Velev ki…
“Başkalarını çoğu zaman en dar aidiyetleri içine sıkıştıran bizim bakışımız ve onları özgür kılacak da gene bizim bakışımız.”
Amin Maalouf
2014 yılının yaz aylarında köyde yaşayan insanların sosyal medya kullanma pratikleri üzerine bir saha çalışması yapmıştık. Araştırmaya başlamadan önce kuşkusuz bir öngörümüz vardı. “Köy nedir, köyün kentle ilişkisi nasıldır?” gibi sorularla ilgili kabataslak bir gözleme eşlik eden taşranın sosyolojisi ve sosyo-psikolojisi üzerine aşağı yukarı bir fikrimiz de vardı. Köylülüğün ya da daha geniş adlandıracak olursak taşralılığın bir kimlik performansı olup olmadığı ve bu performansın kentlilik kimliği ile gerilimli ve git-gelli ilişkisi üzerine de bir hayli kuramsal ve pratik kanaatimiz vardı. Pratik kuşkusuz benim doğup büyüyüp ilk gençlik çağlarında terk ettiğim ancak asla kopmadığım köylü köklerimden kaynaklanıyordu. Bu kaynak diğer yandan da her yıl mutlaka gidip hatırı sayılır bir süre orada kalmama dayanıyordu. Neyse asıl konumuz olan hem belli bir metodolojiye dayanmayan genel geçer gözlemler hem de belli bir örnekleme dayanan bahse konu araştırmanın sonuçlarından çıkardığımız sonuçlara gelelim. Genel geçer gözlemlerle örnekleme dayanan araştırmanın sonuçlarını neredeyse tek bir cümleyle özetlemek mümkün: Hem hızlı kentsel dönüşüm/kentleşme hem de hızlı dijitalleşme sonucunda kentle köy arasındaki kimlik performansı arasında neredeyse hiç bir fark kalmamış durumda.2 Hatta performatif kimlik gösterisine gelince köylüler, kentlilere taş çıkartırlar. Her düğünde köyün genç kadınları yeni bir elbise alırlar mutlaka. Çocukların doğum günleri mutlaka sosyal medya hesaplarında paylaşılır. Askere giden gençlerin asker uğurlamaları mutlaka sosyal medya hesaplarına duygu dolu müziklerin eşliğinde yüklenir. Akrabalarla yüz yüze görüşmelerle yetinilmeyip, mutlaka kişisel duvarlarda espriler yapılır ve yapılan esprilerin altına mutlaka yorumlar yazılır. Yorumlar uzayıp gider. Bu araştırmayı iki köy daha ekleyip üç yıl sonra tekrarladığımız zaman, sosyal medya kullanımına yönelik bu şevk yerini mesafeli ve nispeten olgunlaşmış bir kullanım pratiğine bırakmıştı. Ancak kişisel duvarlardaki AVM, tatil, özel günler odaklı kentli kimliğine özenen performanslar baki kalmıştı.
2016 yılının son aylarında üniversiteden ihraç edilmeden önce katıldığım son tez jürisi, “dindar Müslüman kadınların sosyal medya kullanım pratikleri” üzerineydi. Araştırmayı yapıp tezi yazan da dindar Müslüman bir kadındı. Söz konusu araştırmacı benden de yüksek lisans dersi almış, jüriye beni tez danışmanını ikna ederek kendisi davet etmişti. İtiraf edeyim araştırmanın kuramsal çerçevesi sorunlu olmakla birlikte, sonuçları çok çarpıcıydı. Tezin temel derdi dindar Müslüman kadının sosyal medya kullanım pratiklerindeki çok basit bir çelişkiyi teşhir etmek ve sonrasında bunu anlamaya ve kavramsal araçlarla tanımlamaya çalışmaktı. Bu çelişkiyi kabaca şöyle tarif etmek mümkün: Dindar Müslüman kadın, inancı gereği namahrem erkeklere sıfatını ve mahrem alanını taammüden göstermez. Zaten örtünmek de bunun için gereklidir. Bu gereklilik nedeniyle dindar Müslüman kadın yıllarca mücadele vermiş ve bu mücadele Siyasal İslam geleneğinin en temel yakıtlarından biri işlevini görmüştür. Neyse o tartışma konusu bambaşka. Bu gerekliliğe rağmen ve bu gerekliliğin ihlalinin günah olduğu biliniyor olmasına rağmen ilkokuldan doktoraya kadar uzanan eğitim düzeyini kapsayan görüşülen dindar Müslüman kadınların neredeyse tamamı, her fırsatta sosyal medyada hem kendi görüntüsünü hem de yakınlarının (çoğunlukla çocuk ve yakın akraba çevresi) rahatlıkla paylaşıyor. Kendilerine “günah olmasına rağmen neden bu paylaşımları yapıyorsun?” diye sorulduğu zaman, gelen yanıtların ortalaması şu şekilde olmuş: “Ne yapalım, herkes sosyal medyada, biz orada olmazsak, yokmuş gibi olacağız.” Bunu ilk başta kendisi de dindar Müslüman bir kadın olan tezin yazarı, “sosyal medyanın dindar Müslüman kadınların ahlakını yozlaştırdığı”3 şeklinde yorumlamıştı. Ben bunu bu şekilde yorumlamanın bilimsel bir değerlendirme sayılamayacağını dile getirerek hangi kavramlarla değerlendirebileceğine dair uyarılarda bulunmuştum. Takip eden günlerde kendisi de bu uyarıları dikkate alarak teze son şeklini vermişti.
Bütün bunları neden anlattım? Aslında benim de temel derdim, son zamanlarda Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Alevi” kimliğini bir video aracılığıyla açıkça dile getirmesinden sonra ortaya atılan “kimlik siyaseti eleştirisi/düşmanlığı” üzerine birkaç kelam etmek. Kimlik siyaseti eleştirisi, yıllarca sınıf siyasetinin karşısına koyularak yapıldı. Ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasından sonra yapılan eleştirilerin bu neviden bir eleştiriyle alakası yok elbette. Burada karşımıza çıkan eleştiriler ağırlıkla Kılıçdaroğlu’nun kimlik siyaseti yaparak ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğüne halel getirmeye hizmet ettiği yönünde. Bunu eğer bir “itiraf” ve manifesto olarak okursanız kuşkusuz, toplumun kutuplaşmasına hizmet eden bir performans olarak değerlendirebilirsiniz. Ne var ki Kılıçdaroğlu’nun açıklaması gizli kapılar ardında, imalarla ve dedikodularla dillendirilen bir gerçekliğe dair malumun ilamıdır. Böylesi bir açıklamayı yapmaya Kılıçdaroğlu’nu zorunlu kılan nedenlere odaklanmadan, açıklamayı kimlik siyaseti yapmak olarak değerlendirmek yüz yıllardan beri süregelen bir kötülüğün apaçık ortaya dökülmesinden başka bir şey değildir.
Alevi-Sünni tartışmasının yıllara sâri yarattığı gerilimin modern zamanlardaki karşılığını, bir anlamda tektipleşmenin toplumsal grupların ve sınıfların performans olarak aralarında neredeyse hiçbir farkın kalmamasının sonucu olarak okumak mümkün. Ekonomik olarak ortada sınıflar arasında bir uçurum varken, giyinme, teknoloji kullanımı, bu teknoloji aracılığıyla performe edilen kimliklerin gösterileşme biçimi ve alt sınıfların üst sınıflara öykünmesinin yarattığı korkunç şiddet, farklılıkları bir çizgi üzerinde aynılaştırmış görünüyor. AKP iktidarının ilk yıllarından günümüze kadar devam eden tüketim çılgınlığının, ölçüsüz ve plansız kentleşmenin, dünyanın gidişatına uygun bir şekilde yaygınlaşan dijitalleşme ve bundan neşet eden dijital sosyal ağ kullanımının artmasıyla birlikte zaten modern insana özgü olan farkların flulaşması giderek artmıştır. Amin Maalouf Ölümcül Kimlikler başlıklı kitabında “Doğrusunu söylemek gerekirse, büyük bir hırsla vurguluyorsak, bunun nedeni açıkça gitgide daha az farklı hale gelmemizdir. Çünkü çatışmalarımıza, çok eskilere dayanan düşmanlıklarımıza rağmen, her geçen gün farklılıklarımızı biraz daha azaltıyor ve benzerliklerimizi biraz daha çoğaltıyor…”4 diyor. Bu saptamayı benim yukarıda verdiğim iki farklı örnek de doğrular nitelikte.
Amin Maalouf’tan yaptığım alıntıdaki paradoks, aslında günümüz aşırı kimliklenme ve post hakikat çağının alameti farikası olarak okunabilir. Bu paradoksun belki de en çarpıcı bir diğer semptomu ise neoliberal politikaların yarattığı hem simgesel hem de fiili şiddettir. Bu şiddet, o kadar etkili ve kitleleri çaresiz bırakan sonuçlar doğurmuştur ki, yukarıda bahsettiğim nedenlere dayalı farklılıkları yok eden unsurlara esas itibariyle yoksullukta ve sefalette eşitlenmeyi eklemiştir. AKP iktidarı, uyguladığı ekonomi politikalarıyla, yasaları anlamsız hale getiren düzenlemeleriyle, kamusal kaynakları kullanma konusundaki zenginden yana yaptığı tercihleriyle kendi seçmen tabanını da içeren çok geniş bir yoksul ve çaresiz toplum kesimini, bütün farklarından arındırıp sefalette eşitledi. Bir süredir AKP lideri bu sefaletin yarattığı çaresizliği geçmişten günümüze kadar sirayet eden bütün farkları diri tutarak ve marjinalleştirerek görünmez hale getirmeye çalışıyor.
AKP’nin temsil ettiği siyasal gelenek, kuşkusuz başından beri sınıf siyasetine dayalı sosyalist ideolojiyi etkisizleştirmek gibi temel bir işleve sahip oldu. Bu misyonu yetmişli yıllarda Türkçülük akımının temsilcisi olarak Ülkücü hareket, İslamcı geleneğin temsilcisi olarak da AKP’nin mirasını devraldığını iddia ettiği Milli Görüş Hareketi üstlendi. 2000’li yıllardan günümüze kadar, temeli Müslüman kimliğine dayanan bu geleneğin temsilcisi olarak AKP, diğer bütün kimlikleri bu kimliğin içinde eritmeye çalışarak asıl olarak sınıf ve yurttaş temelli siyaseti etkisizleştirdi. Hegemonik performansını, aslen kendi tabanına ait olmayan pek çok başka kimliği söylemsel olarak radikalleştirip pratikte Müslüman kimliğinin içine hapsederek arttırdı. Buna çok vulgar bir adlandırmayla takiye de diyebiliriz. Ancak, bu basit bir takiyenin ötesinde bir performanstı. Hareketin lideri ve günümüzün tek adamı, bu performansı o kadar ustalıkla yerine getirdi ki, Gezi sürecine kadar toplumun pek çok kesiminden entelektüel bu performansa inandı, belki de inanmak istedi. Ne var ki AKP, kimlik siyasetinin imkân bulacağı toplumsal zemini çoktan beridir yitirmiş durumda. Elinin altındaki korkunç ana akım propaganda makinesine, sosyal ağlardaki trol ordularına ve sadık ve kemik kitlesinin koşulsuz ve sorgusuz sualsiz takip azmine rağmen, kimlik siyasetinden neşet eden gerilimler beklenildiği kadar işlemiyor bir süredir.
Kimlik temelde bir yaradır. Yarayı ne kadar kanatırsanız o kadar derinleşir. Derinleşen her yara yerinde izler bırakır. Bugün AKP ve liderinin 20 yıldan beri toplumun bağrında açtığı bütün yaralar o kadar derinleşti ki neredeyse kangren haline geldi. Toplumsal bünye neyse ki bu kangrenin yol açacağı bir yok oluşun böyle giderse kaçınılmaz olacağının farkına vardı. Kangrenleşme eğiliminde olan bünyenin uzuvlarını ya kesmeniz ya da yarayı iyileştirmek için tedavi etmeniz gerekir. Şimdi Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Alevi” videosunu bünyedeki diğer bütün uzuvların kesilmesinin önüne geçmek için uygulanacak tedavi adına son fırsat olarak okumak gerekir.
Recep Tayyip Erdoğan bir zamanlar türban tartışmaları devam ederken, laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle türban yasağını “siyasal simge” olarak nitelendirenlere yönelik olarak bir çıkış yapmış ve “Türban velev ki siyasal simge” demişti. Bu retorik ilk defa Gezi sürecinde LGBTİ yurttaşlar tarafından Erdoğan’ın elinden kapılmış ve kullanılmıştı. Onlar da o zamanlar bütün büyük kentlerin sokaklarını “Velev ki ibneyiz” sloganıyla doldurmuştu. Şimdi Kemal Kılıçdaroğlu, Sünni-Türk kıyıcı hegemonyasına karşı anayasal eşit yurttaşlık hakkını savunarak “velev ki Aleviyim” diyerek bir karşı duruş sergiledi. Gelen tepkilerden öyle anlaşılıyor ki, bu çıkış tam da olması gerektiği gibi ve olması gereken zamanda gerçekleşti. Şimdi sıra diğer “velev ki”lerde: “Velev ki Kürdüm, velev ki kadınım, velev ki çingeneyim, velev ki ateistim, velev ki…” Bütün farkları yok saymadan, bu farklardan kaynaklanan hakları anayasal eşit yurttaşlık hakkının içinde kabul etmediğimiz sürece gerçek bir demokrasiyi inşa etmek mümkün değil. Ancak bu kabulün ardından muktedirin elinden kimlik silahını almak ve Cumhuriyetin 100. Yılında eşitlikçi ve kapsayıcı bir Cumhuriyeti yeniden kurmak mümkün olacaktır.
1 Tezcan Durna; um:ag Genel Yayın Yönetmeni, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi.
2 Tezcan Durna ve Nehir Durna (2015), “Taşranın Facebook ile İmtihanı: Bir Akdeniz Köyünde Etnografik Keşif Çalışması”, Folklor ve Edebiyat, S: 21(83), s. 99-123.
3 Zeynep Berre Özçelik (2016), Müslüman Kadın Ve Sosyal Medya Başörtülü Dindar Kadınların ‘Mahremiyet’ Algılarındaki Değişimin Sosyal Medya Örneği Üzerinden İncelenmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
4 Amin Maalouf (2008), Ölümcül Kimlikler, (Çev. Aysel Bora), 27. Baskı, İstanbul: YKY, s. 87-88.
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.