Türkiye'nin dış siyasetinde 14 Mayıs dönemeci
DEĞER AKAL
14 Mayıs seçimleri, Türkiye'nin uluslararası siyaset sahnesinde nasıl bir rol üstleneceğini belirleyecek olması nedeniyle de büyük önem taşıyor.
Dünya, büyük devletler arasında güç mücadelelerinin ivme kazandığı, çalkantılı bir süreçten geçiyor. Küresel ve bölgesel ittifaklarda büyük değişimler yaşanırken, liberal demokrasiler ile otoriter yönetimler arasındaki rekabet de sertleşiyor.
Türkiye'nin seçimlerden sonra uluslararası siyaset sahnesinde kendisini nasıl konumlandıracağı, dünya başkentlerinde büyük merak uyandırıyor.
Bunda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Millet İttifakı'nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu arasında yaşanan seçim yarışından kimin galip çıkacağı belirleyici olacak.
Seçimlerden sonra Türkiye'nin uluslararası alanda karşı karşıya geleceği önemli sınamaları, Türk dış politikasında öne çıkan en önemli gündem başlıkları ile birlikte mercek altına aldık.
İlk kritik dönemeç: Seçimler ve demokratik meşruiyet
14 Mayıs seçim sonuçlarının meşruiyeti ve uluslararası toplum tarafından tanınması Türkiye için önümüzdeki süreçteki ilk önemli eşik olarak görülüyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın inşa ettiği ve "tek adam rejimi" olarak nitelendirilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi Türkiye'nin otoriter bir yapıya bürünmesine yol açmış olsa da seçimler halkın otoriterleşme rüzgarlarına ne ölçüde direnç göstereceğini ortaya koyacak bir gösterge olarak görülüyor.
Siyasal iktidarların meşruiyetlerinin en önemli kaynağını seçimler oluşturuyor.
Erdoğan zaten halkın siyasi iradesini temsil ettiğini savunuyor, AKP'nin seçim beyannamesinde de "Demokrasi, milli iradeye dayanan bir rejimdir" ve "AK Parti devlet partisi değil milletin oylarıyla iktidar olup millet adına devleti yöneten bir partidir" ifadelerine yer veriliyor.
Halkın siyasi iradesi ise sandıklarda belirleniyor. Adil ve özgür seçimlere izin vermeyen, meşru seçim sonuçlarını kabul etmeyen, iktidarı seçimlerden galip çıkana devretmeyi reddedenler, hem hukuki hem de demokratik meşruiyetlerini kaybetmiş sayılıyor.
Bu nedenle dünya başkentleri, demokrasi ve hukuk devletindeki gerilime, muhalefet ve basına artan baskı adil ve özgür seçimlere gölge düşürse de seçim akşamı sandıklara müdahale edilmemesi, oy sayımının şeffaf bir şekilde yapılmasını büyük bir dikkatle izleyecek.
Bu, yapılacak seçimlerin sonuçlarının meşruiyeti ve uluslararası toplum tarafından tanınmasının "olmazsa olmazı" olarak tanımlanıyor.
Aynı zamanda 100'üncü kuruluş yıldönümünü kutlamaya hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği için önemli, taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, uluslararası taahhütler ve anayasasının da bir gereği olarak nitelendiriliyor.
Zira Anayasa'da "Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, Anayasa'da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı" vurgulanıyor.
Demokratlar-Otokratlar rekabeti ve Türkiye
Dünyada demokrasiler ile otoriter yönetimler arasında artan rekabet de seçimlerden sonra Türkiye'yi önemli tercihlerle karşı karşıya getirecek.
Halkın sandıklara yansıyacak iradesi, ülkenin siyasi yöneliminin nereye doğru evrileceğini gösterecek olması nedeniyle önemli bir dönüm noktası olarak görülüyor.
AKP, seçim beyannamesinde kendisini "bizatihi demokrasiyi demokratikleştirmiş bir siyasi hareket" olarak tanımlıyor ve iktidarda bulundukları süre boyunca "demokrasinin yüksek standartlarda kurumsallaşması için sessiz devrimlerin gerçekleştirildiği", "hak ve özgürlüklerin genişletildiği" anlatılıyor.
Oysa tam da aksi yaşandığı, yani demokraside ve hukuk devletinde gerileme olduğu için Avrupa Birliği (AB) Türkiye ile üyelik müzakerelerini dondurdu.
AİHM yargı kararları uygulanmadığı için de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Türkiye'yi denetim sürecine aldı. Ve Türkiye, Macaristan ile birlikte, ABD liderliğinde oluşturulan "demokrasiler ittifakının" dışında bırakılan iki NATO üyesi ülke oldular.
Batı'da, Erdoğan'ın seçimleri kazanması ve bir dönem daha iktidarda kalması halinde "halk yönetim şeklimi destekliyor" diyerek otoriterleşmeye dönük adımlarını artıracağı görüşü hakim. Hatta Erdoğan'ın, çıkmaza giren ekonomi politikalarının yol açması muhtemel toplumsal tepkileri bastırmak için daha da sertleşeceğine, kesin gözüyle bakılıyor.
Bunun sonucunda da Türkiye'nin Batı'dan kopuşunun hızlanacağı, Rusya, Çin ve Suudi Arabistan gibi otoriter ülkeler yörüngesine kayışının daha da ivme kazanacağı belirtiliyor.
Erdoğan'ın en güçlü rakibi, Millet İttifakı'nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu ise yeniden demokrasiyi getirmeyi vaat ederek Türkiye'yi "yeniden uygar bir dünyanın parçası" yapmak istediklerini söylüyor.
Millet İttifakı'nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni'nde, "Etkin ve katılımcı bir yasama, istikrarlı, şeffaf ve hesap verebilir bir yürütme, bağımsız ve tarafsız bir yargı ile kuvvetler ayrılığının tesis edildiği güçlü, özgürlükçü, demokratik, adil bir sistem için Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme geçeceğiz" vaadi yer alıyor.
Bu reformların hayata geçirilmesinde, TBMM'deki milletvekili dağılımı da tabii ki kilit önem taşıyacak.
Ancak analizlerde öne çıkan ortak görüş, Kılıçdaroğlu'nun kazanması halinde yeniden çoğulcu bir demokrasi, özgürlükçü bir hukuk devletine dönük adımların atılabileceği, Türkiye'nin de kendisini uluslararası siyaset sahnesinde liberal demokrasilerden yana bir ülke olarak konumlandırabileceği yönünde.
Türkiye'nin "jeopolitik kimlik" arayışı
Hem küresel hem de bölgesel dinamiklerdeki değişim, Türkiye'yi seçimlerden sonra dış politikada zorlu karar ve tercihler karşı karşıya getiriyor.
İktidarda kimin olacağı, Türkiye'nin Batı aidiyetinin geleceği bakımından büyük önem taşıyacak, Türkiye'nin NATO'daki konumunu, AB ile ilişkilerinin geleceğini, Avrupa'nın yeniden şekillenen siyasi ve güvenlik mimarisindeki yerini belirleyecek.
Erdoğan liderliğindeki AKP seçim beyannamesinde kendisini "yüzü hem Doğu'ya hem Batı'ya ama her zaman 'Doğruya Doğru' dönük" bir parti olarak nitelendirirken önümüzdeki süreçteki temel hedefinin "Türkiye Eksenini" inşa etmek olduğu belirtiliyor.
Beyannamede yer verilen, "AB ile ilişkilerimizi olumlu gündem temelinde şekillendirerek tam üyelik müzakerelerimizi sonuçlandırmak üzere adımlar atacağız. Gümrük Birliği'nin güncellenmesini sağlayacağız" hedefi ise mevcut koşullar nedeniyle Avrupalı siyasetçiler ve uzmanlar tarafından gerçekçi bulunmuyor.
Erdoğan'ın iktidarda olduğu ve otoriterleşmenin ivme kazandığı bir süreçte AB'nin Türkiye ile üyelik müzakerelerini bir aşamada resmen sonlandırmak durumunda olacağı, ayrıca AİHM kararlarını uygulamadığı için Türkiye'nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi'nden çıkartılma noktasına gelme riskinin de bulunduğu hatırlatılıyor.
Büyük bir ihtimalle Temmuz ayında Litvanya'da yapılacak NATO zirvesi, 14 Mayıs seçimlerini kazacak liderin katılacağı ilk uluslararası zirve olacak. AKP beyannamesinde "NATO ittifakı bünyesindeki konumumuzu tahkim ederek güvenliğin bölünmezliği ilkesinden hareketle ittifaka katkılarımızı sürdüreceğiz" vaadi yer alıyor.
Diplomasi kulislerinde Erdoğan'ın geçtiğimiz haftalarda Washington'a seçimlerden sonra S-400'lerin üçüncü bir ülkeye verilmesi gibi gerilimini çözüme kavuşturacak adımların atılacağı ve İsveç'in NATO üyeliğinin de onaylanacağı mesajını verdiği konuşuluyor.
Oysa Erdoğan'ın Putin ile yakınlığı, satın aldığı ancak kullanılmayan S-400'ler, Türkiye'nin başta ABD olmak üzere müttefikleriyle ilişkilerinde derin bir güven bunalımına yol açtı.
Washington, bu nedenle NATO müttefikini, hasımlara uyguladığı yaptırımlar kapsamına aldı. Türkiye, hava savunması için büyük önem taşıyan F-35 programından çıkartıldı. Bu krizlerin yol açtığı güven bunalımının Erdoğan liderliğindeki bir yönetim ile kısa vadede aşılmasının çok da kolay olmayacağı belirtiliyor.
Ayrıca son günlerde uluslararası düşünce kuruluşları tarafından art arda yayımlanan analizlerde, 20 yıl aradan sonra ilk kez Türkiye'de bir iktidar değişikliğinin mümkün göründüğüne dikkat çekiliyor, Batılı hükümetlerin Kılıçdaroğlu'nun olası seçim galibiyetine hazırlanması, Türkiye ile yeni bir başlangıç için strateji belirlenmesi çağrısı yapılıyor.
Batılı hükümetler sessiz, istisna niteliğindeki bazı siyasi açıklamalar dışında, seçimlere müdahale izlenimi yaratabilecek çıkışlardan şimdilik büyük ölçüde kaçınılıyor. Bununla birlikte Kılıçdaroğlu'nun seçim zaferinin hem Türkiye hem de Batı İttifak'ı için önemli bir dönüm noktası olabileceği, Rusya, Kıbrıs, Ege, Suriye ve mülteciler gibi başlıklardaki görüş ayrılıklarına rağmen yüzünü Batı'ya dönmeyi vaat eden bir iktidar ile ilişkilerde güvenin yeniden tesisini sağlayacak adımlar atılabileceği belirtiliyor.
Ancak şu da bir sır değil: Diplomasi kulislerinde, Millet İttifakı'nın, Türk dış politikasının tek bir kişi yerine tüm halkın ve ülkenin menfaatleri gözetilerek yürütülmesi gerektiğini savunması aynı zamanda Batılı başkentleri zorlayacak bir değişiklik olarak da nitelendiriliyor. AKP öncesinde, Türk hükümetinden bir karar için öncelikle sırasıyla Dışişleri, Genelkurmay ve MGK gibi kurumlarla yoğun istişareler yürütüldüğü, buna karşın "öngörülemez" bir lider olsa da ağırlıklı olarak şahsi değerlendirme, beklenti ve endişelerini önceliklendiren tek bir kişiyi ikna etmenin çok da zor olmadığı konuşuluyor.
Türkiye uluslararası saygınlığını yeniden kazanılabilecek mi?
AKP'nin 472 sayfalık seçim beyannamesinde Türkiye'nin uluslararası alanda "daha saygın ve itibarlı bir ülke haline getirildiği", hatta "çağ atlatıldığı" anlatılıyor.
Oysa AB'nin Türkiye raporu başta olmak üzere yayımlanan uluslararası raporlar, Türkiye'nin uluslararası alanda son yıllarda ciddi boyutta itibar kaybına uğradığına işaret ediyor. Türkiye'nin özellikle hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, yolsuzlukla mücadele, şeffaflık, insan hakları ve basın özgürlüğü gibi pek çok alanladaki sicili son yıllarda gittikçe kötüleşti.
Gündeme damgasını vuran yolsuzluk, rüşvet, uyuşturucu kaçakçılığı, kara para aklama iddiaları ve skandalları, uluslararası örgütlerin raporlarında NATO üyesi Türkiye'nin "mafya devleti" haline gelmekle suçlanmasına yol açtı. Güvenlik uzmanları, Türkiye'yi "suç teşkil eden faaliyetlere açıkça izin veren politikalar izlemekle" eleştirirken bunun sonucunda da Türkiye'nin "organize suç faaliyetlerinin adeta bir merkezi haline geldiğini" söylüyor.
Türkiye, 2021 yılında, kara para aklama ve terörün finansmanını önlemede gerekli adımları atmadığı gerekçesiyle Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'ne bağlı Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından daha sıkı gözlem altında tutulması gereken "riskli ülkeler" kapsamına dahil edildi, "gri listeye" alındı. Ve bu alanda politika değişikliğine gidilmemesi halinde Türkiye, FATF'nin "kara listesine” alınma riskiyle karşı karşıya gelebilir. Bunun sonucunda uygulanması muhtemel mali yaptırımların, zaten zordaki Türkiye ekonomisini daha büyük çıkmazlara sürüklemesinden endişe ediliyor.
Bu konu aynı zamanda Kemal Kılıçdaroğlu'nun rakibi Erdoğan'a karşı en sık gündeme getirdiği seçim kozu olarak öne çıkıyor. Kılıçdaroğlu, "Bu Beşli Çeteler ve yandaşlar, paraları çalıp yurt dışına götürdüler, sanıyorlar ki Bay Kemal o paraları getirmeyecek. Son kuruşuna kadar getireceğim o paraları, son kuruşuna kadar" açıklamalarıyla yolsuzlukla mücadelede kararlı oldukları mesajını veriyor.
Millet İttifakı'nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni'nde de yolsuzluktan elde edilen ve yurt dışına kaçırılan gelirleri Türkiye'ye geri getirmek için "Malvarlıklarının Geri Alınması Ofisi'nin" kurulması ve "Türkiye'yi güvenilir, güçlü ve etkin bir uluslararası aktör konumuna getirmek, bölgesinde ve dünyada hak ettiği saygınlığı yeniden kazandırmak" vaat ediliyor.
Bu alanda Türkiye'nin nasıl bir sınav vereceğini, seçimlerin kimin kazanacağı kadar verilen vaatlerin ne ölçüde tutulacağı belirleyecek.
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.