Korona sonrası Türkiye ekonomisi: Yükseliş mi çöküş mü?

Korona sonrası Türkiye ekonomisi: Yükseliş mi çöküş mü?
2020 Ocak ayı itibariyle yayılmaya başlayan Koronavirüs salgını yaşamın her alanında küresel düzeyde bir değişikliğe neden oldu. Gündelik yaşamın yanı sıra iş hayatında da var olan kurulu düzen, yerini her gün değişen yeni pratiklere bıraktı. Ve bu dinamik değişim, yarını bugünden daha tedirgin hale getirdi.

2020 Ocak ayı itibariyle yayılmaya başlayan Koronavirüs salgını yaşamın her alanında küresel düzeyde bir değişikliğe neden oldu. Gündelik yaşamın yanı sıra iş hayatında da var olan kurulu düzen, yerini her gün değişen yeni pratiklere bıraktı. Ve bu dinamik değişim, yarını bugünden daha tedirgin hale getirdi.
Muhtemelen Koronavirüs öncesi ve sonrası diye ayıracağımız bu tarihsel süreç, yeni bir dünya düzeninin geldiğini gösteriyor.
Kaygı ve endişe içinde geçirdiğimiz her gün beraberinde yeni gelişmeleri getirdi. Sokağa çıkma yasakları, vaka sayıları, ölüm oranları gündelik hayatın bir parçası haline geldi.
Maske takmanın sağlıklı olup olmadığı tartışılırken şu anda, maske takmayanlara 900 TL para cezası veriliyor.
Sinema ve tiyatro salonları hala kapalı. Alışveriş merkezleri, spor salonları, kafeler ve restoranlar açılsa da sosyal mesafe kurallarına dikkat etmeleri gerektiği için mekanın sadece yüzde ellisini kullanabiliyorlar. Ya da mesela, birçok giyim ve kozmetik sektöründe artık ürün deneyerek alışveriş yapmak bir lüks haline geldi.
Gündelik rutinde gözlemlediğimiz bu ve benzeri değişimlerin ötesinde daha küresel bir denge değişimi söz konusu. Covid-19 pandemisi, sağlık sektöründen hizmet sektörüne, üretim zincirinden tüketim alışkanlığına, sosyal ilişkilerden uluslararası ilişkilere kadar her alanda etkisini gösterdi. Biz bu podcast’te covid-19 salgınının Türkiye açısından yaratacağı ekonomik ve siyasi dönüşümleri ele almaya çalışacağız.
Küresel sistemde önemli dönüşümlere ve kırılmalara sebebiyet veren
Covid-19 salgını, Türkiye’nin ekonomisini de derinden etkiledi.
Sia Insight, Marketing Türkiye için 28 Mart-1 Nisan tarihleri arasında “İş Dünyası Gündem Değerlendirme Araştırması”nı yaptı. 128 üst düzey yöneticinin katılımıyla gerçekleştirilen araştırmada, yöneticilerin 2020 yılından umutsuz olduğu belirtildi. Ayrıca yöneticilerin yüzde 80’i hükümeti ekonomik önlemler konusunda başarısız buluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Türkiye ekonomisinin gün geçtikçe büyüdüğünü ifade ediyor:

“Küresel üretim ve tedarik zincirinde Türkiye’nin ağırlığının gün geçtikçe daha çok hissedileceği bir döneme giriyoruz. Kaliteli ve dinamik beşeri sermayemiz stratejik konumumuz ve güçlü alt yapımız, önümüzdeki fırsatları değerlendirmek için en büyük avantajlarımızdır. Türkiye’yi dünyanın en büyük on ekonomisi arasına sokma hedefimize hiç olmadığımız kadar yakınız.”

Türkiye, şu anda dünyanın en büyük ekonomileri arasında 19. sırada…
Küçük bir Google taraması yaptığımızda Türkiye’nin 1980 yılında da 19’uncu sırada olduğunu, 1986 yılında ise 16’ıncı sıraya yükselirken 1987’de de en iyi derecesi olan 15’inci sıraya yükseldiğini görüyoruz. Uzun yıllar sıralamada 17-18 arasında gidip gelen Türkiye ekonomisinin, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında, 2001 krizinden büyük bir darbe alarak 25’inci sıraya gerilediği görünüyor.  Son 4 yıldır da 19. Sıradaki yerini koruyor.

Sözcü ekonomi yazarı, Ekonomist Murat Muratoğlu, Türkiye ekonomisinin şu an bulunduğu sıradan ilk ona girebilmesi için, önümüzdeki 18 ülke ekonomisinin hiç büyümemesi gerektiğini belirtiyor:

“Türkiye ilk on ekonomi arasına bu güne kadar hiç olmadığı kadar uzakta. Çünkü Türkiye’nin şu anda gayrisafi milli hasılası yaklaşık 750 milyar dolar civarında. Bu 750 milyar doların 236 milyar doları sanıyorsam, aklımda yanlış kalmadıysa kağıt üzerinde yapılan bir iyileşmeyle kazanılan 236 milyar dolar. Yani Türkiye’nin gerçek milli değeri, eski oranından düşersek 500-550 milyar dolar civarında.
“Bizim ilk ona girer miyiz diye bakarsak Türkiye’nin her yıl hiç durmadan yüzde 5 büyümesi gerekiyor ki bu tek başına yetmiyor. Bunun dışında biz 19’uncuyuz ya önümüzdeki 18 ülkenin de 2035 yılına kadar hiç büyümemesi gerekiyor. Yani biz her yıl büyürken onlar hiç büyümeyecek ve bu sırada da ekonomik büyüklükler dolar kuruyla ölçüldüğü için doların hiç artmadan 6.85 lirada 2035 yılına kadar sabit kalması gerekiyor.”

İş Dünyası Gündem Değerlendirme Araştırma sonuçları da Murat Muratoğlu’nun düşüncelerini destekler nitelikte. Araştırmaya katılan her 5 yöneticiden 4’ü 2020 yılında ülke ekonomisinde küçülme bekliyor. Buna önlem olarak da firmaların üçte biri çalışan sayısında azalma öngörürken aynı zamanda yeni işe alımlarını da durdurduğunu açıklıyor. Bu da işsizlik oranının daha çok artacağını gösteriyor.

“Bu süreç de geçtiğinde geriye dönüp bakacağız ve ben bugün yine aynısını iddia ediyorum. Dünyaya kıyasla büyümeden tutun işsizliğe kadar birçok alanda Dünyadaki benzer ülkelere göre Türkiye etkilenen ülkeler içerisinde yine en az etkilenen yine pozitif ayrışan bir ülke olacak.”

Hazine ve Maliye bakanı Berat Albayrak, Türkiye’nin korona sürecinde etkilenen ülkeler arasında pozitif ayrıştığını ifade ederken, iş dünyası da Türkiye’de salgın sürecinde hizmet, eğitim, turizm, ulaşım, lojistik, eğlence, otomotiv gibi birçok sektörün kötü etkilendiğini düşünüyor.
Ekonomist Murat Muratoğlu da Türkiye’nin korona sürecinde mahrum kaldığı iki an gelir kaynağına dikkat çekiyor:

“Türkiye pandemi sürecine çok yüksek borçluluk oranı ve çok yüksek enflasyonla birlikte girdi. Aynı zamanda geçmişten kalan ve henüz toparlanamayan bazı ekonomik aksaklıklar da bu süreci iyice körüklüyordu. Ve beklenmedik olarak dünyada hiçbir ülkenin beklemediği bu pandemi sürecine girildi ve ekonomiler tamamen durdu. Ekonomilerin durması Türkiye’nin gelirlerini oldukça sekteye uğrattı. Şöyle ki Türkiye’nin, iki ana gelir kalemi vardı. Bunlardan biri ihracat diğeri ise turizmdi. Haliyle ihracat yapamaz hale geldi Türkiye ve olası borçların devam etmesi nedeniyle bu durumdan hiç de hoş etkilenmedi. Diğer taraftan turizmde bütün dünyanın kapıları kapanınca ikinci gelir kaleminden de oldu.”

Ekonomistler ve iş dünyası genel itibariyle ülke ekonomisinde, salgın öncesinde de ciddi ekonomik sorunlar ve yüklü borçlanmalar olduğuna dikkat çekiyor. Dış borçlanmanın yanı sıra halkın düşük faizlerle veya kredilerle borçlanarak tüketmeye yönlendiren politikayla da iç borçlanma da artmış oldu. Fakat hükümetin bu politikası iki sebepten çökmüş görünüyor. Birincisi, pandemi sebebiyle tüketim sekteye uğradı. İkincisi de artan gelir adaletsizliği nedeniyle halkın büyük bir kesiminin borçlanma gücü kalmadı. Ayrıca ekonomik kırılmalar ve iş güvencesinin kalmaması sebebiyle alınacak krediyi ödeyememe kaygısı da var.
Ekonomist Doç. Dr. Oğuz Demir de, bu borçlanma için gerekli kaynağı yabancı yatırımcının artık getirmediğine ifade ediyor:

“Aslında 2008’den bu yana hükümetin öğrendiği tek bir plan var. O da insanları borçlandıralım, onlara ucuz para verelim ve onlar gitsinler mal ve hizmet satın alsınlar. Ekonomide de çarklar bu vesileyle dönmüş olsun. Üretici kazansın. Dolayısıyla aynı planı hayata geçiriyorlar ama bir fark var. Daha önceki yıllarda yani 2008’den sonraki süreçte Türkiye bu tüketimi finanse edebileceği krediyi dışardan borçlanabiliyordu, bir genişleme dönemi vardı. Bugün yine o genişleme dönemi var ama hem ülkedeki siyasi koşullar hem de 12 yıllık tüketim yorgunluğu ve borçlanma doygunluğu artık bunun istendiği kadar çalışmadığı bir mekanizma ortaya koyuyor.
Dolayısıyla AKP’nin bundan önceki dönemde öğrenmiş olduğu o ekonomi politikası pratiği maalesef bugün çalışmayacak bir pratik. O yüzden ellerinde başka bir plan kalmadığı için yine bunu zorluyorlar. Ama bu sefer daha riskli olan şey, bize o borçlanma için gerekli kaynağı yabancı yatırımcı getirmiyor. Biz içeride de tasarruf olmadığı için, bunu pandemiyi mazeret göstererek para basarak karşılamaya çalışıyoruz. Yani bugüne kadar hep korktuğumuz şey, bir miktar pandemi mazeretiyle önümüze konmuş oluyor. Bu da ekonomideki bütün dengeleri yeniden sarsıyor.”

Covid-19 pandemisinin yayılmasıyla birlikte uluslararası sınırları kapatıldı. Ve bu sebeple ülkelerin ithalat ve ihracat dengelerinde değişmeler oldu. İş insanları, dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılmış uluslararası ticari bağlardan toptan bir geri çekilme öngörüyor. Birçok ülke, çeşitli endüstrilerde küresel değil, ulusal değer zinciri yaratma arayışında olacak. Yani ciddi bir şekilde yerel üretim ve yerel tedarik zincirleri oluşturma ihtiyacı doğacak. Peki Türkiye bu noktada ne gibi adımlar atmayı planlıyor?

“Yerli üretim kısmı zaten aslında sadece pandemiyle ilişkili değil uzun yıllardır Türkiye’nin en önemli sorunlarından biridir. Yani biz ne zaman biraz zenginleşmeye başlasak paramızı ithal mallara harcamaktan büyük mutluluk duyan bir ülkeyiz. Dolayısıyla bunun değişmesi gerektiğini hep söyleriz. Ama bunu değiştirmek, hadi artık gümrük vergileri koyalım, hadi artık ithalatı sınırlandıralım diyerek değil, Türkiye’de üretilen mal ve hizmetlerin yine Türkiye’deki insanları mutlu etmesiyle ilişkilidir. Yani siz o cep telefonu aynı kalitede yapamıyorsanız, insanlar gidiyorlar ithal malları alıyorlar. Ya da sizin fabrikanız, ülkenizdeki fabrika üretim yaparken girdilerinin büyük çoğunluğunu içeriden tedarik edemiyorsa gidiyor dışardan alıyor. Bu yapıyı değiştirebilmek bir pandemi etkisi veya biz olayların farkına vardık diyerek ya da gümrük vergileriyle yapılacak bir şey değil.”

Ülke ekonomisini etkileyen bir başka faktör de salgın sürecinde kapatılan iş yerleri oldu. Farklı sektörlerden birçok kurum ve iş yeri tamamen kapatarak, işçileri evlerine göndermek zorunda kaldı. Bazıları kapatmaya direnerek işi yürütmeye çalışsa da bu defa çalışan sayısını azaltmakta çare buldu. Çalışanların çoğu bu süreçte ya ücretsiz izine ayrıldı ya da tamamen işsiz kaldı. Hem işverenlerin hem de işçilerin taşıyamayacağı bir yük haline gelen bu krizde, devletin kısıtlı ekonomi destek paketleri de yetersiz kaldı. Ya da kimine hiç ulaşmadı bile…


“Valla benim durumum kötü. Esnafım ben, küçük bir triko dükkanım var. Salgının ta başında kepenkleri indirdik, iki çalışanım vardı evlerine gönderdim onları yani, göndermeyip napıcam zaten iş yok bişey yok. Onların derdi bir yana benim kapalı dükkanın bitmeyen masrafları bir yana. Napıcaz bilmiyoruz. Devlet yardım edecez dedi gerçi ama, oraya buraya başvurduk ne gelen var ne giden. Değişen bir şey yok. Kaderimize tek edildik resmen. Zararımızı kimse karşılamayacak yani, zararımızı kimse karşılamayacak muhtemelen o belli de bundan sonraki halimiz ne olacak biz onu bilmiyoruz. Bir avuç dükkan var ekmek kazandırır mı kazandırmaz mı o da belli değil. Kaygılıyız yani, iş güvenliğimiz yok, yarın ne olacak, belli değil.”

Koronavirüs salgını, küresel ekonomide zaten konuşula gelen üretim biçimlerinin değişmesi tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Özellikle dijitalleşmenin artmasıyla, insan gücüne daha az ihtiyaç duyacak ve üretimin aksamamasını sağlayacak çalışma sistemlerinin geliştirilmesi planlanıyor. Bu da işsiz kalacak insanlar için yeni tedirginlik kaynağı. Daha genel bir tabirle robotlaşma dediğimiz sistemde, insanların yerine tehlikelerden etkilenmeyecek, mesela virüsten etkilenmeyecek robotların getirilmesi planlanıyor. Ülkemiz açısından robotların kullanımına daha çok uzun bir süre olsa da birçok işyerinde insan emeğine gerek duymayacak dijital sistemlerin gün geçtikçe yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Ekonomist Oğuz Demir, Üretim süreçlerinde dijital araçların kullanılması yaygınlaştıkça bu şartlara uyum sağlayamayan işçilerin işlerini kaybedeceğini belirtiyor:

“Pandemi bize şunu gösterdi. Bu tip dijital araçların üretim süreçlerinde kullanımı; bir üretimin aksamaması bakımından önemli görünüyor. İki uzaktan çalışma yöntemlerinin de sisteme entegre edilmesi açısından önemli gözüküyor. Ama şunu ifade etmeliyim. Türkiye’de bu süreç böyle geçirildi ama ilk etapta böyle yaygın bir şekilde oraya doğru dönüşebilecek bir enerjimiz ve finansmanımız yok. Bu bir de bir finansman işi… İşçi tarafından bakıldığında ise günümüz şartlarına adapte olamayan işçilerin ki bu çok kolay bir şey değil. Süreç içerisinde işlerini kaybedebileceğinin küçük bir demosunu görmüş olduk. Yani bugün bir anda olmayacak ama bakın buraya doğru gidiyor’uzu dünya göstermiş oldu.”

Yine dijitalleşmenin etkisiyle, teknolojik imkanların uyum sağladığı ölçüde iş modellerinde değişiklikler oldu. Örneğin esnek çalışma veya evden çalışma yöntemleri uygulamaya konuldu. Covid-19 salgını öncesinde home ofice çalışma modelleri bu kadar yaygın değildi. Düşünsenize pandemi öncesinde her sabah ofise gitmek zorunda olan bir çalışansınız ve defalarca ofise gitmek istemediğiniz halde gittiniz. Bir gün işvereninize evden çalışma talebiyle gitseydiniz muhtemelen bu görüşme işinize son vermekle sonuçlanırdı. Ama salgınla birlikte bir anda herkes evden çalışmak zorunda kaldı. Bazı sektörler evden çalışmaya uygun olmasa da koşulları zorlamaya çalıştılar. Bazı işverenler de çalışanları ikiye bölerek yarı ofisten yarı evden çalışma planı sağlamaya çalıştı. İşverenin ofis içi masraflarını düşüren bu çalışma modelinin, çalışanlara da bir konfor sağladığı düşünülse de hesaba katılmayan önemli detaylar var. Tüm gün evde olmaktan kaynaklı artan yeme-içme masrafları bu giderlerin belki de en basiti. Ofisi eve taşıyanın artık yeni bir bilgisayara, rahat bir masa ve sandalyeye, toplantılarını sorunsuz götürebilecek sınırsız bir internet ağına ihtiyacı var. Özel bir banka çalışanı olan Merve hanım evden çalışma deneyimini şöyle aktarıyor:


“Sürekli evde olmak ve küçük bir alana sıkışmak, çalışma motivasyonumu ciddi anlamda düşürdü. Çoğunlukla hiçbir şeye odaklanamaz hale geldim. İlk başlarda belki evden çalışmak daha avantajlı, daha verimli gibi görünse de mesaimin daha da çok arttığını düşünüyorum. Çünkü sabah açtığım bilgisayar belki gece yarılarına kadar açık kalıyor. Yeme-içme molaları dışında hep çalışıyor halde buluyorum kendimi. Bu çok tehlikeli ve çalışanın da mesai sistemini yok eden bir durum. Buna bağlı olarak evdeki giderler masraflar inanılmaz derece arttı. Sürekli evde olduğumuz zaman, gıda ihtiyacı, temizlik malzemesi ihtiyacı ister istemez faturalara yansıyan giderler, bunlar küçük detaylar gibi görünse de aslında hepsi birleşince çok ciddi faturalara dönüşüyor. Eğer bu durum, bu süreç bu şekilde devam ederse işçilerin özlük haklarına ciddi bir darbe olduğunu düşünüyorum.”

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) geçtiğimiz aylarda, evden çalışan çağrı merkezi emekçilerini kamera sistemi ile gözetleme talebi, evden çalışma modelini bir kez daha tartışmalı hale getirdi. Benzeri bir denetleme ve gözetleme uygulaması da Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası’nın iş ortakları tarafından tasarlandı. Tasarlanan uygulamanın adı “mess” ve “safe” kelimeleri birleştirilerek “mesafe” olarak belirlenmiş. Bu uygulama gereği, fabrika çalışanlarının sosyal mesafeyi ihlal etmemeleri için boyunlarına veya giysilerine bir cihaz takmaları gerekiyor. İşçiler arasındaki mesafe bir metrenin altına düşünce cihaz ötüyor ve yöneticilere uyarı bilgisi gidiyor.
Birleşik Metal iş Sendikası, MESS’in bu uygulamasının mesafe koruma değil, işçileri denetleme ve gözetleme olduğuna dikkat çekerek “MESAFE” uygulamasının insan haklarına ve Kişisel Verileri Koruma Kanununa aykırı olduğunu belirtti. Ayrıca uygulamanın insan onurunu zedeleyen bir nitelik taşıdığını söyledi.
Akıllara George Orwell’in 1984 kitabındaki distopik dünya düzenini getiren “İzole Üretim Tesisleri” ise Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin projesi. MÜSİAD bu projeyle bin ailenin ve 4 bin 500 kişinin yaşayabileceği şekilde tasarlanan tesislerde, hayattan izole üretim gerçekleştirmeyi planlıyor. İzole işçi Kampları herhangi bir tehlike anında dış dünyaya tamamen kapatılacak.

Ekonomist Oğuz Demir, küreselleşmenin bu kadar yoğun olduğu bir dünya düzeninde bu projenin uygulanmasının mümkün olmadığını ve çağdışı bir fikir olduğunu ifade ediyor:

“Bu bugün ilk kez gördüğümüz bir şey değil. Türkiye’de siyasi partilerde zaman zaman başta iktidar partisi olmak üzere, bu tip, böyle yurtdışından ithal ama çağın ve günün ruhuna bazen uyan genellikle uymayan fikirlerle karşımıza gelirler. Bunun ne pratik uygulama imkanı var ne de hayata geçme şansı var. Bu sadece aslında bir kafa setini ortaya koyan bir yaklaşım. Bugün dünyanın ana kavramının mobilite olduğu, bir yerden bir yere gitmek, bir yerden alıp bir yere satmak işte ithalat yapmak ihracat yapmak olduğu, sermayenin bu kadar hızlı dolaştığı, bilginin bu kadar hızlı dolaştığı, insanların bu kadar hızlı dolaştığı bir ortamda ‘ben kapatacağım sizi, küçük bir köy yapacağım orda çalıştıracağım’ fikri yani işte bizi ortaçağa kadar götüren bir fikirdir.
“Orda bahsettikleri ekonomik rekabet sağlayabileceğini söyledikleri bütün unsurlar da zaten emeğin maliyetinin düşürülmesi üzerine kurulmuştur. Çıkmasın ve hep çalışsın”

covid-19 pandemisi tabi ki sadece bir sağlık meselesi değil. Aynı zamanda devletler için ekonomik ve siyasi bir mesele. Salgının küresel çapta yarattığı bu ekonomik tahribatın, salgın bittikten sonra bile hem siyasi hem de toplumsal çeşitli değişim ve dönüşümlere sebebiyet vereceği öngörülüyor. Anadolu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, öğretim üyesi Dr. Erhan Akdemir, Türkiye’de salgınla beraber derinleşen ekonomik krizin, mevcut iktidara oy kaybettireceği yönünde bir siyasi sonucu olacağını düşünüyor:

“Türkiye’de önemli bir ekonomik kriz var. Genç işsizlik bazında özellikle, bu daha da artıyor maalesef. Bu da tabi ki mevcut yönetime karşı bir sorun olarak, bir oy kaybı olarak dönecek. Dünyanın diğer ülkelerinde de benzer örnekler gördük. Ekonomi ciddi şekilde mevcut iktidarları sarsmaya mevcut iktidarları sorgulatır hale getiriyor.
Önümüzdeki süreçlerde korona sürecinin de etkisiyle yarattığı yıkımla birlikte, yarattığı etkiyle birlikte önemli ekonomik gündemle Türkiye karşı karşıya kalıcak gibi. Türkiye’deki ekonomik, siyasal ve sosyal alandaki gelişmeler iktidarın düşündüğü, planladığı şekilde gitmiyor gibi düşünüyorum. O yüzden de bunlar toplumsal bir tepkiye neden olacak.”

Türkiye’de ekonomik etkilerin yarattığı siyasi çalkantıların mevcut iktidara oy kaybettireceği düşüncesiyle birlikte siyasi gündemde erken seçim tartışmaları da başladı. Genel itibariyle Millet ittifakı, iktidarın olası bir erken seçime hazırlandığını düşünüyor. Bizzat İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, gazeteci Nevşin Mengü’nün Sözcü TV’deki programında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın masasında bir erken seçim planının olduğunu söyledi:

“Ben sayın Erdoğan’ın masasında bir erken seçim seçeneğinin durduğuna inanıyorum. Ama yapar mı yapmaz mı, Çünkü biz tek adam rejimizdeyiz.
Dolayısıyla sayın Erdoğan’ın kararına bağlı. Ben uzaktan bir okuma yaptığım zaman, Ekim-Kasım gibi bir seçimin masasında olduğu
-Bu Kasım?
-Tabi tabi bu şeyde olduğuna, masanın üstünde olduğuna ama nasıl bir sonuç, nasıl bir karar verecek konusunda henüz yorum yapamam”

Erken seçim olur mu? Olursa ne zaman olur, seçim neler getirir neler götürür? AKP’den kopanların oluşturduğu yeni partiler, iktidar partisinden oy çekebilir mi? Bunları zaman göstericek.
Fakat Akademisyen Burak Bilgehan Özpek, kurulan bu yeni partilerin pandeminin yarattığı kriz ortamından güçlenerek çıkabileceğini düşünüyor:

“Türk ekonomisi çok büyük bir parlaklık içerisinde olmayacak. En azından onu söyleyebiliriz. Bu beraberinde hem iç politikada hem de dış politikada bazı değişiklikleri getirecektir. Hükümet kanadında bölünmeler bunun bir parçası olabilir. Zaten kriz zamanında Süleyman Soylu’nun istifasıyla bunu gördük. Yine muhafazakar sağ siyasette bölünmeler ya da bölünen parçaların güçlenmesi şeklinde bu durum ortaya çıkabilir. Yani yeni kurulan Deva ve Gelecek partileri bu krizden güçlenerek çıkabilirler, hükümetin ekonomik konulardaki başarısızlığını kendi söylemlerine uyarlayabilirler. Ve bir çok muhafazakar seçmeni cezbedebilirler.”

Salgın, dünyanın mevcut ekonomi politik sistemini değiştirdiği gibi ülkelerin kendi ekonomik ve politik yapılarını da farklı yönlerden etkiledi. Uluslararası ilişkiler boyutu da bu etkilerin önemli yönü. Kimi değerlendirmelere göre Küresel bir dayanışmaya ihtiyaç vardı ve küresel bir sorun karşısında devletler ortak bir irade ortaya koyarak, ortak çözümler üretmeye çalıştı. Kimilerine göre ise, her ülkenin kendi derdiyle uğraştığı bir süreç yaşanıyor. Öyle bile olsa, dış politikada yarattığı dalgalanmaların etkisi yeni tartışmaları gündeme getirecek gibi duruyor.
Türkiye bu süreçte, Haziran ayı itibariyle içinde ABD, Çin, İngiltere, İspanya ve İtalya’nın da bulunduğu 125 ülkeye tıbbı yardım gönderdi. Türkiye’nin bu hamlesi dış politikada bir imaj toparlama ve prestij sağlama olarak yorumlandı.
Bu hamleyle “Avrupa ülkelerine yardımda bulunacak kadar güçlüyüm” mesajını vermek isteyen Türkiye, ayrıca küresel ekonomi de iki başat rol olan Amerika ve Çin arasındaki çekişmelerden doğan boşlukta kendine bir alan açıldığını düşünüyor. Siyaset bilimci, Burak Bilgehan Özpek, Türkiye’nin süper güçler arasındaki bu çatışmadan faydalanabileceğini ifade ediyor:

“Türkiye’nin önünde bazı fırsatlar da var. Özellikle Çin’in bu krizden dolayı Avrupa ve ABD tarafından kabahatli görülmesi, Türkiye için bazı üretim fırsatları yaratabilir. Özellikle Çin ile yapılan ticaretin ekseninin veya merkezinin Türkiye’ye kayması bu senaryolardan bir tanesi. Ancak bunun olabilmesi için minimum ekonomik rasyonelitenin, güvencelerin verilmesi gerekiyor. Yani Türkiye’nin de Çin’den beklendiği gibi uluslararası hukuka karşı bazı sorumlulukları, anlaşmalara karşı bazı sorumlulukları olacak. Bunu yerine getirmesi bekleniyor. Eğer bu standartları sağlarsa tabi ki Türkiye Çin’den kayacak olan üretim fırsatlarını değerlendirebilir”

Ekonomist Murat Muratoğlu ise Türkiye’nin bu krizi fırsata çevirebilecek bir şansı olmadığını söylüyor:

“Yani sizin diğer ülkelerden pazar kapmanız düşünülüyor, fırsata çevirmek açısından. Dünyada hiçbir ülke geçmişte olmayan bir pazarını tekrar yaratamaz. Çünkü yaratması için yatırım yapması gerekir. En azından Türkiye için konuşayım. Olmayan tasarruflarla gelmeyen sıcak parayla ve yüksek borçlulukla yatırım yapacak bir hali yok. Yani Türkiye için fırsat nedir. Çin’in bulunduğu pazarları kapmaktır. Yani Avrupa’ya daha yakın olduğunuz için navlun fiyatları da daha düşük olacağı için belki Çin’in pazarı kapabiliriz diye düşünüyoruz ama Çin’in maliyetlerine ulaşmamız Dünyanın her hangi bir ülkenin ulaşması sadece Türkiye değil imkânsız. Çok yüksek montanlı çok ucuz ürünler çıkartabiliyor Çin. Aynı zamanda altyapısı tamamen hazır. Türkiye’nin bu alt yapıyı hazırlayıp bu üretime geçmesi ve olmayan parayla, bulamadığı borçla, gelmeyen dövizle bunu yapabilmesi imkânsız”

Podcast