Bir sivil itaatsizlik biçimi olarak oy kullanmamak

Bir sivil itaatsizlik biçimi olarak oy kullanmamak
Bu araştırma dosyasında, seçimlerde oy kullanmama eylemini, sivil itaatsizlik kavramı bağlamında tartışıyoruz...

Ben Kısa Dalga’dan Yeşim Özdemir…

Bu araştırma dosyasında, seçimlerde oy kullanmama eylemi üzerine tartışıyoruz. Ama konuyu sivil itaatsizlik kavramı bağlamında tartışacağız.

PODCAST'İ DİNLEMEK İÇİN PLAY'E TIKLAYINIZ

Sivil itaatsizlik ya da pasif direniş olgusu farklı disiplinlerde, farklı açılardan ele alınmış ve birçok araştırmacının çalışma konusu olmuş önemli bir kavram…

Kavramın fikir babası, Amerikalı filozof Henry David Thoreau…(Toro)

Thoreau, 19 Yüzyıl Amerika’sında, devletin adil olmayan vergi politikalarını eleştiriyor ve durumu vergi ödemeyerek protesto ediyor, hatta bu nedenle hapis yatıyor…

Sonra sivil itaatsizlik üzerine uzunca bir deneme kaleme alıyor… Denemede devletin kutsallığını sorgulamaktan, insan haklarının devlet üzerindeki önceliğinden bahsediyor ve halkı adaletsizliklere karşı sorumluluk almaya davet ediyor…

Mahatma Gandhi ve Martin Luther ise kavrama, dünya çapında popülerlik kazandıran, pratik ve teorik düzeyde katkı sağlayan iki önemli isim…

Tabi bu üzerine çokça çalışılan bir konu olduğu için, sivil itaatsizliğin farklı düşünürler tarafından ortaya atılmış çeşitli tanımları var.

Kamuya açık, kamu vicdanına yönelik, şiddetten uzak bir şekilde bir yasayı ya da hükümet politikasını veya kararını engelleme amacıyla yapılan bir protesto biçimi.

Yani otoriteye karşı pasif bir direnme biçimi…

Kadir Has Üniversitesi’nden, Siyaset sosyolojisi uzmanı Dr. Didem Türkoğlu, Medyascope’da katıldığı bir yayında sivil itaatsizlikteki pasif direnme haline ilişkin şunları söylüyor:


“Neden pasif direnirsiniz, sorusu şuradan kaynaklanır: Adil olanla yasla olan arasındaki farktan. Tabi ki hükümetler ve devletler kanunlar yapar, kurallar koyar ve yürütme ve kolluk güçleri bunları uygular. Ama öte yandan da tarihte de gördüğümüz üzere, toplumda belirli bir muhalefet ortaya çıkabilir. Bazı kuralları ve kanunları yeterli bulmayabilirler, adil bulmayabilirler ve buna dair seslerini yükseltirler. Siz sesinizi yükseltirsiniz ama karşınızda bir duvar bulduğunuzu hissedersiniz, sesiniz yeterince yükselmediğini ya da duyulmadığınızı düşünürsünüz. Böyle durumlarda çeşitli taktikler uygularsınız. Bunlardan bir tanesi de ‘arkadaş bu adil değil, o yüzden ben bunu yapmayı doğru bulmuyorum’ demektir.”

Birkaç sivil itaatsizlik örneğinden bahsedecek olursak;

Örneğin siyasi hükümlülerin açlık grevleri ya da işçilerin toplu iş bırakma eylemleri ve grevleri en sık rastladığımız pasif direniş biçimleri.


Ya da mesela vergi ödememek… Halkın ödediği vergiler kamu yararına kullanılmıyorsa ya da belli bir grubun çıkarları için kullanılıyorsa kişi “o halde ben vergi ödemiyorum” diyerek pasif direnişe geçebilir.

Hatırlar mısınız, 2022 yılına elektrik ve doğalgaz faturalarına üst üste gelen zamlarla girmiştik. Bir anda faturalarımız coşmuş, herkes sosyal medyada faturalarını paylaşarak bu duruma isyan etmişti…

Duruma itiraz edenlerden biri de CHP eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ydu.

Kemal Kılıçdaroğlu: “Elektrik faturalarının üzerinde iki çeşit vergi var. %5 elektrik ve hava gazı tüketim vergisi, %18 KDV… Yaza kadar KDV %1 olarak uygulanırsa vatandaşın her 350 liralık faturasında yaklaşık 50 liralık avantajı olacak. Ayrıca elektrik zammını da geri al. Faturalar 31 Aralık öncesine dönsün. Erdoğan, 31 Aralık’ta imzaladığı zamları geri çekinceye kadar ben bugünden itibaren gelecek hiç bir elektrik faturamı ödemeyeceğim.”

Kılıçdaroğlu’nun zamlar geri çekilinceye kadar faturalarını ödemeyeceğini ilan etmesi de bir pasif direniş biçimi yani sivil itaatsizlik örneği olarak değerlendirilmişti.

Washington/Amerikan Üniversitesinden, çatışma analizi ve çözümlemesi üzerine çalışan Akademisyen Ulaş Doğa Eralp, Kılıçdaroğlu’nun bu protestosunun ancak toplumda ortak bir itiraza dönüşürse değerli olabileceğinin altını çizmişti.

Çünkü sivil itaatsizlik eylemi özünde, ortak adalet anlayışına yönelik bir çağrıdır.

Ulaş Doğa Eralp: “Kemal Kılıçdaroğlu’nun şahsen ‘ben faturaları ödemiyorum’ demesi başlı başına, çok çok önemli bir durum değil. Yani partisi sahip çıkmıyorsa… Buna aslında genel anlamda halkın sahip çıkması gerekiyor. Halk düzleminde bu eylemler yayıldığı zaman, devletin yurttaş hiç bir şekilde kaile almadan zamları üst üste yığması, insanları durduk yere tutuklaması vs. Yurttaşların da bu anlamda sesini çıkartma hakkı öne koyuyor.”

Kılıçdaroğlu’nun fatura ödememe çağrısının kitlesel bir harekete dönüşmemesinden kaynaklı sivil itaatsizlik olduğu fikrine katılmayanlar da vardı.

Tam bu noktada, hafızaları tazeleyerek, yakın geçmişte ortak bir direnişe dönüşmüş olan bir sivil itaatsizlik örneğini hatırlatayım: Ocak 2021’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ının, Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’yu rektör olarak atanmasını kabul etmeyen Boğaziçili akademisyen ve öğrenciler, rektörlüğe sırtlarını dönerek durumu protesto etmişlerdi. Bu pasif direnişe katılım her geçen gün artmış ve Boğaziçililerin direnişi kitlesel bir direnişe dönüşmüştü.

Biraz daha geriye giderek Gezi Direnişi’ni hatırlayalım…

Mayıs 2013 yılında Taksim Gezi Parkı’nın korunması amacıyla başlayan protestoların tüm ülkede ortak bir adalet duygusu arayışına dönüşmesiyle birlikte, kitlesel bir direnişle karşılık bulması hafızalardan silinmeyecek bir sivil itaatsizlik direnişiydi.

Şimdi gelelim oy kullanmama davranışına…

Seçimlerin bir demokrasi ilüzyonu olduğu düşüncesiyle veya daha farklı nedenlerle oy kullanmama eylemleri de birçok akademik çalışmada pasif direniş biçimi olarak değerlendiriliyor…

Ancak bazı hukukçulara göre, bu eylem “siyasal yabancılaşma” veya “siyasal ilgisizlik” şeklinde açıklanabiliyor.

Şeniz Anbarlı, “Baskıya Karşı Direnme Hakkı ve Sivil İtaatsizlik” başlıklı makalesinde, eylemi nedenleriyle birlikte değerlendirmek gerektiğinin altını çiziyor ve kişinin, siyasal dizgenin kendisine hiçbir olumlu katılma imkânı vermediğine inanmasıyla birlikte bu eylemi gerçekleştirdiği durumda, seçime katılmama halinin ilgisizlik biçiminde değerlendirilmesinin eksik olacağını belirtiyor.

Ve…

“Devlete küstüğü için siyasal oyunda yer almayı bilerek reddeden kişinin ilgisizliği, gerçek bir ilgiden doğan protestodur” diyor.

Bunu Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’na sordum:

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu: “Şöyle ‘boş oy’ veya bazı Avrupa devletlerinde tanımlandığı gibi ‘beyaz oy’ aslında sandığa gitmek ama partilerden, adaylardan, aday belirleme tarzından hoşlanmayan, bu sürece karşı olan yurttaşların ‘ben oy veriyorum, yurttaşlık görevimi yerine getiriyorum ama bu işleyiş tarzını benimsemiyorum, demokratik değil bu işleyiş tarzı, ben bunu protesto ediyorum’ diye boş oy veriyor. Ama onun bir anlamı oluyor, çünkü örneğin falan seçim bölgesinde %15 beyaz oy kullanılmış veya boş oy kullanılmış. Demek ki yurttaş, sorumluluğunu yerine getiriyor, algılıyor, sandığa gidiyor ama adayları, partileri benimsemediği için boş oy veya beyaz oy veriyor. Bu hesaplanabiliyorsa doğru, demokrasi adına bir sivil itaatsizliktir.”

Ancak Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, önümüzdeki seçimin ulusal seçim değil, bir yerel seçim olduğunu ve yerel seçimlerde çok katmanlı adaylığın söz konusu olduğunu yani herkesin aday olabileceğini belirtiyor ve kamu yararı bağlamında değerlendirildiğinde sandığa gitmenin daha meşru olduğunu vurguluyor…

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu: “Sivil itaatsizlik, üstün kamu yararı varsa o alanlarda yasaya aykırı da olsa sivil itaatsizlik, bir tür direnme hakkı olarak meşru görülüyor. Ama burada daha üstün bir kamu yararı adına sandığa gitmemek mi meşru ve haklı, yoksa sandığa giderek demokrasiyi, seçimi anlamsızlaştıran partilere ders vermek mi daha anlamlı? Şimdi bu açıdan bakıldığı zaman, biz serbest seçim istiyorsak ve serbest seçimi zedeleyen bir tür devlet seferberliği karşısında isek o zaman konuya demokratik yaklaşım, hak ve özgürlükler açısından yaklaşım sandığa gitmeyi meşru kılıyor. Bu nedenle bence, sandığa giderek tavır koymak hatta elden geldiğince daha çok giderek tavır koymak… Eğer son seçimlerde, belirli gruplar demokrasi karşıtı kişileri desteklemek için %80 sandığa gitmişlerse, demokrasi yanlılarının %100 gitmeleri gerekir, o dengeyi değiştirebilmek için…”

Son yıllarda hemen hemen her seçimde, oy kullanmadığı için gündeme gelen ve eleştirilen Tarihçi-Yazar Ayşe Hür ile oy kullanmama direnişini hem teorik hem de pratik düzeyde tartıştık…

Ayşe Hür, oy kullanma davranışının geçmişteki nedenleriyle şimdiki nedenlerinin birbirinden farklı olduğunu belirtiyor:

“Yaşım icabı, uzun bir seçmenlik dönemim oldu. Yaklaşık 50 seneden söz ediyorum. Bu 50 sene içerisinde çok az oy kullandım. Bunun geçmişteki nedenleriyle şimdiki nedenleri farklı. Geçmişte sol bir partide örgütlüydüm, o zaman seçimlerle ilgili değildik biz. İşçi sınıfını örgütlemeye çalışıyorduk. Fabrikada çalışıyordum, sendikacılık yapıyordum, kadın örgütünden çalışıyordum. Ondan sonra 12 Eylül Darbesi oldu ve o siyasi hareketle ilişkim kesildi ama seçimlerle ilişkim kurulmadı. Sadece 1982 anayasa oylamasında ‘anayasaya hayır’ demek için oy verdim. Bir protesto eylemine katılma heyecanıyla o uzun süren perhizime ara verdim. O zaman zarflar şeffaftı ve içinde ‘hayır’ oyları görülüyordu. Buna rağmen bu oyu vermek için önemli bir duruştu. Bir dahaki oy verme sürecimi yanılmıyorsam, 2014 yılında Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığında tekrar sandığa gittim. Neden olduğunu çok kestiremiyorum. O dönemin heyecanıydı herhalde. Barış süreci beni de umutlandırmıştı. Belki güçlü bir figür olursa, politik bir aktör olursa devlet onu daha ciddiye alır ve daha güçlü bir müzakere süreci yürütülür diye ummuştum. O tarihten sonra bir daha sandık başına gitmedim. Hiç oy kullanmadım.”


Tabi oy kullanmama davranışının nedenleri seçmenden seçmene, kitlesel bir hareketten bahsediyorsak da partiden partiye değişebiliyor.


Sıklıkla öne sürülen nedenleri; seçimlerin adil ve güvenli olmadığı, toplumsal ya da siyasal hiç bir problemi çözmediği, kişilerin siyasete müdahale edebilecek güçlerinin olmadığını düşünmesi, seçimlerin giderek anlamsızlaştığı ve hiç bir alanda yenilik getirmediği düşüncesi şeklinde sıralayabiliriz…

Ayşe Hür ise oy kullanmama davranışının nedenlerini şöyle açıklıyor:

“Türkiye’de kitleler seçim yoluyla demokratikleşmeye ve seçim yoluyla sisteme dahil olmak konusunda müthiş doktorinize olmuş durumdalar. Başka hiçbir yöntem tanımıyorlar hatta. Ne dernekler, ne cemiyetler, ne mitingler, ne sokak eylemleri, ne grev sendikalar… Bunlar adeta sönümlenmiş durumda, tek heyecan uyandıran şey seçimler. Ben de bu açıdan kitlelerin tek heyecan duyduğu alanda onları düşünmeye sevk etmek için ‘aslında seçim şöyle şöyle bir mekanizmadır, demokrasi aslında şöyle şöyle bir sistemin şöyle bir aparatıdır’ gibi sorularla onları bir parça kışkırtmaya çalışıyorum. Başka bir ülkede yaşasaydım, belki bu konuda farklı bir tavır alırdım. Yani böyle kategorik bir reddediş gibi algılanmasını istemiyorum. Türkiye’de seçim yasası, ceza yasasındaki kanunlar, propaganda faaliyetlerine konulan engellemeler, medyanın son derece yanlı ve sisteme kilitlenmiş olmasını yarattığı pek çok faktör Türkiye’deki partilerin bir temsil niteliği kazanmasını engelliyor benim için. Tabandan seçilerek gelmiyor, partilerin seçimlerde karşımıza koyduğu adaylar. Bir başka ülkede olsaydı partinin içerisinde farklı görüşler çatışırdı, farklı kesimler çıkar grupları… Bunlar anlatarak kendilerini ve o partinin içerisinde en azından demokrasinin en iyi işlediği şekliyle bir mekanizma sonucu oluşurdu temsil etmeye aday olan kişiler. O zaman derdiniz ki ben de en azından yerel seçimlerde oy kullanabilirim. Çünkü bunun şöyle şöyle toplumsal faydaları vardır. Türkiye’de bugün bu sistem hiçbir boyutuyla işlemiyor. Bu açıdan buna dahil olmak aslında bir orta oyuna dahil olmak gibi bir şey, bir müsamereye katılmak gibi bir şey ki müsamere sözü bile iltifat sayılır, onun bile belli ilkeleri-normları-kuralları vardır, estetik bir yanı vardır, bir hedefi vardır. Bugün Türkiye'de tam anlamıyla bir kandırmacanın, orta oyununun sahnesi oldu seçimler.”

Doktora öğrencisi Ferhat Ali Göçer ise, 14 yıldır oy kullanmıyor ve oy kullanmama davranışını, demokratik olduğunu düşünmediği bir siyasal düzeni reddediş olarak değerlendiriyor. Bir birey olarak hak, adalet ve eşitlik taleplerini iletebilecek bir muhattap bulamamasının, sistemle olan ilişkisinde öfkeli bir kopuşa neden olduğunu belirtiyor ve oy kullanmama nedenlerini şöyle sıralıyor:

“Bir kere Türkiye siyasi tarihinde oturmuş, yerleşik, demokratik bir yapı üzerine inşa edilmiş bir siyasal kültür yok. Tanzimattan bu yana yani Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişle beraber günümüze kadar getirdiğiniz zaman Türkiye’de oturmuş, yerleşik, kurumsal bir siyasal sistem hiç bir zaman olmamıştır. Yani darbelerin olduğu, sivil iktidarların güç değiştirdikten sonra otoriteryan bir karakter sergilemesi vs bakıldığında, mantıksal olarak yaşamını kurgulamaya çalışan her bireyin rahatlıkla görebileceği bariz göstergeler. Bu birinci ve en önemli neden. İkinci olarak da Türkiye toplumu sadece Türklerden oluşmuyor. Farklı etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar da var. Neticede imparatorluk bakiyesi olan bir ülke olduğu için… Ben de bir etnisite üzerinden yaşamı -isteseniz de istemeseniz de- kurgulamakla muhatap olabiliyorsunuz. Şimdi baktığınız zaman hakim siyasal, etnik ve kültürel karakterin de sürekli sizi ötekileştirdiği, en ufak bir şeyde sizi dışlayan, toplumun var olan sorunlarının ana kaynağı olarak gösterilmesi de sizin zaten sistemle olan ilişkinizde muazzam bir kopuşu getiriyor. Ve bu kopuş öfke temelli bir kopuş olabiliyor. Senin yaşamını geliştiren, iyileştiren, sana umut veren, hayat ilişkin kurmuş olduğun anlam ve hayalleri gerçekleştirebilmene imkan ve alan açmayan bir siyasal düzenin olması.”


Hem bu dosyaya katkı sunan Ayşe Hür ve Ferhat Ali Göçer’in oy kullanmama nedenlerini hem de araştırmalarım sonucu edindiğim oy kullanmama nedenlerini sohbetimiz sırasında Anayasa Hukukçusu İbrahim Kaboğlu’na ilettim ve nedenleriyle birlikte değerlendirerek bir sivil itaatsizlik biçimi olarak oy kullanma eylemini değerlendirmesini istedim… Kaboğlu, başından beri vurguladığı gibi, yine oy kullanmanın daha etkin bir direniş yöntemi olduğunu belirtti:


“2010 seçimlerine baktığımızda, ‘hayırcılar’ vardı ‘yetmez ama evetçiler’ vardı, bir de ‘boykotçular’ vardı tam da sizin bana yönlendirdiniz soru yani ‘gitmiyorum, protesto ediyorum.’ Ama ne oldu? Sandığa gitmeyenlerin ya da sandığı boykot edenlerin oyu hiç hesaba katılmadı. Gidenlerin oyu hesaba katıldı. Ve oy verenlerin çoğu da 2010 anayasa değişikliği yönünde oy kullandı. Oysa protesto yerine, o kişiler boykot eden kişiler de gidip ‘hayır’ deselerdi 2010 seçimlerinde, o zaman 2010 anayasa değişikliği sandıktan çıkmazdı. 2010 Anayasa değişikliği sandıktan çıkmasaydı eğer, 2017 Anaysa değişikliği yapılmazdı. 2017 Anayasa değişikliği yapılamamış olsaydı, o zaman siz de bu röportajı yapma gereği duymayacaktınız. Çünkü üç aşağı beş yukarı göreceli de olsa serbest seçimler yapabilecek konumda olacaktı.”

Oy kullanmayanlar hem oy kullananlar tarafından hem de siyasal alanda çeşitli eleştirilere de maruz kalıyorlar…

Ferhat Ali Göçer, oy kullanmama davranışı nedeniyle sıklıkla arkadaş çevresinde baskıya maruz kaldığını belirtiyor.

Çünkü, Tarihçi-Yazar Ayşe Hür’ün de belirttiği gibi insanlar seçim yoluyla demokratikleşmeye ve seçim yoluyla sisteme dahil olmaya alışıklar. Ayakta kalan neredeyse başka hiç bir temsiliyet modeli bulunmuyor.

Ferhat Ali Göçer: “Türkiye toplumu ideolojik bir toplumdur. Yani Türkiye’de taraf olmak zorundasınız. X,y,z herhangi bir partinin militanı ya da bütün iradenizi ona tabii kılmanız gerekiyor. Bu noktada politik olma anlayışını bu minvalde kurgulayan bir toplumuz. Bizde politik olmak demek, bir partiyi desteklemek ya da bir partiye gönül vermekle ilişkilendiriliyor. Fakat bunun dışına çıktığınız zaman ‘sorumsuz, apolitik ya da duyarsız’ bir yurttaş olarak kabul ediliyorsunuz. Örneğin dün arkadaş grubu içerisindeydim. Haliyle ülke gündemini konuşuyor, tartışıyorsunuz. Arkadaş grubunda benim oy kullanmadığımı bildikleri için bana irite edici bir şekilde baskı kurmaya çalışıyorlar. Sürekli şunu diyorlar ‘işte gideceksin oy kullanmaya, gideceksin, gideceksin…’ Duruyorlar, duruyorlar on-yirmi dakika sonra tekrar ‘hocam git, hocam git…’ Gitmek zorunda değilim. Ben bir bireyim ve bir birey olarak da davranışlarımdan sorumluyum. Neyin doğru-yanlış olacağının kendi öznel tecrübemle farkındayım.”

Oy kullanmayanlara yönelik eleştiriler çoğunlukla, oy vermeyenlerin ortak demokratik mücadelede sorumluluk almaması, yürütülen demokratik mücadeleye zarar verilmesi, toplumsal bir değişime ilgisizlik ve isteksizlik odağında…

Her seçim döneminde, oy vermediğiniz gündeme geliyor ve tabi ki eleştirilerle birlikte gündeme geliyor. Belki o eleştirilere de cevap vermiş olursunuz. Çünkü eleştirilerin tonu da genellikle; ortak bir mücadele yürütülüyor ve siz ondan kaçıyorsunuz, sorumluluk almaktan kaçıyorsunuz gibi bir tonda. Ne söylemek isterseniz bu eleştirilerle ilgili?


Ayşe Hür: “Ben konuşmayan, ses çıkarmayan, itiraz etmeyen bir insan değilim. Zaten beni ondan dolayı tanıyor insanlar. 2002 yılından beri gazetelerde, televizyonlarda, radyo programlarında sürekli Türkiye'nin riskli konularında, resmi tarihi eleştirisi yaparak var olmuş bir kişiyim. Yani ben bir magazin figürü değilim, bir siyasi figür değilim, akademisyen değilim. Ben sadece ‘tehlikeli’ konularda konuşmaktan çekinmeyen bir insan olarak var olan biriyim. Şimdi böyle bir insanın seçimde oy kullanmaması bir şeyden kaçmak değildir, bir sorumluluktan kaçmak değildir. Sadece sorumluluk alanımı farklı tarif ediyorum diye bakılabilir. Dediğim gibi, seçim en büyük kandırmaca olduğu için, en büyük afyonu olduğu için bu sistemi yürütenlerin topluma dayattığı, ben bu afyon etkisini ters yüz etmek için ki benim sayfalarımın başında Walter Benjamin’in bir vecizesi vardır: ‘Tarihçinin yapması gereken, tarihin havını tersine taramaktır.’ Her zaman bu tersine taramak doğru bir eylem olmayabilir ama yanlış dahi olsa bir tartışmayı tetikliyorsa, bir tartışmaya yol açıyorsa faydalı olabilir diye düşünüyorum. Burada o eleştirileri göğüslemek inanın çok daha ağır bir sorumluluk gerektiriyor. Çünkü konformist olsam, rahatıma baksam, eleştirilmekten korksam, sorumluluktan korksam ‘oyumu veriyorum’ derim, arkama yaslanırım. Ben zor olanı seçiyorum. Demek ki ‘korkaklık veya bir şeyden ‘kaçmak' değil bu aksine bir şeyin üstüne gitmek… Bu anlamlı gelirse birilerine ne ala ve çoğunlukla anlamsız geliyor onun da farkındayım ama bu da beni doğrusu çok etkilemiyor. Bazı insanlar anlamsız görünen şeyleri yaparak toplumsal dinamiklere hizmet ederler. Ben bunları göze alıyorum. Çünkü birinin de farklı bir şey söylemesi gerekir ve o farklı şey temellendirilirse belki birkaç kuşak sonra ortaya çıkacak bir tavrın mayalanmasına yardımcı olur ya da en azından ahlaki olarak bu orta oyununda bana yüklenmeye çalışan rolü oynamamış olan bir insan olarak, kendime karşı hesap verebilir olurum.”

Sivil itaatsizlik eylemlerinin şiddetsizlik, kamuya açıklık, ahlakilik, yasaya aykırılık gibi temel unsurları bulunuyor.

Yasaya aykırılık, sivil itaatsizlik eylemlerinde en sık tartışılan ve bu eylemin meşruluğunu sorgulatan bir unsur olarak sıklıkla gündeme geliyor.

Aslında, sivil itaatsizlik yani pasif direniş eylemlerinde, yasal yollarla adaletin sağlanmadığı durumda yasa ihlali devreye giriyor.

Yani, adaletin sağlanması amacıyla itaatsizlik söz konusu…

Amaç bir soruna dikkat çekerek, kamusal tartışma ve müzakere ortamı yaratmak ve adaletsizlikleri sorgulamaktır…

Tam bu noktada sözü tekrar Ayşe Hür’e bırakıyorum. Çünkü, oy kullanmama davranışdaki temel etkenlerden birinin de kitleleri düşünmeye sevk etmek olduğunu vurguluyor…

Peki bu oy kullanmama davranışınızı sivil itaatsizlik veya pasif direniş bağlamında mı değerlendiriyorsunuz?


Ayşe Hür: “Öyle bir boyutu var ama bu kadar iddialı değilim aslında. Çünkü, sistemin birçok mekanizmasına dahil olan biriyim. Kapitalist pazarına dahilim, onun kültür endüstrisine dahilim. Bunlardan biri seçimler… Seçimlerin tarihi biraz bilen biri olarak, bunun böyle idealize edilecek bir mekanizma olmadığını düşünüyorum. Hatırlarsanız dünya tarihinde ilk kez, köleci dönemde ortaya çıkmış bir mekanizma. Hakim sınıfların iktidar biçimlerinden biri. Ama bugüne dek bundan daha iyisi icat edilmediği için, günümüze kadar çeşitli revizyonlar geçirerek geldi. Ve bugün yine kapitalist sistemin akıl hocaları tarafından, sistem eğer büyük bir tıkanıklık içinde değilse, bir parantez olarak kitlelerin önüne konuluyor. O parantezin içinde açılan başlıklarda kitleler, üç-beş parti arasında bir seçim yapıyorlar. Sonuçta o partilerin hiç biri sisteme muhalif değil. Sistemle bir sorunu yok. Dolayısıyla da kim seçilirse seçilsin hep ‘kasa’ kazanıyor. Hep hakim sınıflar kazanıyor. En azından net bir tavır almanın daha kolay olduğu bir mekanizma olduğu için bu alanı seçtiğimi düşünüyorum. Yoksa ne kültürel ne tüketim endüstrisinden ne de diğer bağlarından kendimi kurtarabilmişliğim yok. O açıdan büyük bir iddia içermiyor bu tutumum. Sadece kendime mütevazi bir mücadele alanı seçtiğimi düşünüyorum. Aynen tarihte yapmaya çalıştığım gibi. Bu aslında Türkiye’ye özgü bir direniş biçimi olduğunu düşünerek açtığım bi başlık. Bir parça kitleleri düşünmeye sevk etmek için bu tavrımı belirtiyorum.”


Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler uzmanı Doç. Dr. Özlem Kırlı da sivil itaatsizliği odağına alan çalışmasında, sivil itaatsizlik eyleminin sıradan bir direnme eylemi olmayıp, yapılan yanlışı dile getirme, demokratik süreçteki bir eksikliği ve aksaklığı tartışmaya açma, eylemi olduğunu belirtiyor.

Ve bu nedenle de bu tür direniş biçimlerinin; politik olanın tam içinde yer alarak, siyaseti yeniden şekillendirme, bu yönde kitleleri aktifleştirme ve bilinç kazandırma çabası olduğunun altını çiziyor.


Tek tek kişilerin sergiledikleri direnme biçimi olarak ya da kitlesel bir direnişle oy kullanmama davranışı yıllardan beri seçim gündemlerinde tartışılan önemli bir konu…

Peki nasıl bir sistem olursa, seçimlerle yeniden bir ilişki kurulabilir ve seçimlere inanarak, yeniden oy kullanma motivasyonları yaratılabilir?

Ferhat Göçer: “Neticede bir ütopya talep etmiyoruz. Türkiye’nin en önemli yapısal sorunlarının nedenlerinden biri, siyasal iktidarların niteliksiz ve kalitesiz olması. Yani bizde doğal kaynaklar, beşeri kaynaklarımız çok iyi, çok iyi bir altyapı var. Ama bunu işletebilen rasyonel bir siyaset mekanizması yok. Her gelen iktidar, önceki iktidarın intikamını alırcasına sürekli bir saldırganlık hali içerisinde. Ve mevcut statükodan yana hep tavır alıyorlar. Yani günün sonunda ne kadar aşılması, değişmesi gereken sorunlar varsa, bir önceki rejimin yapamadığını ama kendilerinin yapacağını söyleyip de iktidara geldikten sonra aslında o statükoyu devam ettirmeleri durumu söz konusu. Dolayısıyla bu statükocu anlayış, değişmediği müddetçe yani somut bir takım kazanımlar, gerek üretimde ekonomik iyileştirmede, gerek siyasal, sosyal ve demokratik alanlardaki bir takım, artık kemikleşen sorunlar çözülmedikçe, bu noktada sisteme karşı güven ve aidiyet ilişkisi kuramıyoruz. O yüzden bu yapısal sorunlar aşılmadan gidip de oy kullanmanın ben çok rasyonel bir davranış olduğuna inanmıyorum.”

Ferhat Ali Göçer “talep ettiğimiz şey bir ütopya değil” diyor ama Ayşe Hür de tarihsel bağlamda bir değerlendirme yaparak Türkiye’de bunun biraz ütopik bir şey olduğunun, çünkü sistemin siyasi partilere bu şekilde örgütlenmesine izin vermediğinin altını çiziyor:

Ayşe Hür: “Bugün sistemi değiştirmeye yönelik hiçbir vaat yok, hiçbir siyasi partinin programında… Hepsi reformlar içeren şeyler, reformda bir değişikliktir ama Türkiye'nin bazı konularda çok radikal değişikliklere ihtiyacı var. Ona da devrim demek hatta daha doğru olur diye düşünüyorum. Öncelikle devrimsel nitelikte vaatleri olan bir siyasi parti olursa ve bu vaatlerini yerine getirme potansiyeli görürsem, o potansiyel de sadece 3-5 kişinin partileşmesiyle olmaz. Bu partinin toplumun çeşitli örgütleriyle, kesimleriyle organik ilişkiler içerisinde olması gerekir. İşçi hareketiyle, entelektüel hareketle, esnaf kesimiyle, köylülükle, ülkenin çeşitli etnik gruplarıyla, dinsel gruplarıyla bu organik ilişkileri sağlıklı kuran; küçük de olabilir yani bu ilişkiler, böyle tabanı çok geniş olmayabilir ama ilişkileri olduğunu görmem ve bu ilişkilerin üstünde bu temsil ettiği sınıfların çıkarlarını sonuna kadar savunacağını düşüneceğim bir liderlik ve elbette dediğim gibi bir program, devrimci bir program… Bu da biraz ütopik bir şey Türkiye’de, çünkü siyasi partilerin hiçbir şekilde bu şekilde örgütlenmesine izin vermiyor sistem, çeşitli mekanizmalarla… HDP’nin başına gelenler ortada. Bilmem kaç tane Kürt partisi değişik isimler altında giderek sönümlenmeye doru gidiyor hatta.”


Ayşe Hür, son olarak yerel seçimlerle genel seçimler arasındaki ayrımı belirterek, bu pazar yapılacak olan yerel seçimlerle ilgili ‘en çok oy kullanmaya yaklaştığım an bu seçimler oldu’ diyor ve bu seçimlerin kendisinde manevi bir yükü olduğunu ifade ediyor:

Ayşe Hür: “Tabi bu yerel seçimlerle genel seçimler arasında farkı vurgulamamız lazımdı. Yerel yönetimler aslında çeşitli ülkelerde, merkezi iktidarın o despotik, katı politikalarını kamu adına yumuşatmak, en azından orada kırılmalar yaratmak üzerine inşa edilmiş yapılardır. Ama bizde bu sistem de merkeze bağlı geliştiği için, maalesef orada da böyle katılmayı heveslendiren şeyler olmuyor. Elbette İstanbul gibi çok büyük bir metropolün yönetiminin hangi siyasi partide olacağı bütün sisteme yönelik eleştirilerime rağmen önemli. Bu açıdan DEM Partinin tutumu, eğer Cumhuriyet Halk Partisi adayının kaybına neden olursa ileride ona yönelik ağır bir fatura çıkacağından endişe ediyorum. Belki de bu yerel seçimde en çok oy kullanmaya yaklaştığım an bu seçimler oldu. Fakat orada da bu kararı alma konusunda sıkıntım var. Ben hiçbir zaman Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy verecek bir insan değilim. Bunun çok geçmişten gelen tarihsel gerekçeleri var. Ama DEM Parti adayının alacağı her oyun da o faşizme, diktatörlüğe karşı kurulacak o ittifakta bir zaaf yaratacağını düşünüyorum. Bu açıdan sanıyorum bu şeyde de payım olsun istemedim. Çünkü bize çok hesap soruldu biliyorsunuz. Yetmez ama evet’çi olduğumuz sanılarak ki ben öyle olmadığımı defalarca belirttim. Yine Kürt hareketiyle ‘hayır’ oyu vermiştim 2010 anayasa oylamasında. Ama buna rağmen açıklamakta çok zorlanmıştık. ‘Hayır da çünkü şuna şuna hizmet ediyor’ denmişti. Bu seçimin bir de böyle ekstra bir manevi yükü var diye düşünüyorum benim gibi düşünenler açısından.

KAYNAKÇA


Konuyla ilgili daha detaylı bilgi almak isteyenler için birkaç akademik çalışmalar:


https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1121063


https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/382992


https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/46370

Podcast