AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

10-11 Kasım 1938 günleri “Ebedi Şef” Atatürk'ten “Milli Şef” İnönü'ye devir teslim nasıl yapıldı?

18 Eylül 1937’de, Başbakan İsmet İnönü, TBMM’de yaptığı konuşmada “birkaç aydır Türk efkâr-ı umumiyesini işgal eden fakat bugün artık maziye karışmış olan Tunceli hadisesi” hakkında şunları söylemişti:

Şimdi size, Tunceli’ndeki vaziyetin bugünkü halini arz etmek isterim. Cumhuriyet’in imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretin ne kadar adamı varsa, bunlar reisleriyle beraber faaliyet imkânından tamamen mahrum bırakılmıştır.

Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafe olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir. Kanun götüren ordu, jandarma neferlerinin, ayak basmadığı yer, inmediği dere ve çıkmadığı tepe yoktur. Cumhuriyet’in ıslahat ve imar programına muhalefet eden bütün engeller ortadan kaldırılmış ve program bir an fasıla vermeksizin ilerletilmektedir.

Uzun süren ve Cumhuriyet kanunlarını behemehâl yürütmek için gösterilen azim, şiddet karşısında bile zayiatın binnetice hafif olmasına dikkatinizi celbetmek isterim. Silahlar çok müessir ve silahları kullanmak için hiçbir tereddüt olmadığı halde isyan edenlere karşı silah kullanan ordu heyetleri ve Cumhuriyet jandarması, bir hayatı kurtarmak ve korumak için son derecede şefkatle hareket etmiştir. İsyana iştirak eden aşiret reislerinin hepsi mahkemeye verilmişlerdir. Umumi, tabii olan adliye mahkemesine verilmişlerdir. Cumhuriyet idaresinin kuvvetli olduğu kadar, şefkatli ve adaletli olduğunu göstermek itibariyle Tunceli hadisesi en son ve en mukni, bir misal olmuştur.

Başbakanın açıkladığına göre devletin kaybı, 51 yaralı, 30 “şehit” idi. İsyana iştirak edenlerden ise 265 ölü, 20 yaralı vardı. Şimdi sıra Dersim’de dönüşümün başlatılmasına gelmişti.

Bu, İnönü’nün Başbakan olarak son konuşması oldu. İki gün sonra, Anadolu Ajansı şu haberi geçti: “Başvekil Malatya Mebusu İsmet İnönü’ne talep ve ricası üzerine, Reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet vekâletine İktisat Vekili Celâl Bayar tayin edilmiştir.”

Durum, benzer ifadelerle Celâl Bayar’a da tebliğ edilmişti. Ancak bu tebliğde diğerinden farklı olarak “İsmet İnönü’nün şiddetli sürmenaj neticesi olarak mutlak istirahat şeklinde mezuniyete ihtiyaç hissetmekte olduğundan bahisle, tedavisini bitirmek üzere bir buçuk ay müddetle mezuniyet istediği” belirtiliyordu.

Neler oluyor?

Başlangıçta hem ailesi hem de halk, İnönü’nün ayrılığının geçici olduğunu düşündü. Örneğin oğlu Erdal İnönü, olayı anılarında şöyle anlatmıştı:

1937’de ben 11 yaşına idim. Ağabeyim 13, kızkardeşim 7 yaşlarında idiler. Babamın başbakanlıktan ayrılması bizim hayatımızda görünür bir değişiklik getirmemişti. Hatta ne olduğunu önce pek anlayamamıştık. (…) Haberi biz de önce, yazıldığı gibi anlamıştık. Bunun kesin bir görevden ayrılma oluğunu düşünmemiş, geçici bir durum diye algılamıştık. Tabii biraz zaman geçince durum anlaşıldı. Fakat biz çocukların yaşayışı değişmedi. Okullarımıza eskisi gibi devam ettik. Evdeki büyük değişiklik, babamın, haftanın birçok saatini İngilizce çalışarak ve okuyarak kütüphanede geçirmeye başlaması oldu.

Ama dönemin elitleri bunun pek de alışılageldik bir şey olmadığının farkındaydı. Örneğin Ahmet Emin Yalman, 26 Eylül 1937 tarihli Tan yazısında “Yalnız umumi surette okuyucular müsbet bir haber alamayınca herkesi bir merak sarmış ve kulaktan kulağa fısıltılar devam etmiştir,” diyordu. Ertesi gün aynı yazar, “mezuniyetin tarzı alışılmış şekillere uygun olmadığı için bu değişikliğin ecnebi propagandasına geniş bir faaliyet alanı verdiğini, işin içinde işler var gibi gösterip meseleyi büyüttüğünü, her köşeden akla gelmez rivayetler fışkırdığını” yazacaktı.

Dedikoduların artması üzerine Cumhur riyaseti Umumi Kâtipliğinden yapılan bir açıklama ile “bazı gazetelerin, memleketin esaslı işlerle alakadar rivayetlerini hiç kontrol etmeden, mesul ve selahiyetli mercilerden tahkik etmeden” yayımlamalarının “milletin yüksek menfaatlerine” uygun olmadığına dair bir tekzip metni yayımlandı. Bu “parmak sallama” basını etkilemiş olmalı ki daha “makul” yazılar çıkmaya başladı. Nihayet durum netleşti. İzin süresi dolmadan, 25 Ekim’de Başvekil’in “kat’i olarak istifa ettiği ve yerine Celâl Bayar’ın getirildiği” açıklandı. Böylece İnönü’nün, 21 Kasım-2 Mart 1925 tarihleri arasında görev yapan Ali Fethi Okyar Hükümeti dışarıda bırakılacak olursa, 20 Ekim 1937’ye kadar kesintisiz süren başbakanlık görevi sona erdi. Ama elbette kamuoyundaki soru işaretleri iyice artmıştı.

Bu tasarrufun nedenleri bu yazının konusu değil, onun için devam edelim. Başvekillikten ayrıldıktan sonra Atatürk’ün özel hesabından İsmet İnönü’ye her ay ödenen 2 bin lira, 3 bin liraya çıkarılmış, bu ödemeler Atatürk’ün ölümüne kadar sürmüştü. İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü Vedid Uzgören ve birkaç görevlinin maaşı da ödenmeye devam etmişti. 18 Aralık 1937 tarihinde CHP Genel Başkan Vekili Celâl Bayar imzasıyla Halkevleri Başkanlığı’na gönderilen bir yazıda ise İnönü’nün halkevi binalarındaki resimlerine eskisi gibi “hürmet ve itibar” gösterilmesi, eğer yerlerinden indirilenler varsa bunların tekrar eski yerlerine konulması rica ediliyordu.

“Stadyum Hadisesi”

Hükümet en azından görünüşte İnönü’ye saygıda kusur etmezken yaşanan bir olay iplerin gerilmesine neden oldu. Olayı İnönü’nün kaleminden öğrenelim:

Bir pazar günü futbol maçına gittim. Yürüyüşe çıkmıştım. Yanımda çocuklarım ile Kâzım Özalp’in oğlu da vardı. Onlar maçı görmemiz için ısrar ettiler. Stadyumda Atatürk’ün Kalemi Mahsus Müdürü rahmetli Süreyya Bey bir yerde oturuyordu. Ben de gittim, yanına oturdum. Biraz zaman geçtikten sonra, halk benim orada bulunduğumu fark etti. Büyük ölçüde nümayiş yapmaya, bağırmaya ve alkışlamaya başladılar. Baktım, tezahürat devam ediyor. Orada oturamaz hale geldim. Artık stadyumda kalmam doğru olmayacak… Çıktım… Güç halde bir arabaya bindim ve eve döndüm. Sonra öğrendim ki, bağırırken fena sözler söylemişler. “Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” demişler. Çok fena sözler söylemişler. Hadiseden pek müteessir oldum. Fakat yapacak bir şey yok… Bir emri vaki karşısında kalmıştım.

Bu olay Atatürk’ü çok etkilemiş… Arkadaşlarıyla akşam toplantılarında bunun üzerinde konuşulmuş… Her birine ayrı ayrı fikirlerini soruyormuş… Ve sofrada bulunanlardan kimi müteessir olduğunu, kimi şaşırdığını, kimi böyle şeyler beklemediğini söylermiş… Görüşmeler günlerce devam etmiş… Bu laflar yayılmış ve herkes (kimse) ne olacağını bilemiyor… Çankaya’daki bu endişenin ve Atatürk üzerindeki etkisinin sebebini sonradan bana anlatmışlardır. Atatürk’ün yakınları, kendisine ilk anda, benim çekilmemin halkça iyi telakki olunduğu raporunu vermişler. Atatürk hakikatin bunun tam zıddı olduğunu hadisat ile öğrenmeye başladıkça, dikkatli davranmak lüzumunu hissetmiş… Stadyum hadisesinden önce de halk gördüğü yerde beni alkışlamaktaydı. Fakat stadyumdaki tezahürat bunların hepsini geçti ve tezahüratı yapanların önemi, işi ciddi bir mesele haline getirdi.

İnönü’nün barış çubuğu

Hakikaten de olay, 6 Kasım 1937 tarihli CHP Meclis Grubu’nun toplantısında ele alındı. Atatürk’ün yaveri Salih Bozok, İsmet Bey’den ayrılığa ilişkin gelişmeleri açıklamasını istedi. Bunun üzerine kürsüye çıkan İnönü, uzun konuşmasında, yorulduğunu söyledi ve özellikle Mussolini’nin Akdeniz’deki saldırgan tutumunun dizginlenmesi amacıyla 10-14 Eylül 1937 tarihlerinde toplanan Nyon Konferansı sırasında Atatürk’le yaşadıkları görüş ayrılıklarını mutedil bir dille özetledikten sonra Atatürk’e âdeta “barış çubuğu” uzattı:

Bendenizin terbiyeli bir adam olduğumu bilirsiniz. Benim resmî işlerimde olduğu gibi, hususi hayatımda da Atatürk benim velinimetimdir. En mühim resmî hayatımda ve karşılaştığım hadiselerin hepsinde muvaffak olmam için Atatürk’ün çok emeği geçmiştir. Fakat kendisi silinmiş, daima bütün muvaffakiyetlerin şerefini bana vermiştir. Tabii bütün bunlar meydana çıkmıştır. Muharebede de böyle yapmıştır. (…)

[H]ususi hayatımda bu memlekette maddi bakımdan rahat bir adam hayatı geçirdim. Bunu bana Atatürk temin etti. Kendisi bir dilim ekmek yerse bana yarısını yedirmekten zevk alır. Onun için gerek resmî hayatta gerekse hususi hayatta kendisine ne kadar minnettar olduğumu takdir etmek kolaydır.

O gece kendisiyle konuşurken şikayetlerimi, vicdanı olarak bugün takdir ettiğim gibi, bir Şefe, büyük adama söylenmeyecek şekilden daha ileri giderek söyledim. Şimdi düşünürken takdir ediyorum. Şikayetimde söylediğim şu idi: “Canımdan bezdim… Artık devam edemeyeceğim…”

Bunların lüzumu yoktu. Çünkü ortada muayyen bir mesele yoktu. Çünkü ortada muayyen hiçbir mesele yoktu…

Ancak İnönü’nün bu açıklamaları da tartışmaları bitirmedi. Salih Bozok, bu sefer İnönü’den Ankara Stadyumu’nda yaşanan olayları açıklamasını istedi. İnönü yine uzun ve samimi bir dille yaşananları ayrıntısıyla anlattıktan sonra olayın Cumhuriyet’i kuran kadroların arasına nifak sokmak isteyenlerin işi olabileceğini, Atatürk’le yakın arkadaşlığını çekemeyenlerin bu işleri planlayabileceğini, hükümetin olayları kimlerin ne maksatla yaptığını ortaya çıkarmak için her türlü imkâna sahip olduğunu söyledi ve konuşmasını, parti içinde kendisine verilecek her türlü görevi “en yüksek vazife aşkı” ile yapmaya hazır olduğunu belirterek tamamladı.

İnönü, gazeteci damadı Metin Toker’e, yıllar sonra başka bir konuya açıklık getirecekti:

Bana yaptığı para yardımlarını söyledim. Çünkü bana en çok ızdırap veren şey para yardımı idi. Bunu senelerce istemedim. Bu, en nihayet emniyet meselesi de oldu. Bunu alenen söylemek için bir vesile benim için pek kıymetli idi. Söyledim ve kurtuldum.

Salih Bozok’un, Atatürk’ten onay almadan kendisini böyle sıkıştırmasını mümkün görmeyen İnönü daha sonra o günü hatıra defterine şöyle kaydedecekti:

O akşam Atatürk’te idim. Çok mahcup ve sakin görünüyordu. Celal Bayar ve etraf da çok memnun idiler. Fakat Atatürk’ün ızdırap içinde olduğunu fark ediyordum. Sofrada bir hiçi bahane ederek, bana karşı ansızın azami derecede arrogans (kibir) gösterdi. Sükûnet gösterdim. Artık hiçbir münakaşaya girmeyecektim.

İnönü istese de münakaşaya girecek durumda değildi çünkü ağır bir tecride alınmıştı.

Tecrit başlıyor

Başbakanlıktan ayrılır ayrılmaz gazetelerde ne ismi ne de resmi kalmıştı. İnönü ile ilgili haberlere son verilmişti. Kendisi günlüğünde Lozan gününde dahi kimseye bir kelime yazdırtmadılar derken, bir zamanlar başkalarının da başına geldiği gibi resmî tarihten dahi silinmek istendiğini belirtmek istiyordu. Bu aşamada kendi taşlarını oynamaya başlayabilirdi artık. Öncelikle CHP yönetiminde dramatik değişiklikler olmamıştı. İnönü CHP üzerinde de egemendi; Bayar’ın kurduğu hükûmet ise, kendi hükûmetinin neredeyse tıpatıp aynısıydı; sadece Refik Saydam yeni kabinede yer almamıştı. Dolayısıyla İnönü siyasî seçkinler üzerindeki gücünü koruyordu. Ancak dediğim gibi büyük gözaltında idi.

O sırada Prag Büyükelçisi olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İnönü’nün sağlık nedenleriyle görevinden ayrıldığını duymuş, ancak Ankara’ya geldiğinde Büyük Kulüp’te kendisini gayet sağlıklı bir halde görünce şaşırmıştı. İnönü, kendisine eskisi kadar yakın ve sıcak davranmayınca da alınacaktı. Ne var ki İnönü kulüp çıkışında kendisini bir garson aracılığıyla evinde yemeğe davet etmişti. Karaosmanoğlu sonrasını şöyle anlatır:

İtiraf ederim ki o anda şaşkınlık sırası bana gelmişti. Bu gizli kapaklı çağrı neden icap ediyordu. (…) Bunların cevabını kendi kendime ben ancak birkaç gün sonra verebilecektim. Ankara’da dolaşan söylentilere göre İsmet Paşa ile buluşup görüşmek ya da böyle bir arzuyu göstermek, birçoklarınca büyük bir cesaret sayılmakta imiş. Meğer İsmet Paşa tecrit olunmuş, göz hapsine alınmış bir durumda imiş! Şu halde İsmet Paşa’nın kendisi de buna inanmış olacaktı ki, –başıma bir şey gelmesin diye– beni evine gizlice alıp götürmek gibi bir ihtiyat tedbiri almayı lüzum görmüştü.

Atatürk’le yeni bir başlangıç

Ancak bu büyük tecrit, Atatürk’ün ilk kez 1936 yılı sonunda açığa çıkan, 1937 yılında iyice bozulan ve 1938 başında kesin şekilde teşhis edilen hastalığının yabancı misyonlar aracılığıyla dış basında yer almasıyla birlikte sona ermekle kalmadı, ikilinin ilişkilerinde yeni bir döneme girildi. Örneğin Atatürk, 1 Ocak 1938 günü gece saat 23:45’te o günlerde ağır bir grip geçirmekte olan İsmet İnönü’ye şu mektubu yazmıştı:

Benim sevgili dostum, kardeşim, aziz evlâdım! Dün akşam yeni yıl tebrikini aldım, çok duygulandım. Derhal Başyaverimle, senin hakkındaki sarsılmaz kardeşlik ve arkadaşlık hislerimle tebriklerimi bildirdim. Bu defa biraz uzunca süren rahatsızlığın, senden ziyade beni üzdü. Zaman zaman, seni yatağında ziyareti düşündüm; rahatsız olmandan sakınarak bunu dolaylı yaptım. Artık iyisin! Yakın aldığım haberler, bunu doğrulamaktadır. Tekrar yeni senenin, senin, benim ve bütün Türk milletinin huzur, sükûn ve parlaklıklar ile karşılaşacağının müjdesi gibi gördüğümü, size ulaştırıyorum. Derin muhabbetle, sarsılmaz kardeşlik, arkadaşlık hisleriyle gözlerinden öperim.

İnönü, 1938 kışı boyunca hemen her hafta Çankaya Köşkü’ne çağrılmıştı; ona kalırsa ikilinin ilişkisi Atatürk’ün 1938 ilkbaharında İstanbul’a gitmesiyle tamamen kopmuştu. Ancak Dolmabahçe Sarayı’ndan Atatürk’ün hasta olduğu kendisine bildirildiğinde derhal Atatürk’e bir mektup yazmış, ondan izin çıkınca da İstanbul’a gitmiş, hatta Mart ayında bir hafta Dolmabahçe Sarayı’nda kalmıştı. Atatürk’ün 19-24 Mayıs 1938 tarihlerinde Hatay sorunu ile ilgili olarak çıktığı Adana-Mersin seyahatinden yorgun dönmesi, ilk olarak yeni satın alınan Savarona yatında dinlenip 25 Temmuz 1938 tarihinden itibaren Dolmabahçe Sarayı’na nakledilmesi üzerine, İnönü yine İstanbul’a gitmişti. İnönü’nün ifadesine göre ikili, “eskiden olduğu gibi arkadaşça bir hafta” geçirmişti.

9 Ağustos 1938’de İsmet İnönü, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a “Dr. Aras bana, Atatürk’ün cihan değer selâmlarını getirdi. Atatürk’e en derin saygılarla minnetlerimi ve en samimî afiyet dileklerimi takdim ederim. Bir münasip fırsatta yüce huzurlarına arz ederseniz size çok teşekkür ederim. Sevgilerle selâmlar,” diye yazmış, bu mektubun Atatürk’e arz edilmesi üzerine, onun emriyle Genel Sekreter tarafından Atatürk’ün teşekkür, sevgi ve iyi dileklerini bildiren bir cevap yazılmıştı.

Atatürk’ün yerini kim alacak?

Atatürk’ün sağlığına ilişkin ilk resmî açıklamanın yapıldığı 17 Ekim 1938 günü Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, İstanbul gazetecileriyle buluşmuştu. Cumhuriyet gazetesi yazarı Nadir Nadi, o günü şöyle anlatacaktı:

Bakan ne diyecek, önceden biliniyordu. Atatürk’ün ölmek üzere bulunduğunu haber verecekti. Böyle nazik günlerde gazetecilere düşen ağır görevi hatırlatacak, her türlü tahriklerden kaçınılmasını öğütleyecek, Atatürk ile ilgili sağlık raporlarının yorumsuz olarak yayınlanmasını isteyecekti. (...)

Meraksız bakışlarla Şükrü Kaya’yı dinledik. Atatürk’ü her an kaybedebileceğimizi, bunun birkaç gün, bilemediniz birkaç hafta olduğunu söylediği zaman, doğrusu salonda pek bir üzüntü havası da esmedi. Hastalığın affetmez türden olduğu aylardan beri duyuluyordu. O günlerde Bâbıâlinin çenesini, “Atatürk’ten sonra kim Cumhurbaşkanı olacak?” dedikodusu yoruyordu.

Şükrü Kaya, toplantıda bir gazetecinin sorusu üzerine, Atatürk’ün vasiyeti olmadığını belirtmiş, “Yeni Cumhurbaşkanının kim olacağı” yolundaki sorusunu “TBMM kimi seçerse, o olacak”, “namzet, bir iki kişiyi geçmez” diye yanıtlamıştı. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın Cumhurbaşkanı seçilip seçilemeyeceği yolundaki soruyu da Çakmak’ın milletvekili olmadığı şeklinde yanıtlayarak, “Bakalım meclisin kabul edeceği kimseye namzetliği nasıl kabul ettireceğiz?” diyerek toplantıyı bitirmişti.

Cemil Koçak bu konuda şöyle diyor:

Elbette Bayar, Atatürk’ün son başbakanı olarak Cumhurbaşkanlığı için ilk akla gelebilecek isimlerden biriydi; nitekim Bayar’ın sözünü ettiği grup, kendisine Cumhurbaşkanlığı önerisinde bulunacak, fakat Bayar bu öneriyi de reddedecektir. Bayar’dan sonra akla gelebilecek ikinci isim muhakkak ki, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’tı. Çakmak açısından aday olabilmek güçtü; çünkü ordudan ayrılmak ve muhakkak yapılacak bir ara seçimde de milletvekili seçilmek zorundaydı. Bu kolay bir süreç değildi; fakat mümkündü. Yeter ki Çakmak gönüllü olsun! Ne var ki, Çakmak da bu öneriyi reddedecek ve ordudan ayrılmayı kabul etmeyecektir. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın da adaylığı gönüllerinden geçirdikleri biliniyordu. Fethi Okyar’a dahi müracaat edildi; İnönü, Okyar’a da epey ısrarlı önerilerde bulunulduğunu ileri sürüyor. Okyar da önerileri kabul etmeyecektir.

Koçak belirtmemiş ama Fethi Bey kabul etse de milletvekili olmadığı için o şartlarda aday olamazdı. Bu arada İnönü, günlüğüne “Fethi Okyar fitneye iltifat etmedi,” diye not düşmüştü.

Ordu ne diyor?

Cemil Koçak’ın dediklerini biraz açayım: Genelkurmay İkinci Başkanı Asım Gündüz, anılarında bu konuda genelkurmayda toplantı yaptıklarını ve yeni Cumhurbaşkanının meclis tarafından seçilmesi gerektiğine ve ordunun bu seçimden uzak durmasına karar verdiklerini yazıyor. Toplantıdan sonra genelkurmaya gelen Bayar’a bu karar ordu adına Çakmak ile Gündüz tarafından açıklanmıştı. Bu açıklamaya rağmen Bayar Çakmak’a son kez aday olmasını önerdi. Meclis Çakmak arzu ederse kendisini seçmeye hazırdı. Ne var ki mareşal bu öneriyi de reddedecekti. Diğer yandan, ordunun kararı bu kadar da basit değildi. Söz konusu ordu toplantısından çok kısa bir süre sonra bu kez birinci orduda yeni bir toplantı daha yapılmıştı. Gündüz anılarında bu toplantıyı da anlatmakta. Buna göre, birinci ordu komutanı Fahrettin Altay, genelkurmay başkanlığına gelir ve Gündüz’le görüşür. Gündüz kendi aldıkları kararı Altay’a nakledince, Altay bu karara itiraz eder. Çünkü birinci ordu komutanlığında kolordu ve tümen komutanlarıyla yapılan toplantıda aksi bir karar alınmış ve İnönü’nün ordunun adayı olarak seçilmesine karar verilmiştir. Bu görüşmeden sonra Gündüz durumu Çakmak’a anlatır ve genelkurmayda da İnönü üzerinde mutabakat sağlanır. Ordunun bu yeni ve son kararı başbakanlığa ve meclise de yansıtılır. Tam bu sırada Ankara’da hükûmet toplanır ve bu toplantıya Genelkurmay Başkanı Çakmak ile İnönü de katılır. İnönü artık tek adaydır.

Burada bir parantez açıp, Dündar Seyhan’ın anılarına göz atalım:

Atatürk öldüğü zaman harp okulunun ikinci sınıfında idim. (...) Günün en mühim meselesi, Atatürk öldüğü zaman yerine kimin geçeceği idi. Başvekil Celâl Bayar ve Atatürk’ün yakın arkadaşları olarak bilinenlerin, Atatürk’ü sevenler ve ona bağlı gençlik indinde pek makbul şahsiyetleri yoktu. Bu, belki de o devirdeki kulak gazetesinin propaganda tesiridir. Ne olursa olsun, o zaman iktidardan uzaklaştırılmış bulunan İsmet Paşa’ya karşı büyük bir hayranlık ve itimat besliyorduk. Biz Harbiye olarak İsmet Paşa’yı daima sevmiştik. (...) İnönü, başvekillikten uzak bulunduğu günlerde Harbiye civarında sık sık at gezintisi yapardı. Onun geçtiğini gören biz Harbiyeliler, hangi durumda olursak olalım, hemen pencerelere fırlayarak, büyük tezahürat yapardık. Hulâsa, İnönü sevgisini, onun başvekillikten uzaklaştırılması, bizim genç kalplerimizden söküp atamamıştı. Harbiyeli olarak, Atatürk’ün yerine mutlaka İnönü’nün geçirilmesini istiyorduk. Atatürk’ten ayrılmanın ağır hüznü ve rûhî baskısı altında harp okulu iç bahçesinde toplanıyor ve bu arzumuzu açıkça belirtiyorduk.

“Mutad zevat” ne düşünüyor?

20-26 Ekim 1938 tarihli bir İngiliz belgesinde Atatürk’ün koma halinde olduğu bir sırada önemli bir konuda İsmet Paşa’ya danışıldığının yazıldığını belirten Cemil Koçak’a kalırsa, İnönü yine de “kâğıt üzerinde” cumhurbaşkanı adayı olabileceği için İnönü karşıtı gruplar buna karşı önlem alma ihtiyacı duymuşlardı. Önce Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, İnönü’ye Washington Büyükelçiliği’ni önermişti. Aras’ın planına göre İnönü, Büyükelçi olursa milletvekilliğinden ve TBMM’den ayrılmak zorunda kalacaktı. 1924 Anayasası’nın 31. maddesine göre Cumhurbaşkanı’nın TBMM üyeleri arasından seçilmesi gerektiğinden İnönü aday olamayacaktı. İnönü, bu önerinin altında yatan nedeni iyi bildiğinden hemen reddedecekti. İnönü, olayı Hatıralar’da şöyle anlatmıştı:

Bir gün Tevfik Rüştü Bey gelmişti. Nevzat Tandoğan ile tesadüf ettiler. Bundan sonra Tevfik Rüştü Bey de her hafta muayyen bir gün gelirdi. Tatlı tatlı konuşur, beraber yemek yerdik. (…) Bir aralık benim Amerika’ya Büyükelçi tayin olacağım havadisi çıktı. Hiç haberim yoktu. Fena halde canım sıkıldı ve çok müteessir oldum. Şiddetli tepki gösterdim.

İlk buluştuğum hafta Tevfik Rüştü Bey’e sordum. “Evet,” dedi. “Haber ilk benden çıktı,” dedi. “Nasıl oluyor,” diye sorunca, şöyle izah etti: “Siz her zaman söylerdiniz. ‘Amerika’yı görmedim’ derdiniz. (…) Ben de bir vesile bulup, sizin Amerika’yı tanımak ve incelemek arzunuzu gerçekleştirmek istedim.” Kendisine teşekkür ettim ve kesin olarak kabul etmeyeceğimi, bundan vazgeçmesini, bir arzuyu söylemiş olmamla, onu bir vazife ile tamamlamak arasında fark olduğunu bildirdim. Çok sert konuştum ve “Seni mesul tutarım,” dedim. Hulasa, çok şikâyet ederek Tevfik Rüştü’yü bundan vazgeçirdim.

Bazıları, Atatürk’ü Ankara’ya getirerek, TBMM’yi feshetmesi ve seçime götürmesi için uğraşmıştı ancak Atatürk’ün hastalığı hızla ilerleyince bu mümkün olmamıştı. Yine Atatürk’ün hastalığının kamuoyuna duyurulduğu 17 Ekim sonrasında Abdülhalik Renda’nın Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet etmesini önerenler olmuştu. Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Salih Bozok, Hasan Rıza Soyak ve Ali Çetinkaya’dan oluşan “İnönü aleyhtarı” gruba katılmayan ve onların bu tür önerilerini dolaylı yollardan da olsa engelleyen Başvekil Celâl Bayar, yıllar sonra şöyle demişti:

Bazı kimseler el altından harekete geçtiler; ya kendileri olmak istiyorlar veya İnönü hesabına çalışıyorlardı. Ben şu prensibi ilân ettim: kendim için hiçbir şey olmayacağım. (...) Sonra beni İnönü aleyhine veyahut başka birinin lehine çekmek, parti tutmak üzere temayül gösterenler oldu.

Recep Zühtü’nün suikast planları

Bayar’a rağmen, İnönü’ye, Recep Zühtü ve ekibi tarafından suikast düzenleneceğine ilişkin haberler söylenti boyutunu da aşarak ciddiyet kazanınca Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın emri ile Ankara Emniyet Müdürlüğü, Çankaya’daki Pembe Köşk’ü korumaya almıştı. Olayların aldığı hal yüzünden, İnönü’nün Başbakanlık’tan alınmasından sonra Bayar’ın kabinesinde görev kabul etmeyen yegâne kişi olan Dr. Refik Saydam, İnönü’yü korumaya almış, hatta İnönü Atatürk’ü son kez ziyaret etmek üzere İstanbul’a giderken, Ankara İstasyonu’na gitmiş, vagona binmiş olan İnönü’yü trenden güçbela indirmişti. Halbuki TBMM Başkanı Kâzım Özalp’e göre, Atatürk, hastalığının ilerlediği dönemde İnönü’nün kendisini ziyaret etmemesine çok üzülmüştü. Hatta bir gün Atatürk’ün bu üzüntüsünü İnönü’ye belirttiğini, İnönü’nün ziyaret için Bayar’a danıştığını, Bayar’ın buna itiraz etmediğini, Atatürk’ün de bu ziyaret talebini öğrenince memnun olduğunu, fakat İnönü’nün bundan son anda vazgeçtiğini anlatmıştı. Özalp’e kalırsa, İnönü’ye bunun nedenini sorduğunda pek ayrıntıya girmek istememişti. Özalp, daha sonra Refik Saydam’ın bu ziyareti engellemek için uğraştığını, hatta İnönü’ye, eğer trene binerse, bu trenin önünde yatıp onu engelleyeceğini söylediğini öğrenecekti.

Aynı şekilde, Asım Us da günlüğüne şunları yazmıştı:

Atatürk’ün ağır hastalığında İnönü’nün yakınlarından sayılan İrfan Ferit ile aramızda şöyle bir konuşma oldu: Atatürk’ün geçirdiği kriz esnasında olsun İsmet İnönü İstanbul’a gelmeli idi. “Niçin gelmedi?” diye herkes merak ediyor. İrfan Ferit: Nasıl gelsin? Recep Zühtü “Onu vuracağım,” diyormuş. İsmet birkaç defa gitmek için hazırlandı. Sonra yine vazgeçti.

Cemil Koçak’a bakılırsa, İnönü karşıtı grubun sadece İnönü’yü engellemesi yetmezdi, olası yeni Cumhurbaşkanı’nın ismini de gündeme getirmesi gerekiyordu. Fakat olası bütün isimler denenmiş ancak sonuç alınamamıştı. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, anılarında da belirttiği üzere, Atatürk’ün siyasî vasiyette bulunduğunu ileri sürecekti. Hikâyeye göre, Atatürk, halen elde olan vasiyetini yazdırdıktan sonra, Soyak’a siyasî vasiyetini de şifahî olarak açıklamıştı. Buna göre, Atatürk, kendisinden sonra ilk akla gelebilecek ismin İnönü olabileceğini açıkladıktan sonra, İnönü’nün halkça sevilmediğinden bahisle, onun Cumhurbaşkanı seçilmesinin doğru olmayacağını belirtmişti. Atatürk, kendisinden sonraki için Çakmak’ı önermişti. Soyak, bu açıklamayı Bayar’a da nakletmiş, ama anlaşılan o ki Bayar, bu vasiyete hiç inanmamıştı.

Nazikçe Atatürk’ün vasiyeti olması halinde bunu kendi başbakanına doğrudan söyleyeceğini belirterek konuyu kapatacaktı.

Sonuç olarak İnönü’nün karşısına onun kadar ağırlıklı bir ismin çıkarılması mümkün olamamıştı. Bunda gördüğümüz gibi pek çok kişinin katkısı olmuştu. Bizzat Başbakan Bayar da İnönü karşıtı girişimlerde yer almamış, hatta onların sonuç almaması için önlem almıştı. Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras ve Hasan Rıza Soyak ile Ali Çetinkaya tarafından oluşturulduğunu ileri sürdüğü gruba katılmadığı gibi, onlara karşı tavır da almıştı. Bayar, uzun yıllar sonra Yassıada’da İnönü’yü zamanında koruduğunu ve himaye ettiğini açıklarken muhtemelen bugünlere atıfta bulunuyordu. Çakmak da İnönü’nün ifadesiyle kendisi başbakanlıktan çekildikten sonra ürkmüş ve uzak durmuşsa da sonradan yeniden İnönü’ye yaklaşmıştı. Okyar da anlaşılan tertiplerden uzak durmayı tercih etmişti. Fakat İnönü de bu satrançta taşlarını zamanında ve doğru oynamıştı.

Olağanüstü toplantı

10 Kasım sabahında Atatürk’ün ölümü ilân edildiğinde, meclis başkanı Renda meclisi ertesi gün için olağanüstü toplantıya davet etti, gündem yeni Cumhurbaşkanı seçimi idi. Zaten 9 Kasım’da tüm milletvekilleri Ankara’ya davet edilmişlerdi bile. 10 Kasım günü mecliste çoğunluk sağlayabilecek kadar milletvekili toplanmıştı. Asım Us, günlüğünde Şükrü Kaya’nın hala ümitli olduğunu yazmakta ve İnönü’yü partinin aday gösterip göstermeyeceğini sormakta idi.

11 Kasım sabahı CHP meclis grubu toplantısında Başbakan Bayar, aday ismi ortaya atılmaksızın seçim yapılacağını bildirdi ve gizli oyla yapılan seçimde İnönü’nün tek aday olarak benimsenmesi kabul edildi. Asım Us’un anlatımına göre, İnönü için verilen oyların dışında sadece Hikmet Bayur, Bayar lehine oy kullanmıştı. Elbette ertesi günkü gazeteler bu tek oydan hiç söz etmeyeceklerdi. Meclis grubu toplantısından hemen sonra meclis genel kurulu toplandı. Artık genel kurula düşen bu ilk seçimi onaylamaktan ibaretti. İnönü ise bütün bu gelişmeler sırasında Pembe Köşk’te idi. Ne parti toplantısına ne de genel kurula katılmıştı. Çakmak ile Altay meclis toplantısında izleyiciler locasında yerlerini almışlardı. İnönü’nün evinin çevresinde olağanüstü güvenlik önlemleri alınmıştır. Askerler, Çakmak’ın emriyle evi denetim altına almışlardı. Meclis oylamasında her ne kadar Şükrü Kaya oylamaya katılmakta geç kaldığından oyunu kullanma imkânı bulamamış olsa da İnönü ittifakla cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhurbaşkanı olduğu gün İsmet İnönü ise şu notu düşmüştü günlüğüne:

Meclis çılgın bir halde 24 saat güç sarfetti. Bütün memleket radyolar başında bekledi. Oy birliği ile beni Cumhurbaşkanı seçtiler. İktidarda olmayan, fikrini sevmedikleri, korktukları bir adamın Cumhurbaşkanlığına getirilmesi rıza ile, serbest oy ile yapılmış hakiki bir seçim olarak tarihe geçecektir.

Bu seçimle birlikte Türkiye yeni bir döneme girdi. 13 Kasım 1938 tarihli Bugün gazetesinin başyazarı Ali Naci Karacan ilk kez İnönü’den “Milli Şef” diye bahsederken, Yunus Nadi’nin başyazarı olduğu Cumhuriyet gazetesi İnönü’yü “İkinci Atatürk’ümüz” diye takdim etmişti. Ancak, İnönü’nün resmen “Milli Şef” olmasına biraz daha zaman vardı…

Not: Atatürk'ün hastalığı konusunun tüm ayrıntılarını Mustafa Kemal Atatürk Dönemi'nin Öteki Tarihi-III (Literatür Yayıncılık, 2021) kitabımdan okuyabilirsiniz.

Özet Kaynakça

Tevfik Rüştü Aras, Görüşlerim, cilt 2, Semih Lûtfi Kitabevi, 1945.

Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam (1884-1938), 1. cilt, Remzi Kitabevi, 1999.

İsmet Bozdağ, Bir Çağın Perde Arkası (Atatürk-İnönü, İnönü-Bayar Çekişmeleri), Kervan Yayınları, 1972.

İsmet İnönü, Hatıralar, yayına haz. Sabahattin Selek, Bilgi Yayınevi, 2006.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, yayına haz. Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1984.

Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), cilt 1, İletişim Yayınları, 1996.

Metin Toker, “İnönü’nün Hatıra Defterinden Sayfalar”, Hürriyet, 12-31 Ocak 1974.

Son Günlerinde Atatürk, Dr. Asım Arar’ın Hatıraları, yayına haz. İsmail Arar, Selek Yayınları, 1958.

Hilmi Uran, Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım 1908-1950, İş Bankası Kültür Yayınları, 2017.

Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim (1922-1944), cilt 3, Rey Yayınları, 1970.

Asım Us, Hatıra Notları, der. İsmail Dervişoğlu, Kitabevi Yayınları, 2012.

Önceki ve Sonraki Yazılar
AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ Arşivi
SON YAZILAR