Asker - Siyaset ilişkileri II: Cumhuriyet'in "Ordu Millet" doktrini

Bugün Kemalist çevrelerde 1923-1938 arasındaki dönemde, ordunun siyasete doğrudan müdahale etmediğini, hatta uzak durduğunu düşünmek yaygın bir tavırdır. O dönem bazıları için sanki bir tür “Asr-ı saadet”tir. Peki, bu doğru mudur?

"Askerimizi, askeriyemizi sevmiyenin Türklüğünden şüphe edilmelidir.” (Kültür Bakanlığı Milli Seferberlik Direktörü Kadri Yaman, 1938)

Yeni kurulacak ulus-devlet için “ordu-millet” veya “asker-millet” yaratmak işine daha Milli Mücadele yıllarında başlamıştı. Kastamonu’da Gençler Kulübü, Çerkeş’te Gençler Mahfili adları altında Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine yardım eden bazı gençlik örgütlenmeleri vardı ama en ilginç örgütlenme Kazım Karabekir’in “Gürbüzler Ordusu” idi.

Milli Mücadele sırasında Doğu Cephesi komutanı olan Kâzım Karabekir, 1915’ten itibaren Erzurum civarında yetim kalan 2 bin kız, 4 bin kadar erkek çocuğu sokaklardan ya da bakamayacak durumda olan akrabalarının yanından toplatmış oğlanların yarısıyla, “Gürbüzler Ordusu” kurmuştu. Bu çocuklara kayak dersi de dahil olmak üzere askeri eğitim verilmiş, bir kısmına Sanayi Gürbüzler Mektebi’nde zanaat öğretilmiş, orduya kaput, potin diktirilmişti. Ama hepsine kendi ifadesiyle “Türklük bilinci” aşılamıştı.

Karabekir’in koruma altına aldığı kimsesiz erkek çocuklar arasında, Ermeni yetimler de bulunuyordu. Bu çocuklardan kabiliyetli olanlar, Karabekir tarafından, sanki Türk ailelerin yetimleri gibi gösterilerek Bursa’da yeni açılan Işıklar Askerî Lisesi’ne gönderilmiş, bir bölümü ise meslek erbabı olarak hayata karışmıştı.

Milli Mücadele kazanıldıktan sonra sıra yeni devletin örgütlenmesine gelmişti. “Bu Cumhuriyet’i askerler kurdu” sözü gerçeğin aşırı zorlanması anlamına gelir ama Cumhuriyet’in kuruluşunda asker kadroların ve ordunun büyük rolü olduğu açıktı. Osmanlı döneminin asker kadrolarının yüzde 93’ü, sivil kadrolarının yüzde 85’i yeni rejimde göreve devam etmişti. Ordu ve kolordu komutanlarının tümü 1920-1927 arasında görev yapan Birinci ve İkinci Meclis’te milletvekiliydi. Birinci Meclis’in yüzde 14’ü, İkinci Meclis’in yüzde 20’si asker kökenli üyelerden oluşmuştu. Yeni ulus-devletin kurucu önderlerinin yüzde 80’i asker veya asker kökenliydi. Cumhuriyet’in ilk yarısında savunma, bayındırlık ve ulaştırma bakanlıklarının asker kökenlilere verilmesi gelenek olmuştu. Taşra teşkilatında kumandanların, ordu müfettişlerinin valilerin, kaymakamların görevini yapmaları sık rastlanan bir durumdu.

İsminin başında “milli” sıfatı olan iki bakanlıktan birinin “Milli Eğitim” diğerinin “Milli Savunma” bakanlıkları olması rastlantı değildi. Mustafa Kemal Atatürk için en çok kullanılan iki unvanın “başöğretmen” ve “başkomutan” olması da rastlantı değildi. Ayrıca, “öğretmen ordusu” ve “bir eğitim yuvası olarak askerlik ocağı” gibi terimler de bilinçliydi.

Goltz Paşa’nın tilmizleri

Bugün Kemalist çevrelerde 1923-1938 arasındaki dönemde, ordunun siyasete doğrudan müdahale etmediğini, hatta uzak durduğunu düşünmek yaygın bir tavırdır. O dönem bazıları için sanki bir tür “Asr-ı saadet”tir. Peki, bu doğru mudur?

Cumhuriyeti kuran asker kadrolar, Prusya sisteminin egemen olduğu Mekteb-i Harbiye’den mezun olmuşlardı. Bu okullarda ders veren Alman subaylarının Osmanlı İmparatorluğu’na taşıdığı temel fikir, tüm milleti silâhaltında tutmayı amaçlayan militarist bir dünya görüşüydü. Aynı zamanda, 19. yüzyıl Pozitivizminin ve Kameralizminin (aydın despotizmi) etkisi altında olan kurucu kadrolar, bir felsefi spekülasyon geleneğinden beslenmedikleri için olayların tarihsel arka planına kafa yormak yerine, gündelik hayatın içinden üretilen, bir tür “hal çareleri arama” siyasetine yatkındılar. Dolayısıyla rejimin “iç düşmanlara” karşı korunmasında ordunun gücüne başvurmaktan çekinmiyorlardı. Ekim 1923’te faaliyete geçen Harb Akademileri’nde aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi Goltz ekolünden gelen Alman subaylar ders vermeye başlamıştı (Bu görevliler ancak 1939’da savaş başlayınca Türkiye’den ayrılacaklardı.)

Kâzım Karabekir Paşa, Şubat 1925’te Maarif Vekaleti bütçesi görüşülürken, “artık milleti müselleha devrinin geldiğini kabul etmek gerekir” dedikten sonra beden eğitimi derslerinin daha ciddiyetle işlenmesini, silahla başarılı atış talimleri yapılmasına önem verilmesini istemişti. Nitekim 1926’dan itibaren tüm okullarda kız ve erkek öğrencilere askerlik dersi verilmeye başlamıştı.

Ya askerlik ya siyaset!

Bu tezi savunanların sıkça söylediği gibi 1924 Anayasası’nın “Milletvekilliği ile Hükûmet memurluğu bir kişide birleşemez” diyen 23. maddesi veya Mustafa Kemal’in 19 Ekim 1924’te, eski bir CHF grup kararına dayanarak Meclis’in kumandan üyelerine ya milletvekilliğini ya askerliği seçmelerini emretmesini, “askeri siyasetten uzak tutmak” olarak nitelemek mümkün müdür? Bence hayır. Neden mi?

Mustafa Kemal, sonradan Nutuk’ta belirteceği gibi, epeydir bazı Millî Mücadele paşalarının eski İkinci Grup üyeleri ve bazı gazeteler aracılığıyla ulusu kendisine karşı kışkırtmak için yurtiçinde gizli örgütler kurma çabasında olduklarına inanıyordu. Resmî tarih yazımına “Paşalar Komplosu” olarak geçecek olan bu “tertip”i boşa çıkarmak için, 30 Ekim 1924’te Meclis’in altı kumandan üyesine ya milletvekilliğini ya askerliği seçmelerini emretti. Mustafa Kemal’e sadakatinden ve adının Osmanlıca yazılışından dolayı “Kuzu Paşa” lakaplı Fevzi Paşa ve dört kolordu kumandanı, bu isteğe uyarak orduda kalmayı seçtiler. Talebe itiraz edenler ise zorla istifa ettirildi. Daha önce istifa eden Kâzım Karabekir, bir keresinde TBMM’den çıkarıldı. Muhalif gruptan Hoca Esat Efendi’nin, 20 Ekim 1924 tarihinde Yunanistan’dan gelen göçmenlerin nerelere yerleştirildiği, yatılı okullara ne kadar parasız öğrenci alındığı ve nerelerde ilkokullar açıldığı konularında verdiği önerge, 27 Ekim’de gensoruya çevrildi. Gensoru görüşmeleri sırasında, hükümetle muhalifler arasında sert tartışmalar oldu. Bu tartışmalar, ayrılığın ilk sinyali idi. Öyle ki 8 Kasım günü yapılan oylamaya 41 milletvekili katılmamıştı. Ancak hükümet 19 ret oyuna karşılık 148 milletvekilinden “güvenoyu” aldı. Ertesi gün Rauf Bey ve 10 arkadaşı CHF’den istifa ettiler. Bu kişiler Adnan, Selahattin, Muhtar, Sabit, Halis Turgut, Feridun Fikri, Faik Beyler ile Rüştü ve Refet Paşalar idi. Birkaç gün sonra onları 21 milletvekili daha izledi. Halk Fırkası’na “Cümhuriyet” (o tarihte böyle söyleniyordu) ibaresinin eklenmesine bu sırada karar verildi. 10 Kasım 1924’te fırkanın adının Cümhuriyet Halk Fırkası (CHF) yapıldığı açıklandı.

Olayların gelişiminden de anlaşılacağı üzere askerleri siyasetten uzaklaştırmak için değil, Cumhuriyet’in ilanı ve Halifeliğin kaldırılması başta olmak üzere pek çok konuda Mustafa Kemal’e muhalefet eden komutanları ordudan uzaklaştırmak amacıyla alınmıştı. Elbette, işin en ironik yanı, kumandanlara siyasi ahlak dersi veren Mustafa Kemal’in ve has adamı İsmet Paşa başta olmak üzere rejime sadık pek çok asker-milletvekilinin askerlikten istifa etmemeleriydi!

Bu tarihten itibaren Mustafa Kemal’in gerektiği zaman orduyu siyaseti etkilemek için kullanmasının en önemli örneği Halifeliğin kaldırılması kararını, 15-20 Şubat 1924’te İzmir’deki Harb Oyunları için toplanan ordu komutanlarına aldırmasıydı. Ama, Halifeliğin kaldırıldığı 3 Mart 1924’te kabul edilen kanunlardan birinin de Erkanı Harbiye Umumiye Vekaleti’nin kaldırılması, dolayısıyla kabineden çıkarılmasıydı. Mustafa Kemal’in kafasında “vazifesinde müstakil” bir Erkânı Harbiye Umum-u Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) olduğunu “anlayan” Ali Fuat Paşa’nın, bunun “kontrolsüzlük” olacağı uyarısı üzerine Mustafa Kemal, “haklı olduğunu”, ancak “bazı sebeplerin” kendisini böyle karar almaya mecbur ettiğini söylemişti. Bu “bazı sebepler” zamanla ortaya çıkacaktı ama ilk hedefin orduyu, meclisin denetiminden çıkararak cumhurbaşkanına, yani kendisine bağlamak olduğu açıktı.

Mareşal üniformasının gücü

Mustafa Kemal’in halkın “asker sevgisi/korkusu”nu başarı ile kullandığı bir başka olay “Şapka Devrimi” idi. TBMM’nin tatile girmesinin ardından 23 Ağustos 1925’te Çankırı, İnebolu ve Kastamonu’yu kapsayan bir geziye yanında Fuat (Bulca), Nuri (Conker), iki yaveri ve bir kâtiple sessiz sedasız ayrılan Mustafa Kemal, dönemin CHP Genel Sekreteri Saffet Arıkan’a bu “devrim” için Kastamonu’yu seçmesinin nedenini şöyle açıklamıştı:

Bütün vilayetler beni tanırlar. Ya üniforma ile veya fesli, kalpaklı veya sivil elbise ile görmüşlerdir. Yalnız Kastamonu’ya gidemedim. İlk önce nasıl görülürlerse öyle alışırlar, yadırgamazlar. Üstelik bu vilayet halkının hemen hepsi asker ocağından geçmişler, itaatlidirler, munistirler. Adları gericiye çıkmışsa da anlayışlıdırlar. Bunun için şapkayı orada giyeceğim.

Geziyi izleyenlerin anılarına göre Mustafa Kemal, gri renkte sade bir elbise giymişti. Elinde Panama şapkası vardı ama yol boyunca başı açıktı. Kastamonu’ya yaklaşırken eline şapkayı almıştı. 24 Ağustos’ta Kastamonu’daki incelemelerine, üzerinde Mareşal üniformasıyla kışlayı ziyaret ederek başlayan Mustafa Kemal, teftiş sırasında birkaç erin başlığını çıkarttırarak incelemiş, “Fikrimiz, kıyafetimiz tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır” diyerek gezinin hedefini açıklamıştı.

Mareşal üniformasının da etkisiyle, durumun hassasiyetini hemencecik kavrayan Vali Kıbrıslı Fatin Bey ile Kastamonu Milletvekilleri Mehmet ve Ali Rıza Beyler başta olmak üzere, bazı memurlar alelacele terzilere haber salmışlar ve ertesi gün beyaz renkte kumaştan şapkaya benzeyen başlıklarla Gazi’nin huzuruna çıkmışlardı.

İzmir Suikastı ve rahatlama

O tarihe kadar solcusundan İslamcısına, Türkünden Kürtüne, rejimin tüm muhaliflerine kök söktüren İstiklal Mahkemeleri Şeyh Said İsyanı bahane edilerek 4 Mart 1925 tarihinde çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu sayesinde en önemli işlevini önce isyancılara destek verdikleri iddiasıyla gazetecileri yargılarken, ardından 1926 yazındaki İzmir Suikastı Davası vasıtasıyla, Mustafa Kemal’in son muhaliflerini tasfiye ederek görecekti. Davada suikastçılardan başka, güya suikastı planlamakla suçlanan Millî Mücadele’nin lider kadrosundan Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Cafer Tayyar Paşa, Bekir Sami Paşa ve Rüştü Paşa ile TpCF’nin milletvekilleri ve İttihatçıların Maliye Nazırı Cavid Bey yargılanmıştı. Askerlerden Rüştü Paşa idam edilirken diğer paşalar son anda Mustafa Kemal tarafından affedilmişlerdi. Hükümetin asker üyeleri ancak bu davadan sonra üniformalarını çıkarmayı göze alacaklardı.

Nitekim Mustafa Kemal, 30 Haziran 1927’de tuğgeneral rütbesi ile askerlikten emekliye ayrıldı. Başbakan İsmet (İnönü) Paşa ve TBMM Başkanı Kâzım (Özalp) Paşa, Mustafa Kemal’le birlikte 1. Ferik iken emekliye ayrıldı. Rize ve Çorum Milletvekili Fuat (Bulca) ile Adana eski Valisi ve Kütahya Milletvekili Mehmet Nuri (Conker), 4 Temmuz 1927’de albay rütbesiyle emekliye ayrıldılar. 1924’te Berlin Büyükelçisi olan Kemalettin Sami (Gökçen) Paşa 24 Eylül 1928’de askerlikten emekli edildi. Tahran ve Kahire elçiliklerinde bulunan Muhittin (Akyüz), 24 Eylül 1928’de emekli oldu. Bitlis ve İzmir Valiliklerinde bulunan Kazım (Dirik) Paşa, 24 Eylül 1928’de askerlikten emekli oldu. Samsun Valiliği yapan Kazım (İnanç) Paşa 21 Aralık 1928’de emekli oldu. 1924’ten itibaren askerlikle ilişkileri fiilen kesilen muhaliflerden Ali Fuat (Cebesoy) 5 Aralık 927’de, Cafer Tayyar (Eğilmez) Ocak 1928’de; Halit (Akmansü) 16 Ocak 1929’da resmen emekli edildiler.

Apoletlerin sökülmesiyle doğan boşluk 1927’de başlatılan (1952’de kaldırılan) “Umumi Müfettişlik” kurumu ile dolduruldu. Bu kurum vasıtasıyla ülke sürekli bir sıkıyönetim atmosferinde yaşatıldı.

Aynı şekilde asker kişilere siyaset yasağı getiren 1928 tarihli Askerî Memurlar Hakkındaki Kanun ile 1930 tarihli Askerî Ceza Kanunu’nun 148. maddesi, sanıldığı gibi askerlerin siyasete girmesini değil, sadece bir kişinin askerken milletvekili olmasını engelliyordu. Nitekim pek çok asker, görevlerinden istifa ettikten sonra, eğer rejimle ve liderle ters düşmüyorlarsa, “sivil” siyasete katılmışlar, önemli görevlere getirilmişlerdi. Mustafa Kemal’in ölümüne kadarki dönemde görev yapan tüm Milli Müdafaa Vekillerinin (Savunma Bakanlarının) bir zamanlar Fevzi Paşa’nın komutası altında görev yapmış eski subaylar olması da eklenince ortaya mükemmel bir sistem çıkmıştı: Sanki ordu siyasetin dışındaymış gibi görünüyor ama, “Sarı Paşa”, “Kuzu Paşa” vasıtasıyla orduyu istediği gibi yönlendirebiliyordu.

1935 tarihli Ordu İç Hizmet Kanunu’nun 34. maddesinde konan “ordunun görevi Türk vatanını ve Türkiye Cumhuriyeti’ni Anayasa’ya göre korumaktır” maddesiyle ise ordunun gerektiğinde siyasete müdahalesinin yolu açıldı.

Eğitimin militarizasyonu

Askerlikle ilgili kavramların genç zihinlere nakşedilmesinde, Kemalizm’in üretildiği model kitaplardan biri olan Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabının bir parçası olan ve 1931’de “Afet” imzasıyla yayımlanan Askerlik Vazifesi adlı broşürün büyük rolü olmuştu. 1939’a kadar, daima emekli ya da muvazzaf subaylar tarafından verilecek olan milli güvenlik derslerinde okutulan kitabın yazarı henüz 24 yaşındaki Afet (İnan) Hanım gibi görünüyordu ama kitabın asıl yazarının dönemin diğer önemli doktrinizasyon kitaplarında olduğu gibi, Mustafa Kemal olduğu anlaşılıyordu. Nitekim kitapla ilgili olarak İnönü’ye yazdığı mektupta “yazılırken ve yazıldıktan sonra bizzat alakadar oldum” demişti. Başvekil İsmet Bey ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın onayıyla kamuoyuna takdim edilen kitap, Goltz Paşa’nın doktrinine göre hazırlanmıştı.

Hatta Askerlik Vazifesi kitabını incelemiş olan tarihçi Hasan Ünder’e göre kitabın önemlice bir bölümü, Goltz Paşa’nın 1884’te Abdülhamit tarafından Millet-i Müsellaha adıyla Osmanlıcaya çevrilen Das Volk in Waffen adlı kitabından adeta kopya edilmişti. Ünder, “kopya” paragrafları sayfa sayfa tespit etmişti. Aslında bu normaldi. Çünkü “kitapla bizzat alakadar olan” Mustafa Kemal, 1909’da Selanik’te kıdemli kolağası (yüzbaşı) iken Goltz Paşa ile bizzat tanışmış, hatta ikili Mustafa Kemal’in yaptığı plan uyarınca Vardar nehri civarında düzenlenen bir manevraya birlikte katılmışlardı. Mustafa Kemal Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal (1914) adlı risalesinde Goltz Paşa’dan “Millet-i Müselleha müellifi” ve “büyük âlim, filozof” olarak söz etmişti.

Ancak, ortada normal olmayan bir şey vardı: Afet Hanım, Askerlik Vazifesi kitabını yazarken yararlandığı kaynakları sayarken Goltz’un kitabından hiç söz etmemişti! Sanki böyle bir kitaptan haberi bile yoktu. Afet Hanım’ın kitaptan habersiz olması kabul edilebilirdi, ama “yazılırken ve yazıldıktan sonra bizzat alakadar olan” Mustafa Kemal’in kitaptan habersiz olması mümkün değildi. Her ne kadar Hasan Ünder “okul kitaplarında kaynak göstermek adet değildi” diyerek Mustafa Kemal’i ve Afet İnan’ı savunmaya çalışsa da anlaşılan, açık veya gizli yazarlarımızdan biri “intihalcilik” yapmıştı!

Peygamber Ocağı söylemine devam

Osmanlı İmparatorluğu’nun bir subayının milliyetçi söylemle dini söylemi bir batında anmasında bir gariplik yok. Ama ‘Batı tipi modern laik Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1925) dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın talebi üzerine askere alınan erleri eğitim amacıyla dönemin Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi (Akseki) tarafından kaleme alınan Askere Din Kitabı’ndaki bazı ifadeler -örneğin kitabın “Askerlik Duygusu” adlı ilk bölümünde, Teğmen ile Hasan Çavuş arasındaki şu konuşma gibi- garip gelebilir:

Bak; bizim dinimiz ne diyor: ‘En büyük rütbe şehitlik, sonra gaziliktir; bu rütbeleri alırsan işte o vakit köydeki viran evimizde nur yağar ve bu ev eşe dosta kutsal bir ziyaret yeri olur. Eğer kötü yüzle eve dönersen ruhum eve koymaz, köy de kabul etmez, hakkımı haram ederim. Sana kırılır, ilenirim. (…) Oğul! Allah, Kuran’da şöyle buyuruyor: ‘Sakın siz Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz, onlar diridir, lakin siz farkında değilsiniz!' Allah sözü haktır, doğrudur, bunda hiç şüphe etme oğlum!’ Teğmen: Allah sizden, ananızdan ve atanızda razı olsun! İşte Türküm, Müslümanım diyen her ana ve baba böyle olacaktır. Siz de evlatlarınıza bu öğütleri vermeyi unutmayınız. Şunu iyi biliniz ki: Askerlikte en büyük kuvvet, her erin kulağını subayının emrine, kalbini de Allah’ın inayetine ve yardımına çevirmesidir. Böyle mert, sabırlı, itaatli ve kalbini Allah’ına bağlamış olan bir ordunun kendisinden kat kat fazla olan düşmana galip geleceğini kitabımız Kuran’ı Kerim haber vermiştir. Esasen böyle kuvvetli ve silahına sarılı bir ordusu olan milletin herkes dostudur. Silahından ayrılan korkakların ise her tarafı düşman kesilir. Peygamber Efendimizin şu mübarek sözünü de unutma: ‘Cennet, kılıçların gölgeleri altındadır’…

Gerçi bir yandan kadim klişeler kullanılıyor bir yandan da 1934’de erata dağıtılmak üzere basılan Askerin Ders Kitabı'ndaki şu bölümdeki gibi “Türklük aşısı” yapılıyordu:

Asker Sen Kimsin? SEN TÜRKSÜN! Yeryüzünün en ulu milletindensin; sana anlatacağımız (tarih) denilen yazılar ortada yokken senin milletin doğdu; kanı temiz, yüreği yılmaz, gözü pek yeryüzüne geldi. On binlerce yıl öyle yaşadın; yine öyle yaşayacaksın; senin dedelerinin, ninelerinin çok önce kurduğu yurtlar senlikte yeryüzünün cenneti oldular. Bil ki; başka milletlerin görgüde, yapkıda ilk örneği, desteği, öğütçüsü senin milletin BÜYÜK TÜRK MİLLETİ’dir.

SEN TÜRKSÜN!

On iki bin yıl evvelinde yeryüzünün başka milletleri mağaralarda, taş kovuklarında yaban adamları gibi yaşarken senin dedelerin ORTA ASYA denilen anayurdunun göbeğinde kurdukları şehirlerde yaşar, altın başlı kargısı, gümüş bezeli terkisi ile ağızlar sulandırır, gözler kamaştırırdı. Yeryüzüne şenliği, medeniyeti senin ataların verdi, atı dağdan indirip kuzu gibi yapan, üstüne binip dağlar asan ve tas kovuklarına sinmiş başka milletleri şaşkın şaşkın kendisine baktıran senin milletin BÜYÜK TÜRK MİLLETİ’dir!...

Müşir Paşa’nın izni olmadan asla!

Bütün bunlar olurken Genelkurmay Başkanı Mustafa Kemal’e sonsuz sadakati ve siyasi hırsının olmamasıyla meşhur Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa’ydı. Bu özelliklerine atıfla “Kuzu Paşa” diye ya da “Müşir Paşa” diye anılan mareşalin tek kusuru(!) koyu Müslüman oluşu ve askerî konulardaki aşırı muhafazakâr tutumuydu ama buna rağmen Mustafa Kemal, Fevzi Paşa’ya saygıda kusur etmezdi. Örneğin ayağına çağırmak yerine onu ziyaret etmeyi tercih ederdi. Müşir Paşa da bu ayrıcalıklı konumunun tadını çıkarmayı bilirdi.

Ancak ayrıcalıkları sadece protokolde değildi. Bir dönem durum öyle bir hal almıştı ki, Fevzi Paşa’nın onayını almadan hiçbir yatırım yapılamaz olmuştu. Örneğin İktisat Vekili Celal Bayar, 1936’da demir çelik tesislerinin Karadeniz Ereğlisi’nde kurulmasını ekonomik açıdan rasyonel bulurken, Müşir Paşa “orasını savunmak zordur” deyip tesisin hiç uygun olmayan Karabük’e kurulmasını sağlamıştı. Doğu vilayetlerine yol yapılmasını, sanayi tesisi kurulmasını, okullar açılmasını “Kürtlük akımlarını teşvik eder” diye yıllarca engellemişti. 1937’de, Diyarbakır ve Urfa’ya birer fabrika kurulmasını isteyen Urfa Milletvekili Behiç Bey’e, İktisat Vekili Celal Bayar Genelkurmay Başkanı’nın onayını alması gerektiği cevabını vermişti. Yıllarca milletvekilliği ve bakanlık yapmış Hilmi Uran’a göre demiryollarının güzergâhını tayinde ekonomik düşüncelerle askerî mülahazalar çarpışır ama son sözü daima askerler söylerdi.

Nitekim Atatürk’ün yerine, Ekim 1937’den beri geri plana itilmiş olan İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı seçme kararı da tamamen orduya aitti. 11 Kasım 1938 günü, Meclis’in etrafının askerlerce sarılması İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesini garanti etmişti.

Yazı dizisinin birinci bölümü: Osmanlı'da 'Millet-i Müsellaha'nın doğuşu

Çarşamba: Milli Güvenlik Devletinin inşası

Köşe Yazıları Haberleri