman kazanmasına neden oldu. Bu yüzden, bu politikayı seçim rasyonalitesinin bir uzantısı görmek anlamayı daha bütüncül kılacaktır. Bu yanıyla, KKM, seçimleri kazanmak için ucuz kredi kanallarına ihtiyacı olduğunu düşünen bir iktidarın izlediği faiz politikasını sürdürülebilir kılan bir politik-finansal üründür.

Bu süreç içinde irrasyonel faiz politikası ile ortaya çıkan iktisadi durumların bazılarını özetlemek gerekirse:

i) bu dönemde enflasyon hızlı bir şekilde yüksek bir düzeye ulaştı (TÜİK rakamları ile %80’leri gördü), bu da reel ücretlerin düşmesine neden oldu. Bu yüzden, negatif reel faiz ile reel ücretler arasında negatif bir ilişki ortaya çıktı.

ii) büyüme belli bir düzeyi yakalasa bile sürdürülebilirliği zayıfladı ve niteliği bozuldu (tüketim ağırlıklı bir büyüme oldu).

iii) varlık fiyatları bozuldu ve dolayısıyla servet eşitsizliği arttı; faiz politikasının devreye girdiği bir yıl içinde konut fiyatları yaklaşık %200 arttı.

iv) cumhuriyet tarihinde görülmeyen ve ancak kölelik sistemlerinde görebileceğimiz hız ve düzeyde emeğin toplam gelirden aldığı pay düştü; sadece bir yıl içinde yaklaşık 6 puanlık bir azalma oldu (%33’den %27’ye düştü).

v) dış ticaret açığı cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı, 2022 yılı içinde 120 milyar dolara yakın bir dış ticari açığı oluştu.

vi) ucuz krediler zombi şirketlerin verimsizliklerini sürdürmelerine ve adaptasyon yeteneklerini de kaybetmelerine neden oldu. 2021 yılında yayınlanan IMF raporunda ifade edildiği üzere zombi şirketler açısından Türkiye dünyada birinci sıradaydı. Buna göre, halka açık olmayan şirketlerin yaklaşık %14’ü finansal giderlerini dahi karşılamayacak düzeyde.

vii) bu süreç boyunca istihdamda nispi bir iyileşme görüldü. Bu konuya aşağıda geri döneceğim.

Makul faiz politikası

Mevcut iktidarın faizle kurduğu ilişki çok katmanlı bir ilişkidir. Bu ilişkide izlenen düşük faiz politikasını meşrulaştıran unsurlar olduğu gibi, iktisadi ilişkilere dönük beklentileri ve hedefleri de söz konusudur. Fakat faizin düzeyi ve etki alanı o kadar da “açık arazi” ufkuna sahip bir konu değildir, bunu iktisat literatüründeki tartışmalardan da biliyoruz.

Ünlü iktisatçı M. Keynes normal koşullarda düşük faiz düzeyini desteklemiştir. Düşük faizin sermayenin ötenazisi olduğunu ve finansın sermaye kıtlığından faydalanarak baskıcı gücünün bitmesi gerektiğini belirtir. Buna göre, reel faizin sıfıra yaklaşması sermaye bolluğu ve dolayısıyla daha yüksek bir istihdam anlamına gelir. Bu durumda, yatırım düzeyini faiz oranı değil, efektif talep belirlemiş olacaktır. T. Pikkety de ortalamada sermaye kazançlarının (faiz, kar ve kira) büyüme oranından daha yüksek olması durumunda kapitalistin lehine gelir ve servet artışı yaratacağını belirtir. Bu da emeğin payının azalması ve sermayenin payının artması anlamına gelir, yani bu anlamda Piketty de finansal getirinin veya faiz oranının düşük olması gerektiğini ifade eder.

Fakat burada düşük faiz düzeyinin ne olduğunu ifade etmek gerekir. Keynes ve Piketty’nin kafasındaki faiz oranları reel faiz oranıdır, bu da çoğu zaman düşük ve pozitif bir düzeydir (Keynes için sıfıra yakın olması daha iyi bir durumdur). Başka bir deyişle, istikrarlı bir ortamda ve uzun dönemde belli bir patikaya oturan düşük reel faizin olumlu etkilerinden bahsederler. Bunun da özellikle sermayenin aleyhine olacağını da belirtirler. Oysa Türkiye’de izlenen faiz politikası ifade edilen durumun tersine büyük sermayenin (büyük reel ve finansal şirketlerin) işine yaradı. Yani bu süreç, finansal ve finansal-olmayan büyük firmaların geçmişte görülmemiş düzeyde karlar elde etmelerine neden olduğu gibi, makro istikrasızlığın (özellikle enflasyon) kaynağına dönüşerek toplumun önemli bir çoğunluğun aleyhine sonuçlar üretti.

Ünlü Post-Keynesyen iktisatçı M.Kalecki faiz düzeyinin özellikle yatırım kararlarında belirleyici olmadığını düşünür, yatırımın kendi kendisini finanse edeceğini belirtir (yatırım yapmak sonuçta daha fazla kar etmek için ilk adımdır, bu da daha fazla iç finansman demektir). Fakat Kalecki’nin kafasındaki faiz oranı da büyük oranda makul düzeyde bir reel faiz oranıdır. Yine Post-Keynesyen bir iktisatçı olan M. Lavoie iktisat politikalarında kritik olanın reel faiz olduğunu belirtir. Bunun da pozitif ve makul düzeylerde olmasının önemine dikkat çeker. Benzer bir bağlamda, T. Palley de minimum işsizlik düzeyini sağlayacak bir enflasyon düzeyine razı olmamız gerektiğini belirtir, bu da yaklaşık %3-6 arası bir düzeydir. Dolayısıyla buna uygun bir faiz politikası izlenmesi gerektiğini belirtir. Diğer yandan, H. Minsky ise daha çok, düşük faiz düzeyinin problemleri üzerinde durur, yani faiz oranındaki düşmenin aktörlerin risk algısında azalmaya ve dolayısıyla daha fazla kötü yatırımlara neden olacağını ifade eder. Bu yanıyla, Türkiye’de izlenen faiz politikası ile oluşan gayrimenkul ve borsa balonlarını düşününce bir ölçüye kadar açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Gerçi ülkedeki reel faiz düzeyinin Minsky’nin de havsalasını aşan bir düzeyde olduğu açık.

Genel anlamda iki tür faiz oranı olduğunu düşünebiliriz. Bunlardan biri, daha ekzojen olan merkez bankası politika faiz oranı iken, diğeri piyasada belirlenen ve daha endojen olan piyasa faiz oranıdır. Piyasa faiz oranı çok sayıda değişken tarafından belirlenir; finansal aktörlerin gücü, sermayenin getirisi (kar oranı) ve sermaye akımları gibi. Politika faiz oranı piyasa faiz oranını, piyasa faiz oranı da politika faiz oranını belli bir ölçüye kadar etkiler, yani birbirinin belirlenmesinde dikkate alınır. Başka bir ifadeyle, politika faizinin ekzojenliği piyasa faiz oranını daha ekzojen yaparken, piyasa faiz oranının endojenliği de politik faizini daha endojen yapar. Yani ne politika faiz oranının ekzojenliği tam olarak ekzojen ne de piyasa faiz oranının endojenliği tam olarak endojendir. Her iki değişken de birbirini etkiler. Genel anlamda ana akım iktisatçı ve merkez bankacıların dikkate aldığı “Taylor kuralı” yaklaşımı da aslında politika faizini endojen yapmaya çalışan bir mantığı içerir. Nitekim uzun bir süredir politika faiz oranını politik iradenin belirlediğini (normal koşullarda bu merkez bankası olur) ve bunun da piyasa faizlerini etkilediğini gördüğümüz gibi, Mayıs 2023 seçimleri sonrası piyasadaki durumun da merkez bankasının politika faizini yükseltmeye zorladığını gözlemliyoruz.

2008 global kriz sonrasında faiz oranlarına dönük geçmişte çokça karşılaşmadığımız bir takım gelişmeler söz konusu oldu. Bazı merkez bankaları (Avrupa Merkez Bankası, Japonya, İsveç, Danimarka ve İsviçre merkez bankaları dahil) nominal borç alma faizlerini sıfırın altına çektiler. Bunun yanında, Avrupa’da birkaç ülkede tahvillerin nominal faizleri dahi negatif oldu. Ve global krizden beri hala çok sayıda ülkede reel faizler negatif olmaya devam etmektedir. Gerçekte, negatif reel faiz oranları bu yoğunlukta olmasa da, tarihsel olarak karşılaştığımız bir durumdur; genel anlamda enflasyon nominal faiz oranlarını aştığında ortaya çıkar. Bu yüzden, reel faiz, iktisatçıların sonradan ortaya çıkan anlamında “ex-post” dedikleri fiyatlardan biridir. Örneğin, 2021'in sonlarında, ABD’de manşet enflasyonu %6'nın üzerinde ve Fed faiz oranı sıfıra yakınken, reel faiz oranı kabaca eksi %6’ idi. Japonya’da ise politika faiz oranı enflasyonun sıfıra yakın seyretmesinden dolayı uzun bir süredir negatif olarak belirlemektedir, bu da yaklaşık yüzde eksi 0.1 gibi bir düzeydir.

Türkiye’de 2021 yılından itibaren uygulanan faiz politikası ile oluşan negatif reel faiz oranı düzeyi hem tarihsel olarak da hem de mevcut örnekleri ile kıyaslanmayacak düzeydedir. Bu durum, savaş ve kriz dönemleri (örneğin Alman hiperenflasyonu (1919-1923) hariç reel faizin dünya tarihinde (bildiğim kadarıyla) gördüğü en yüksek negatif reel düzeylerinden biridir. Bu yüzden, 2021 yılının sonundan itibaren nominal faizin enflasyonla bağını koparan bir faiz politikası irrasyonel olarak nitelendirilmeyi hak ediyor. Özellikle KKM’nin verdiği destekle bu politikaya devam edildi, nitekim bir ara reel faiz oranı eksi %70 civarındaydı. Dönem boyunca %40-50 düzeyinde kaldı. Tabii bu, döviz kuru üzerinde ciddi baskı oluşturdu. KKM bir yanıyla döviz kuru üzerinde oluşan bu baskıyı hafifletirken, diğer yandan iktisadi politikanın neden olduğu irrasyonaliteyi yaygınlaştırdı ve derinleştirdi. Buna rağmen ne rezervlerin satışı ne de KKM döviz kurunun dönem dönem patlamalı bir şekilde hareket etmesine engel olamadı. Çünkü KKM sadece iç döviz talebini sınırlamada etkili oldu, oysa döviz kuru üzerindeki en büyük baskı "döviz havuzunun” dışarıya doğru sızıntı vermesiydi, yani cari açık ve dış borç ödemeleri içerdeki dövizi tüketmeye devam etti. Döviz kurundaki hareketliliğin aslında daha da artmasını engelleyen en önemli unsurun dış sermayenin daha önce çıkış olmasıdır. Bu, ani duruş dediğimiz (yani sermaye girişinin durması ve/veya aniden çıkması) durumun oluşmasını engelledi. Aksi takdirde döviz kurundaki aşırı oynaklığı ne KKM engelleyebilirdi ne de rezerv satışları.

Bu anlamda, bizim gibi uluslararası para hiyerarşisinde ilk sıralarında yer almayan ülkelerde, yani kendi ulusal parası ile ticaret yapamayan ve rezerv parası olmayan ülkelerde, faiz politikasının en önemli etkisi döviz kuru üzerinden gerçekleşir. Hatta ülkede kriz olduğunda, diğer gelişmiş ülkelerin tersine, ilk verilen tepki genel anlamıyla faizlerin düşürülmesi değil, yükseltilmesi şeklindedir. Bunun temel sebebi de sermaye akımlarının çıkışını engelleyerek döviz kurundaki dalgalanmaları hafifletmektir. Bu da reel ekonomi üzerinde yıkıcı bir etkide bulunur. Tabii bunu ülke için yıkıcı bir ilişki ağına çeviren faktör büyük oranda dış sermaye bağımlılığıdır. Bu durum ülke için veri iken, negatif reel faiz politikası bir tür intihardır.

Ülke tarihinde, birkaç farklı arz şokları dışında, döviz kurundaki değişimler büyük oranda enflasyonun ilk nedenidir. Çünkü makroekonomik dengesizlikler kendini büyük oranda ve ilk önce döviz kuru üzerinden gösterir. Kronik ve yüksek cari açık, üretimin ithalat bağımlılığı, yüksek dış borç ve dolarizasyondan dolayı ülke ekonomisi döviz kurundaki değişimler karşısında ciddi sorunlarla karşı karşıya kalır. Son dönemlerde bu göstergelerdeki kötüleşme daha da artmış durumdadır. Toplam mevduatın %40’ının üstünde döviz olması (KKM hariç), dış borcun tamamı, kamu iç borcunun önemli bir kısmı, büyük kamu projelerine verilen döviz garantileri ve şimdi de yerel para mevduat getirisinin de döviz kuruna endekslenmesi (KKM) gibi çok sayıda faktör ülke ekonomisinin dövize duyarlılığını ciddi anlamda yükseltmiştir. Ülkede neredeyse tüm fiyatlar ve getiriler döviz kurunun etkisi altındadır. Bu yüzden, irrasyonel faiz politikası ile birlikte, KKM’in devreye sokulması dâhil, regülatif tedbirlerin neredeyse tamamı döviz kurunun dizginlemesi üzerine inşa edildi. Bir ülkede bir fiyatın kontrol edilmesine dönük bu kadar emeğin, zamanın ve kaynağın israf edildiği çok zor görülür.

Yukarıda da ifade ettiğim gibi, irrasyonel faiz politikasının etkisini gösterdiği iki temel değişken enflasyon ve işsizlik oldu. Yani aslında ortak bir değişkenden (faiz oranı) etkilenen diğer iki değişkenden (enflasyon ve işsizlik) bahsediyoruz. Faiz oranı bu iki değişkeni farklı kanallar üzerinden etkiledi. Enflasyonu döviz kuru ve kredi kanalı (artan maliyet ve talep) üzerinden etkilerken, işsizliği de artan enflasyonun reel ücretleri düşürmesi ile etkiledi. Yani işsizliği düşüren enflasyon oldu. Bu yanıyla, iktisatçıların sıklıkla iki değişken (enflasyon ve işsizlik) arasında kurduğu ilişkinin nedensellik yönü de değişmiş oldu. Normalde işsizliğin düşmesi talep artışına ve dolayısıyla enflasyona neden olması beklenirken, şimdi enflasyonun kendisi reel ücretleri düşürerek işsizliği kısmi de olsa düşürdü.

Enflasyonun işsizliği sınırlandırması ve kısmi olarak istihdamı artırması üzerinde de biraz durmak gerekir. Her şeyden önce ülkedeki işsizliğin çok yapısal nedenleri olduğu açık. Uzun bir süredir yaklaşık %8-%12 bandında olan bir işsizlikten bahsediyoruz. Büyümenin en yüksek olduğu dönemlerde dahi işsizlikte önemli bir gerileme söz konusu olmadı. Bunu irrasyonel faiz politikası ile belirgin bir şekilde azaltmanın da çok zor olduğu görülüyor zaten. Düşük faiz politikasının uygulamaya geçtiği Eylül 2021 tarihinden Ağustos 2023 tarihine kadar geçen iki yıllık sürede işsizlik oranı %11.5’den %9.2’ye düştü. Bunda büyümenin pozitif etkisinin yanında, başlangıç işsizlik oranın yüksek olması ve yüksek kamu istihdam artışı (artan istihdamın yaklaşık %10’u kamu istihdamından geldi) önemli rol oynadı. Fakat bence daha kapsayıcı bir işsizlik göstergesi olan atıl işsizlik oranında (çalışma potansiyeli olanlar ve yarı-zamanlı çalışanlar dahil edildiğinde) bu süre zarfında artış oldu (%21.9’den %23’e). Sonuç olarak, irrasyonel faiz politika ile istihdam sınırlı artsa da, düşük ücretle çalışan, emek yoğun, verimsiz, katma değeri düşük ve gelir dağılımı daha da bozulan bir yapı ortaya çıktı.

Değerlendirme

İktisatçıların sıklıkla belirttikleri gibi, yüksek ve düşük reel faizin etkileri farklıdır. Yüksek faizin yatırımları düşürme, sistematik riski artırma ve finansallaşmayı yaygınlaştırma riskleri vardır. Düşük faizin de sermaye eşitsizliğini hafifletme, borçlanmanın maliyetini düşürme, sermaye piyasalarına giriş kolaylığı sunma gibi faydaları vardır. Türkiye’de izlenen düşük faiz politikasının makul sınırları aşıldığından dolayı düşük faizin beklenen olumlu etkileri görmek mümkün olmadı.

Faizin sürekli bir şekilde kredi artışına koşulması iktidarın zaman içinde edindiği en kolaycı iktisadi yöntem oldu. Bu da uzun dönem kırılganlıkları gizlediği gibi, iktidarın üretime dönük daha yapısal politikalara yönelmesini öteledi. Faiz üzerinden kredilere, oradan da büyümeye kurulan ilişkinin niteliği ve boyutu konusunda da ciddi bir analitik çerçevenin yokluğu iktidarın faize gereğinden fazla önem vermesine neden oldu. Bu yüzden, iktidarın fiyatı (politika faiz oranını) merkezi olarak belirleme kolaycılığı ile bu kararın sonuçlarını piyasaya havale edilmesi gibi iki negatif tercih aynı anda gerçekleşti. Birinde dar ufuklu politik tercih etkili iken, diğerinde sosyal refahın ötesinde mevcut durumdan faydalanan piyasa aktörlerin tercihleri etkili oldu. Kısaca, politik amaçlarla ucuz kredi sunan iktidar, piyasa aktörlerine parayı istediğiniz gibi kullanabilirsiniz de diyebiliriz.

Düşük politik faiz politikası, daha önceki bir yazımda da ifade ettiğim gibi, kredi faizlerini baskılamayı amaçladığından bu bir tür “finansal baskılama” biçimidir. Finansal baskılama aslında kalkınmacı bir politika izleyen Asya ülkelerinin stratejilerinden biriydi. Bu politikanın ülkelerin kalkınmasında ciddi katkıları oldu. Bu sayede, faiz geliri ile yaşayan rantiye bir sınıfın oluşması engellendi, bunun yerine alt yatırım ve sanayi üreticisi sübvanse edildi. Aynı zamanda istikrarlı ve rekabetçi bir kurla ihracat teşvik edildi. Sermaye kontrolleri diğer bir finansal kontrol alanı oldu. Aynı zamanda spekülatif finansal akımların tahrip edici etkileri azaltıldı. Ve enflasyon düşük bir düzeyde tutuldu. Fakat bunların hiçbiri Türkiye’de olmadı. Döviz kuru belirsizliği alabildiğine yaygınlaştı, sermaye hareketleri son dönemde tükenene kadar ciddi tahribat kaynağı oldu ve kredilerin selektif bir niteliği olmadığından üretken olmayan alanlara yöneldi. Bu yüzden, Türkiye’de büyümenin temel karakteristiği planlı olmaktan çok finans döngüseldir.

Eğer daha sağlıklı bir büyüme yapısı için merkez bankası fonları kullanılması gerekiyorsa bence kullanılabilir, bu bir tabu değildir. Merkez bankalarının uzun dönemli kredi verme koşulu ile fonlama yapabileceğini düşünüyorum. Bu opsiyonu artık Fed’in de itiraz etmeyebileceğini eski Fed Başkanı B. Bernanke de ifade ediyor. Nitekim bunu İngiltere Merkez Bankası uyguladı, hane halklarına ve finansal olmayan işletmelere verdikleri kredileri artıran bankalara dört yıla kadar %0,25 gibi düşük bir oranla fon sağladı. Bu program birkaç kez genişletildi, Ocak 2018'de kapatıldı ve ardından pandemide değiştirilmiş biçimde yeniden canlandırıldı. Japonya Merkez Bankası da son dönemde bankalar için düşük maliyetli fonlama ve işletmelere doğrudan kredileri de içeren çeşitli programlar yürüttü. Avrupa Merkez bankası da yeni kredilerde kullanılması koşuluyla, bankalara eksi %1'e kadar düşük oranlarda uzun vadeli fon sağladı. Akademik çalışmalar bunun, yani kredi karşılığı fonlama programların, diğer para politikası araçları için önemli bir tamamlayıcı olduğunu göstermektedir. Zaten tarihsel olarak da biliyoruz ki, kalkınan tüm Asya ülkelerinde merkez bankalarının amaçlarından biri kalkınmayı finanse etmek oldu. Türkiye’de Şubat 2023 depreminde de gördüğümüz gibi, yeniden inşa faaliyetleri için merkez bankası fonlarından faydalanılması bu anlamda önemlidir.

Türkiye’nin uzun süredir içinde bulunduğu negatif reel faiz düzeyi makul bir iktisatçının havsalasının ötesindedir. Sadece ana akım iktisatçıların talepleri ile uyumlu diye mevcut durumda faiz artışına karşı pozisyon almak olayı kendi bağlamı içinde anlamayı zorlaştırır. Bir dönem, sadece CHP’ye itiraz etmekle demokrat olacağını düşünen bir grup insan vardı, üstelik bunu mevcut iktidarın tüm anti demokratik yönlerini görmeden uzun süre sürdürdüler. Bu anlamda, sadece belirli bir durumun karşıtlığına göre pozisyon almak gerçek ve makul olanla bağını koparabilir. Bu durum irrasyonel faiz politikasının yarattığı geniş bir maliyet spektrumunu dahi görmeyi engeller. Heterodoks iktisat sadece yerel anaakımcı iktisatçıların pozisyonlarına göre şekillenmeyecek kadar önemli ve makul bir düşünme biçimidir. Yukarıda da isimlerini verdiğim çok sayıda iktisatçı makul bir faiz oranı etrafında zaman içinde sağlıklı bir muhakeme yürüttüler.

Faiz oranı elbette sıradan bir değişken değildir, gelir dağılımını, işsizliği, makro istikrarı ve büyümenin düzeyi ve niteliğini etkiler. Ana akım para politikasının dikkate aldığı tek ve en önemli noktanın da makro istikrar olduğu açık. Bu yüzden de, normal koşullarda da faiz artışının neden olduğu olası sosyal ve iktisadi maliyetlere çok ilgi duymadıklarını biliyoruz. Bu durum onları piyasa denen amorf, işlerini görmek için sadece istikrar diye bağıran, kendi dar ufuklu çıkarına odaklı bir yapıya zihinsel olarak teslim olmalarına neden olmaktadır. Bu çerçevenin dışına çıkmak için daha cesur olmaları gerekir. Buna karşın, faiz artırımına dönük ana akım dışındaki iktisatçıların temkinli davranmaları da oldukça normaldir. Fakat bunun için de mevcut makro çerçevenin (olası sosyal ve iktisadi maliyetleri) dikkate alınması gerektiği çok açık. Örneğin, Ünlü Post-Keynesyen iktisatçı Thomas Palley, “Larry Summers (ana akımdan ünlü bir iktisatçı) gibi ben de bu dönemde faizin artırılması gerektiğini düşünüyorum, fakat bunu istihdamdaki artışa bakarak değil, enflasyonun kontrolden çıkmasını önlemek için yapardım” şeklinde düşüncelerini ifade etmiştir. Amaçları farklı da olsa her iki ekonomist de görünürde aynı politikayı öneriyor, yani faiz artışı talebinde bulunuyorlar. Fakat bu amaç farklılığı zaman içinde farklı dönemlerde farklı politikalar önermelerinin de nedeni olacaktır. Kısaca, faizdeki her düşüş iyi olmadığı gibi, her yükseliş de kötü değildir; politikanın bağlamı önemlidir.

Gündem