“SEKÜLER YAŞAM, AKP VE LAİK DEVLET”

“SEKÜLER YAŞAM, AKP VE LAİK DEVLET”
Dilek Gedik, "AKP ve Laiklik" serisinin dördüncü bölümünde seküler yaşamın dönüşümünü Melda Onur, Berrin Sönmez, İlahiyatçı Profesör Doktor Hilmi Demir ve Okan Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Umut Azak'la konuşuyor.

AKP’nin 20 yıllık iktidarında öğrendiklerimizi tekrar hatırlayalım: Milli içkimiz ayran, kızlı-erkekli yurtlar yasak hatta evler daha da yasak, cemevinde ibadet yasak değil ama çok tehlikeli, eşcinsellik sapkınlık, anneliği reddeden, evini çekip çevirmeyen kadın eksik ve yarım, İstanbul Sözleşmesi ensest nedeni, 30 yaşından önce evlenmek şart, evlenmek yetmez en az üç çocuk olmazsa olmaz.

En yeni yasağımız da müzikten geldi. Pandemi dönemi boyunca iflas eden eğlence sektörü son yasakla tabiri caizse öldürücü darbeyi de aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabine toplantısının ardından yaptığı “Müzikle ilgili sınırlamayı 24.00'e çekiyoruz. Kusura bakmasınlar, gece kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok” sözlerine tepki yağdı, birçok çevreden, çok sayıda insan bu yasağın kusuruna baktı!

DEMOKRASİYE VE LAİKLİĞE DESTEK

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı- TEPAV Ortadoğu ve Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü direktörlüğü görevini yürüten İlahiyatçı Profesör Doktor Hilmi Demir, Türkiye’nin en geniş katılımlı olduğunu ifade ettiği radikalleşme anketinde halkın laiklik ve demokrasi algısının sonuçlarını bizimle şu şekilde paylaşıyor: 

“Anketin ilkini 2016 Mayıs ayında yaptık. İkincisini 2020 Mayıs ayında tekrarladık. Anketimiz 7.200 kişilik örnek bir grupla, yüz yüze görüşülerek yapılıyor. Bu ankette gördüğümüz en önemli hususlardan bir tanesi 2016 yılından itibaren laiklik ve demokrasiye olan toplumsal desteğin arttığını gözlemlemek oldu. İlk olarak 2016 yılında yaptığımızda Türkiye’de laikliği destekleyen grubun oranı yüzde 74.8 çıkmıştı. 2020’de ise bu destek oranı yüzde 80.8’e çıktı. Yine demokrasi konusunda da 2016 yılında demokrasiye olan toplumsal destek yüzde 83 iken bu destek 2020’de yine hemen hemen aynı oranlarda seyretti. Burada en önemli şey kuşkusuz, laikliğe olan desteğin artmış olmasıydı. Bu açıdan baktığımızda Türkiye’nin sosyolojisinde ister muhafazakar olsun, ister dindar olsun, ister milliyetçi olsun, ister seküler olsun toplumun büyük bir kesimi laikliğe ve demokrasiye olan desteğini sürdürüyor hatta bu giderek artıyor. Tabii bunun artmasının birçok nedeni var. Bunlardan iki tanesinin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Çevremizde ve coğrafyamızda yaşadığımız IŞİD terör örgütünün tehdidi ve 15 Temmuz’da yaşadığımız FETÖ darbe teşebbüsü. Her iki olayın da Türkiye’de laiklik ve demokrasiye olan güvenin ciddi anlamda desteğinin artmasına katkı sağladığını düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında aslında Türkiye’nin özellikle merkez siyasetinde yer alan toplumsal kesimin büyük oranda laikliğe ve demokrasiye desteğinin giderek arttığını söyleyebiliriz.”

“ŞEYTANLAŞTIRIYOR VE KORKUTUYORLAR”

İktidarın laiklikle sınavını çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemine göre analiz eden İletişimci ve CHP 24. Dönem İstanbul Milletvekili Melda Onur, AKP’nin son dönemdeki kritik kararları, Ayasofya ve Taksim Cami açılışlarında yaşananlar, İstanbul Sözleşmesi, yaşam tarzlarına müdahale olarak nitelendirilecek uygulamaları şöyle değerlendiriyor: 

“AKP iktidarı en başından itibaren devlet yönetiminde laikliğe, toplumsal hayatta Toplumsal hayatta da belli bir yaşam tarzına, yani bizim seküler dediğimiz yaşam tarzına karşı bir tavır takındı.  İlk başlarda tutunabilmek için liberallerle, toplumun AKP’yi kabul eden kesimiyle bu insanlar yasaklarla, yoksullukla, yolsuzlukla mücadele edecekler diyerek kredi veren kesime karşı bir şekilde toplumda yer bulmak için, tutunmak için bu amaçlarını bir süre sakladılar. Ama kalfalık, ustalık dönemi dediğimiz yıllarda iyice açığa çıktı. Bunu özelliği toplumsal hayatta, devlet kadrolarına dönüşümüne baktığımızda görebiliyoruz. İmamların, cemaatlerin devlette daha çok yer alması, imamların her konuda fetva verir olmaları, yaşam tarzlarına dönük, şeytanlaştıran, korkutan, cehennemi gösteren, cenneti gösteren bir takım açıklamalar yapmaları, hukukun dışında normal evrensel hukukun dışında bir şeriat hukukuna dönük söylemlerde bulunmaları ve bunların bir ifade özgürlüğü olarak kabul edilmesi, tüm bunlar devlet yönetiminde aslında yavaş yavaş laiklikten uzaklaşmak istenildiğinin göstergeleriydi. Bugün geldiğimiz nokta bunu açıkça göstermektedir. Atatürk burada çok önemli bir semboldür. Laikliğin bir sembolüdür. Özellikle de Ayasofya imamları başta olmak üzere çeşitli zamanlarda Atatürk ve laikliğe, yeniliklere karşı ve seküler yaşam tarzına karşı o söylemler duyarız. Öte yandan ise kadınların yaşam tarzlarını, giyim kuşamlarına, nasıl evlenmeleri, ne zaman evlenmeleri, ne şekilde çocuk doğurmalarına dönük söylemler, kız çocuklarının eğitimlerinin kısıtlanmasına dönük gayretler –bunu doğrudan yapmazlar ama bir kılıf uydurarak bir şekilde yaparlar-,  sürekli olarak erken evlilikleri, tecavüzleri dayatan gayretler, tüm bunlar işte devlet yönetiminin toplumsal yaşamda sekülerliği hedef alan uygulamaları… Alkoldü, LGBTİ bireylerdi… Tüm bu konular artık yavaş yavaş önümüze birer günah, birer suç özneleri olarak getirilmektedir.”

“DEİST YAKLAŞIM ARTTI”

Bir başka siyasetçiye dönelim tekrar. AKP hükümetlerinin Kültür ve Turizm Bakanı eski bakanı Ertuğrul Günay, seküler yaşamı tehdit eden yaklaşımların halkın dini kurumlardan soğutma, dinden uzaklaşma sonucunu doğurduğunu da şu sözlerle anlatıyor: 

“Halka somut olarak bir şeyleri vermekte sıkıntı duymaya başlayınca, bir iktidar halkın taleplerine cevap vermekte güçlük çekmeye başlayınca dini duygulara yönelmeye, manevi dünyaya önem vermeye, Allah, kitap, Kuran, Peygamber gibi insanların manevi duygularını okşayan ama karnını doyurmayan bir takım söylemlere yöneliyor. Bu sadece bugünkü iktidara özgü bir olay değil. Demokrat Parti'nin son döneminde de böyle şeyler yaşandı. Ama bu dönemde özellikle 2014'ten alırsak, örneğin aşağı doğru bir gidiş 5-6 yıldır gözüktüğü için bu istismar konusunda da yukarıya doğru bir giriş başladı. Burada vahim olan işlerden birisi bunu her zaman siyasi iktidar siyasetçiler yapagelirler. Halka söyleyecekleri yeterli söz kalmayınca… Ama devletin bir kurumu var. Toplumun her kesiminden toplanan vergilerle ayakta duran bir kurum ve çok sayıda maddi imkanı ve elemanı var: Diyanet İşleri Başkanlığı, anayasal bir kurum. Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye'deki bütün inançlara özgürlük ve eşitlik içinde adalet içinde hizmet etmekle yükümlü bir kurum. Ama fiili olarak uzun zamandır son dönemde iyice artı, Bir Sünni İslam ve Sünni İslam'ın içinde, hatta belli tarikatların örgütlenmesi, sözcüsü ve onları yaygınlaştırma aracı haline geldi. Siyasi iktidarın sıkıştığı noktalarda siyasi iktidar lehine manevi etki yapmaya kalkar. Onun lehine fetva vermeye kalkan bir kurum. Ama bu faydalı mı? Saf anlamda söylüyorum, dini inancı, manevi, vicdani bir güzel duygu olarak alarak söylüyorum. Bunun için faydalı mı? Hayır çok zararlı. Türkiye'de belki ilk defa Diyanet'in bu kadar siyasi tarafı olması, bu kadar bir mezhep ve bu kadar belli tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin aracı haline gelmesi, toplumu dinden uzaklaştıran etkiler yapmaya başladı. İlk defa gençler arasında ve ilk defa orta kuşakta ben bu kadar yaygın dini kurumlardan, söylemlerden soğuma ve aleni biçimde ateizm demeyelim de deist bir yaklaşım görüyorum.”

GEZİ FAKTÖRÜ

Melda Onur’la devam edelim. Onur, muhalefetin bu süreçte iyi bir sınav vermediğini ifade ederek Gezi eylemlerini hatırlatıyor:

Burada doğru bir mücadele verildi mi? Ben muhalefetin çok eksik kaldığını düşünüyorum. Özellikle bu alkol konusunda en başından itibaren bir karşı duruş sergilenemedi. Kadınlarla ilgili olarak evet kadın örgütleri mücadele ettiler ve LGBTİ’lerle ilgili olarak LGBTİ örgütleri mücadele ettiler. Ama seküler hayat yaşayan orta sınıf bir kitle ancak öfkesini Gezi eylemlerinde dile getirebildi. Bugünlerde yıldönümünü kutladığımız ve tabi ölen arkadaşlarımızı andığımız Gezi öncesi tam da şimdi tartıştığımız yaşam tarzı hedeflenmişti ve o yaşam tarzını savunan, savunmak isteyen kitleler sokaklara çıkmışlardı. Bugün aslında Gezi'ye karşı iktidarın bunca öfkesi biraz da bu arzu ettiklerini yapmaya çalışırken bunu gerçekleştirmelerine engel olan önemli bir hareket olmasıdır. Gezi hareketi bu açıdan çok laik, seküler bir harekettir. Bu açıdan çok önemlidir. Bu karşıtlık yani laik, anti- laik, seküler, seküler olmayan çatışması bu iktidarın bir yaşam şekli haline geldi. Ama bunun çok fazla uzun süreceğini zannetmiyorum. Bu bir yere kadar gidebilir. Çünkü esas olan artık yoksulluk, ekonomi, açlık ve işsizliktir.”

KADINLAR İÇİN KURULMAK İSTENEN DÜZEN

Berrin Sönmez. 28 Şubat sürecinde üniversiteden uzaklaştırılan, Müslüman, feminist ve bir aktivist. Kadınların özerk, özgür hukuk öznesi bireyler olduğu gerçeğini yok saymak isteyen anlayışın dinden değil dinin geleneksel yorumlarından kaynaklandığını savunan Sönmez, “Kadının insan haklarının kadınlar tarafından kullanılabilir olması, laik hukuk devleti olma şartımızla doğrudan doğruya bağlantılı” diyor ve devam ediyor:

Laiklik ilkesi kadının insan haklarını dindar-seküler ayrımı olmaksızın bütün kadınlar  tarafından yaşanabilir kılacak bir ilkedir. Laiklik ilkesinin uygulanması ile kadını sınırlayan kadın haklarını aşındıran, dini ve kültürel değerlerin toplum hayatını düzenleyecek güçten uzaklaşması mümkün olur. Yani kadınların aile ve kültür ile din ile sınırlandırıldığı düzeni önleyecek tek şey laikliktir aslında. Tabii ki bir hukuk devleti normlarının uygulanması da laiklik ilkesi ile doğrudan doğruya ilişkili. Dindar kadınların da hem dindar kimlikleriyle, hem de kadının insan haklarını yaşayabilir olması mümkün laiklik ilkesinin uygulanmasıyla. Ancak örneğin YÖK Başkanı'nın son sözlerini hatırlayalım.’ Aileler kızlarını üniversitelere, üniversite hocalarına emanet ediyor, annelik babalık yapsın diye’ demişti Bu sözler aslında üniversite öğrencisi erkek çocuklarına, gençlere herhangi bir şey söylemiyor, sadece kadınların hayatlarını sınırlayacak bir şekilde düzenliyor. Yani reşit olmuş bireylerin kadın oldukları takdirde hala üniversite hocaları tarafından babalık saiki ile yönetilmesi gerektiği anlayışı hakim. Bu kadar eşitsiz, cinsiyetçi ve evrensel değerlerden uzak bir söylem olamaz. İktidarın emrindeki Yükseköğretim Kurulu Başkanı'nın bu sözleri aslında akademide kurulmak istenen düzeni de bize gösteriyor. Bir kadın üniversitesi kurmak yani üniversitede akademi de bile harem selam düzeni yaratmak gibi bir gayret var. Bunların laikliğe doğrudan doğruya aykırı olduğunu söylemek mümkün. Çünkü bu görüşlerin temellerinde dini değerler yatıyor. Kadınların özerk, özgür hukuk öznesi bireyler olduğu gerçeğini yok saymak isteyen bir anlayış var. Dinden kaynaklanıyor ama aslında dinden kaynaklandığını söylemek de büyük bir hata. Çünkü dinin geleneksel yorumlarından kaynaklanıyor demek gerekiyor ve geleneksel yorumların ataerkil zihniyetin esareti altında olduğunu da belirtmek şart. Kadının insan haklarının kadınlar tarafından kullanılabilir olması, laik hukuk devleti olma şartımızla doğrudan doğruya bağlı.”

“DİNDAR AİLELERİN ÇOCUKLARI DA SEKÜLERLEŞİYOR”

Gelinen noktada dindar ailelerin çocuklarının sekülerleştiğini belirten Gazeteci-Antropolog Ayşe Çavdar’la devam edelim: 

“Şu anda devlet, laik mi, değil mi hiçbir şey belli değil. Devletin bir karakteri yok. Orada birisi var. Yani o birisi dindar birisi. Her Cuma neredeyse hutbe vermeye başladı. Bulduğu her alana büyücek bir cami dikiyor ama ben o camilere mesela cami demiyorum, onlar cami anıtları, cami heykelleri onlar. Artık var olmayan bir şeyin yerine konmuş şeyler. O da nedir? O, dinin bütünleyen, birleştiren, etrafında insanları inanma biçimi olarak formundan başka bir şeye dönüştü. Piyasaya düştü ve artık istese de o eski din olmayacak. Kendileri farkında olarak ya da olmayarak siyasal işlerini dine dayandırarak dönüştürdüler bir şekilde.  Buna kimisi tahrip etmek diyor, kimisi reform etmek diyor, kimisi ‘yok canım dinin aslı buydu’ diyor. Ama eski tahrip ettikleri din yok artık. Onun yerine konan o şeyler var. Dolayısıyla şu anda devlet laik demek bayağı ileri bir şey olur. Devlet laik falan değil. Hastaneye de imam sokuyor, Sünni bir imam sokuyor sonuçta. Sünni İslam'a dayalı bir devlet söylemimiz var şu anda. Ve tam da böyle bir ortamda bence hiç tesadüf değil seküler etik arayışı her yerden çıkıyor. Çünkü diyor ki mesela insanlar, dindar olmak ahlaklı olmak anlamına gelmiyor diyor. Devletin işlerine güvenmemeye başladığı zaman, devletteki çürümenin farkına vardığı zaman bunun din yüzünden olduğunu düşünmeye başlıyor. Ne oluyor o zaman? Güvenilir bir alan olarak onun dışında alanlar bulmaya çalışıyor. Onun dışında ilişkiler kurmaya çalışıyor. Zaten seküler ailelerden gelenler öyle devam ediyorlar. O ayrı. Dindar ailelerden gelen gençlerin  sekülerleştiklerini görüyoruz.”

DİN KAYNAKLI TARTIŞMALAR KARŞISINDA NE YAPIYORUZ?

Laiklikle ilgili tüm farklı yaklaşımların ortak noktasının inançla ilgili tehdit algısı olduğuna dikkat çeken İstanbul Okan Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Umut Azak, gerçek anlamda laiklik talebinde bulunmanın koşuluna dikkat çekiyor: 

Laiklik tartışmaları, din kaynaklı ya da dinle ilgili çoğunlukla haklı korkular etrafında örülü. Doğal olarak tehditler karşısındaki tepkilerimiz de çeşit çeşit. Ya tehdit yokmuş gibi davranıp kulaklarımızı, gözlerimizi kapamayı tercih ediyoruz. Ya da kendimizi koruma içgüdüsü ile tehdidin kaynağına karşı saldırgan ve düşmanlaştırıcı bir tavır takınıyoruz. Bazen de ikisini de yapmayıp, kaçıyoruz kendimizi olabildiğince toplumdan izole ederek veya bir şekilde yurtdışına kaçarak. Ama şunu da hatırlamak lazım: Laiklik ile ilgili tüm bu farklı yaklaşımlarımızın ortak bir noktası var. İnançla ilgili bir tehdit algısı. Bu tehditlerin gündelik yaşamımızı nasıl etkilediğini konuşabilmeliyiz. Çünkü aslında talep ettiğiniz şey de ortak. Eşit, özgür ve onurlu bir yaşam. Bu ortaklığımızı fark edip, herkesin bu haklara layık olduğunu kabul ettiğimizde gerçek anlamda bir laiklik talebinde bulunabileceğiz.”

HERKESİN KORKUSU FARKLI

Umut Azak, “Laikliği tartışırken aslında neyi tartışıyoruz?” sorusuna “Biz kimiz, bunu tartışıyoruz” diyerek net bir yanıt veriyor ve şunları söylüyor:

“Dinin ve milli kimliğin içeriğine, sınırlarına dair farklı konumlanmalarımız, yaklaşımlarımız çatışıyor, yarışıyor. Türklüğün nasıl bir İslam’la nasıl harmanlanması gerektiğine dair bir çatışma aslında bu.  ‘Senin dinin sana, benim dinim bana diyen bir İslam mı, yoksa benim dinim senin ve bütün milletin de dini olmalı diyen bir anlayış mı’ hakim olacak. Çok uzun süredir bu ikinci çıkmaz ve dar yolda ilerlediğimiz için sıkışma, daralma hissi yaşıyoruz. Nitekim laiklik tartışırken diğer bir çıkış noktamız da duygularımız yani korkularımız. Örneğin kadınlar olarak dini gerekçelerle bedenlerimiz ve yaşamlarımız üzerinde tahakküm kurulmasından korkuyoruz. Bu nedenle de kadınlar içinde laiklik her şeyden önce devletin gündelik yaşamdaki bu tahakküme ortak olmaması anlamına geliyor. Muhafazakar ya da dindarsak kutsal saydığımız sembollerimizin, geri kalmışlık ya da gericilik yaftalarıyla damgalanmasından aşağılanmasından korkuyoruz. Bu yüzden de İslamcılar laikliği, tümden reddediyor ya da birçok muhafazakar gibi laikliği çoğunluk dinine mensup olanların özgürlüğü anlamındaki bir vicdan özgürlüğü prensibi olarak yorumluyorlar. Alevi ya da azınlık dinlerinden birine mensupsak Sünni pratiklerin gündelik yaşamda okullarda, işyerlerinde giderek artan şekilde egemen hale gelmesinden dolayı daha da fazla marjinalleştirilmekten ve sessizleştirilmekten korkuyoruz. Bu nedenle Sünni İslam inancının dışındaki bu gruplar içinde laiklik, eşit vatandaşlık talebi anlamına geliyor. Atatürkçü isek İslam’ı bayraklaştıran, sloganlaştıran liderlerin kitleleri manipüle ederek, devleti tamamen ele geçirmesinden ve Avrupalılık iddiamızın son vermesinden korkuyoruz. Çünkü Atatürkçü perspektiften laiklik hem Müslüman hem de arzulanan batılı kimliğinin bir arada olabilmesinin teminatı. Dinsizsek ya da inançsızsak öldürülmekten korkuyoruz. Kendini herhangi bir din ya da inançla tanımlamak istemeyenler için laiklik, temel yaşam haklarının bir garantisi anlamına geliyor.”

Podcast