AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

Asker-Siyaset İlişkileri-I: Osmanlı'da 'Millet-i Müsellaha'nın doğuşu

“Acaba bize kavaslık (oklu askerlik) onlara köşe sarraflığı divan-ı kudretten tevcih (lütfedilmiş) olunmuş bir hizmet midir? Biz İstanbullularız, asker vermeyiz, vergi vermeyiz; fakat mesela içtiğimiz tütün reji altına alınır. Sair vatandaşlarımız ki vergi verirler, asker verirler.” (Namık Kemal, 1870)

Avrupa’da çok uluslu imparatorlukların yerini ulus-devletler alırken, ulus-devletler anayasal sistemler, vatandaşlık, zorunlu temel eğitim, nüfus sayımları, idari düzenlemeler ve zorunlu askerlik gibi uygulamalarla karakterize olmuştu. İlk zorunlu askerlik uygulamasının ilk işareti 16. yüzyılın başlarında Floransalı devlet adamı, düşünür, askeri stratejist Machiavelli’nin emriyle verilmişti. Buna göre bir halk milisi kurmak amacıyla Floransa’ya bağlı Toskana’daki 18-30 yaş arasındaki ve tarımda çalışan tüm erkekler göreve çağrılmış, ancak ekonominin aksamaması için bu gruptan bile çok az kişi askere alınmıştı.

Günümüzdeki anlamıyla zorunlu askerliğin anavatanı ise Fransa. Fransız İhtilali’nin önemli belgelerinden 1793 Konvansiyonu’nun 1. maddesi’ndeki şu ifadeler sistemin ne kadar yaygın tasarlandığını gösterir: “Şu andan itibaren, düşmanlarımızın tümü Cumhuriyet topraklarından çıkartılana kadar, Fransızların hepsi ordularda hizmet etmek üzere sürekli göreve alınmıştır. Genç erkekler muharebeye gidecekler; evli erkekler silah yapacaklar ve harp malzemesi taşıyacaklar; kadınlar çadır ve giyecek yapacaklar ve hastanelerde hizmet edecekler; çocuklar eski ketenlerden pansuman bezi yapacaklar; yaşlı erkekler meydanlarda Cumhuriyetin lehinde ve krallara karsı nefret dolu konuşmalar yaparak askerlerin cesaretlerin arttıracaklar.”

Sonraki Bölüm: Cumhuriyet'in 'Ordu Millet' doktrini Pazar günü yayında

Bu emredici dile rağmen, başlangıçta asker ihtiyacı ağırlıklı olarak gönüllülerle giderilmeye çalışıldı.

Zorunlu askerlik

Devrim ateşi sönmeye başlayıp gönüllük tavsayınca, 1798’de çıkarılan Jourdan Kanunu ile sistem sert bir şekilde işletilmeye başladı. Bu tarihte 600 bin kişi silah altına alınmıştı ki, bu o güne dek hiçbir ulus-devletin gerçekleştiremediği bir sayıydı. Fransızların rakip devletlerin paralı ordularına karşı sağladığı bu üstünlük, diğer ulus-devletler için esin kaynağı oldu. 1812’de İsveç, 1814’te Norveç ve Prusya, 1831’de İspanya ve 1849’da Danimarka zorunlu askerlik başlar, ardından tüm dünyaya yayıldı.

Ordunun Osmanlı Devleti’ndeki serencamına gelince; I. Murad döneminden (1326-1389) itibaren Osmanlı Devleti’nde askerlik teşkilatının belkemiği, Hıristiyan tebaa arasından seçilen ve Müslümanlaştırılan “devşirme”lerden oluşturulan Kapıkulu Ocakları’ydı. Ocaklardan en kalabalığı olan Yeniçerilerin mevcutları 1480 yılında 10 bin, 17. yüzyıl başlarında 40 bin, ocağın kapatıldığı dönemde 70 bin civarında idi. Bugünden bakınca belki fark edilmiyor ama “gazilik” anlayışının terk edilerek yerine Yeniçeri ordunun kurulması, toplumsal, siyasi ve kültürel anlamda büyük bir devrimdi. Bunun ilk adımı ise Osmanlı beyinin” gazilerin başındaki gazi” olmaktan çıkıp “sultan” olmasıydı elbette.

16. yüzyıl sonlarından itibaren “devşirme” sistemi zayıflamış, buna paralel olarak ordudaki disiplin gevşemiş, askerlerin evlenmeleri ve askerlik dışında başka işlerle uğraşmalarına göz yumulmaya başlanmıştı. Böylece o güne dek çıkarı savaş yapmaktan yana olan bir kastın yerini, artık askerlikle ilişkisi kalmayan, çıkarları farklılaşmış şehirli orta sınıfı mensupları, kışladaki kazan kaldırmaların yerini bir çeşit halk ayaklanmaları aldı.

1591-1611 arasında Anadolu’nun büyük bölümünü ve kısmen Rumeli’yi tarumar eden Celali İsyanları sırasında zayıflayan devletin hem asker hem de para eksiğini gidermek için, beylerbeylerine ve sekban birliklerine asker almak için vergi toplama yetkisi vermesi sadece küçük rütbeli komutanların, halkı kendi hesaplarına soymasıyla değil, daha önemlisi Osmanlı’nın temel politikalarından olan askeri sınıfla reayanın, yani yönetenle yönetilenin birbirine karıştırılmaması ilkesinin de açıkça ihlal edilmesiyle sonuçlandı. Dolayısıyla ordunun siyaset sahnesinde etkin rol oynaması, sıkça ileri sürüldüğü gibi Tanzimat’la değil, daha bu dönemde başladı.

Silah ve teçhizat bakımından da çağa ayak uyduramayınca, Osmanlı orduları Batı orduları karşısında yenilmeye başladı. III. Selim dönemindeki Nizam-Cedit (Yeni Düzen) orduları Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa usullerine göre talim yapan ilk askeri örgütlenmeler olarak bir başka devrime işaret ediyordu. 1807’de patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı’yla III. Selim’in tahttan indirilmesinden sonra ilk iş bu birliklerin talim yaptığı kışlaların yıkılması oldu ama, devlete istedikleri gibi nizam verebileceklerini düşünen “kalemiye” mensuplarının oluşturduğu bir çeşit “Sivil Nizam-ı Cedit” varlığını sürdürdü. Hariciye Nezareti ve Tercüme Bürosu gibi yenilikler bunun sonucuydu.

Orduda reform konusundaki ikinci ciddi adım II. Mahmut dönemde kurulan Sekban-ı Cedid adı verilen Batı usullerinde eğitim yapan birlikler oldu. Bu birliklerin sonunu da 15 Kasım - 18 Kasım 1808 arasında, Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümüyle biten Yeniçeri ayaklanması (Alemdar Vak’ası) getirdi. Haziran 1826’da Eşkinci Ocağı’nın kurulmasından üç gün sonra başlayan bir diğer isyan ise II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı kapatmasına vesile oldu. Tarihe “Vak’a-yı Hayriye” (Hayırlı Olay) olarak geçen bu olaydan sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye, Prusya’dan getirilen askerlerin gözetiminde, çağın gereklerine uygun bir biçimde teşkilatlanarak göreve başlamıştı.

Nizam-ı Cedid

Adından anlaşıldığı gibi tüm Osmanlı tebaasını değil, sadece Müslüman tebaayı kapsayan, dahası, lağvedilen Yeniçeri Ocağı’ndaki Bektaşiliğe karşı, Sünniliğin egemen olduğu 12 bin kişilik ordunun 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda bu ordu da yetersiz kalması üzerine 1834 yılında bir yandan Redif-i Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yedek kuvvet, hem de Mekteb-i Harbiye kuruldu. Okula öğrenci alımında seçkinci bir yöntem izlendi ve aynen Prusya’da olduğu gibi sadece “zadegân” denilen devletin tepesindeki asker ve sivil bürokratların çocukları alındı. Böylece bu grupların konumları biraz daha pekiştirilmiş oldu.

O zamana kadar her yıl veya ihtiyaç duyulduğunda hangi vilayet ve kazadan ne miktarda asker alınacağına Divan-ı Hümayun karar veriyordu. Tespit edilen miktar taşra valilerine bildiriliyor, onlar tarafından görevlendirilen memurlar o yerin ileri gelenleriyle birlikte istenilen sayıdaki eratı halk arasından seçiyorlardı. Yani kimlerin askere alınacağı, askerliğin ne kadar süreceği gibi konularda yazılı kurallar yoktu.

Batılılaşma hamleleri kapsamında, 3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı-ı Hümayunu ile yapılan düzenlemelerden devletin temel beklentisi giderek artan asker ihtiyacını karşılamaksa, ikincil beklentisi, imparatorluğu oluşturan farklı etnik köken, dil ve dine sahip tebaayı vatandaş olarak eğitip onlara ortak bir kimlik kazandırmaktı. Nitekim fermandaki “Vatanın muhafazası için halkın askerlik yapmasının bir hizmet borcu olduğu” vurgusu bu amaca işaret ediyordu.

İstisna bolluğu

Fakat fermanda sözü edilen düzenlemelerin ilk adımı ancak dört yıl sonra atılabildi. Prusya sisteminden esinlenilerek hazırlanan 1843 tarihli Tensikat-ı Celile-i Askeriye kanuna göre “muvazzaflık” (asıl askerlik) 5 yılla, “rediflik” (yedek) 7 yılla sınırlandı. Sisteme göre her yılın mart ayı basında orduların mevcudunun beşte biri terhis edilecek ve yerlerine kur’a ile yenileri alınacaktı. Ancak nüfus sayımı yapılmadığı için işler öngörüldüğü gitmedi. Bunun üzerine 1846’da kura usulü getirildi. Ancak kanunun istisnalar bölümü öyle genişti ki, Osmanlı sülalesinden gelenler, Bilâd-ı Selâse (Galata, Üsküdar, Eyüp) halkı, Hicaz’da doğanlar, Kabe-i Muazzama, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa hademesi, Peygamber kabirlerinin türbedarları, 14 sene padişah hizmetinde bulunanlar, Mızıka-ı Hümayun üyeleri, Irak’taki ve Yemen’deki Arap aşiretleri, Girit ahalisi, Gayrimüslimler, ilmiye, kalemiye ve mülkiye sınıfında bazı kişiler, müftüler, şeyhler, cami imamları, hatipler, müezzinler, kayyumlar, ulema sınıfından olanların çocukları, medrese öğrencilerinden kendilerine yapılan imtihanı başarı ile geçenler, bir ailenin tek oğulları, yetim bir kızla evlenenler… askerlik yapmazdı. Sonuçta sadece garibanlar “vatandaşlık” görevini yapar olmuştu. Osmanlı Devleti’nin modern anlamdaki bu ilk vatandaşlarının 10’larca yıl süren savaşlarda telef olduklarını hatırlatmaya gerek yok herhalde.

Bedel-i askeriye

Fermanlara göre ‘eşit vatandaş’ olan gayrimüslimlerin askere alınmaları konusundaki ilk adım ise 1847’de atıldı ve bir miktar Rum Bahriye’ye alındı. Kırım Savaşı sonrasında Avrupa masasında yer alabilmek için 18 Şubat 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı arifesinde, konu tekrar gündeme geldi ama modernleşme hamlelerinin mimarlarından Ahmet Cevdet Paşa bile Osmanlı ordularının şimdiye kadar “Ya gaza, ya şahadet, haydi din-i mübin uğruna çocuklar!” nidalarıyla harekete geçirildiğini, gayrimüslimler askere alınırsa her taburda bir imamın yanı sıra papaz da bulundurmak gerektiğini, üstelik tek papazın da yetmeyeceğini, Ortodoks, Katolik, Ermeni, Yakubi, Protestan papazlar isteyeceklerini söyleyerek itiraz etmişti. Cevdet Paşa’ya göre orduyu Batıdaki gibi vatan uğruna harekete geçirmek mümkün olmazdı çünkü “Bizde vatan deyince askerin aklına köylerindeki meydanlar gelirdi.”

Sonunda cizyenin yani gayrimüslimlerin ödemesi gereken baş vergisinin “bedel-i askerî’ şekline dönüştürülmesine ve eşitlik ilkesi uyarınca Müslümanların da isterlerse bedel ödeyerek askerlikten muaf tutulmasına karar verildi. Ancak bu sistem de sorunu çözmedi.

Prusya askerleri

İlk kez 21 Ocak 1864 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde boy gösteren “asker-millet” kavramının yaşama geçirilmesinde Prusya modeli imdadına yetişti. Prusyalıların (1871 sonrasının Almanları) Osmanlı İmparatorluğu’na ilgisi 1830’lu yıllara kadar gidiyordu. Bu yıllarda geleceğin Feldmareşali Helmuth K. B. von Moltke başta olmak üzere pek çok Prusyalı subay Osmanlı ordusuna danışman ve öğretmen olarak kabul edilmişti. İlişkilerin yoğunlaşması yaklaşık 40 yıl sonra oldu. Almanya 1871 yılında ulusal birliğini kurduğunda dünya, başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın diğer büyük devletleri tarafından nüfuz bölgelerine ayrılmış durumdaydı. Almanya kısa sürede sanayisini geliştirmişti, fakat ne ürettiklerini satacak bir pazarı ne de yeteri ham madde kaynakları vardı. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu geniş toprakları ve güçsüz yönetimi ile diğer yayılmacı devletler gibi Almanya’nın da iştahını kabartmaktaydı.

Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle biten 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kadim dostu İngiltere’ye eskisi gibi güvenemeyeceğini gören II. Abdülhamid hızla Almanlara yakınlaşmaya başlamıştı. Almanların o dönemdeki ünlü “Drang nach Osten” (“Doğu’ya girelim”, “Doğu’ya ulaşalım” diye çevrilebilir) politikasının uygulayıcıları finans devi Deusthe Bank ve silah devi Krupp’tu. Krupp Osmanlı ordusuna ağır ve hafif toplar satıyordu. Orduya silah satan başka Alman şirketleri de (Loewe ve Mauser gibi) vardı. Ayrıca Osmanlı donanması bazı gemilerini Alman tersanelerine sipariş ediyordu.

Goltz Paşa ve ‘millet-i müsellaha’

Her daim ihanet, isyan korkusuyla yaşadığı için muhbir ordusu ve sansürle ülkeyi büyük bir hapishaneye çeviren, bu bağlamda en büyük tehlike olarak gördüğü orduyu büyük gözaltına alan, donanmayı Haliç’te çürümeye terk eden, isyan bastırmaya giden birliklere bile silahlarını son anda verecek kadar “ordu-septik” olan II. Abdülhamit’in askeri uygulamalarına damgasını vuran kişi “yurttaşlar topluluğu bir ordu, her yurttaş bir askerdir” diyerek “Millet-i müselleha” (Silahlı millet/asker millet/ordu millet) kavramını formüle eden Prusyalı asker Colmar von Goltz idi.

Abdülhamid’in şahsında Doğu’ya açılma politikalarında iyi bir partner bulan (daha doğrusu Osmanlı Devleti’ni Almanların yayılma politikaları için iyi bir atlama tahtası olarak gören) Kayzer II. Wilhelm’in emri ile 1883’te İstanbul’a gelen Baron Binbaşı von Goltz, kısa sürede padişahın güvenini kazanmış, tuğgeneralliğe (paşalığa) yükselerek, Osmanlı Askeri Okullar Genel Müfettişi olmuştu. Abdülhamit 1884’te Baron’un Das Volk in Waffen adlı kitabını Millet-i Müsellaha adıyla Osmanlıcaya çevirtmişti. Osmanlı ülkesindeki adıyla Goltz Paşa, Osmanlı Devleti’nde görev yaptığı askeri teşkilatlanma ve askere alım sisteminden, askeri stratejilerin belirlenmesi, askeri okulların durumu ve ordunun mühimmat ihtiyacına kadar her konuda çalışmalar yaptı. Sosyal Darvinizm’den etkilenen Goltz’a göre savaş kaçınılmazdı, ancak bundan sonraki savaşlar topyekûn savaşlar olacaktı, yani halkın tamamı ordu gibi savaşa katılacaktı. Bu açıdan ordu bir kurum olarak ağırlığını siyasete koyacak, subayların rolü artacaktı.

İttihatçılar ve ordu

27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra kademeli olarak iktidarı ele geçiren, nihai darbeyi de 23 Ocak 1913’teki Babıali Baskını ile vuran İttihat Terakki Cemiyeti, (İTC) esas misyonu “devleti kurtarmak” olan asker ve sivil bürokrat ittifakının cisimleşmiş hali idi. Nitekim 7 Ağustos 1909’da çıkarılan kanunla bedel-i askerlik kaldırıldı ve askerlik hanedan ailesi dışında bütün tebaa için zorunluluk haline getirildi. Kanun görüşülürken, bazı Müslüman mebusların, gayrimüslimlerin askere alınması konusundaki tereddütlerini dile getirmeleri üzerine Rum, Ermeni ve Bulgar mebuslar bunu eşitlik adına hararetle savunmuşlar, ama cemaatleri üzerindeki etkilerinin zayıflayacağından korkan kiliseler, özellikle de Rum Ortodoks Patrikhanesi kanuna karşı çıkmıştı. Ancak gayrimüslimlerin silah altına alınması yine tam olarak gerçekleşmedi. Gerekçe ordunun mevcudunun zaten yüksek olmasıydı. Ama esas neden, gayrimüslimlerin devlete sadakati konusunda tereddütlerin olmasıydı.

Bu dönemin temel karakteristiği 1826'da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla siyaset dışına kaydırıldığı düşünülen ordunun yeniden ve değişik bir şekilde siyasete ağırlığını koymasıydı. “Ordu+parti (veya hizip) = iktidar” diye formüle edilebilecek bu idare tarzının en önemli unsurları, siyasetin her alanına darbeci bir anlayışın egemen olması, ordunun ve para-militer örgütlerin gücünü kullanarak muhalefetin sindirilmesi ve tasfiyesi düşüncesi idi. Üstelik bu anlayış sivil unsurlar ve muhalefet tarafından da itiraz görmüyordu. Harbiye mezunu subayların Yunan ve Bulgar milliyetçilerine karşı gerilla mücadelesi yürütmeye çalıştığı 1912 sonbaharındaki Birinci Balkan Savaşı sırasında hapishanelerden salınarak orduya dahil edilen, dört bini aşkın “cani ve katil”le kurduğu ittifak ise Ermeni kırımında önemli roller gören Teşkilat-ı Mahsusa’nın çekirdeğini oluşturacaktı.

Peygamber Ocağı söylemi

ll. Mahmut'un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı lağvedip yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye'yi kurarken ortaya çıkan ve İttihatçılarca sahiplenilen “Peygamber Ocağı” söylemi 1914 yılında İttihatçı subay Nuri (Conker) Bey’in kaleme aldığı Zabit ve Kumandan adlı kitapta şu şekle dönüşmüştü:

Fedakarlıkla eş anlamlı olan askerlik mesleği kutsal dinimizin, Osmanlı bağımsızlık ve saltanatının koruyucusu olarak yücelik ve şeref sahibi olduğu için; askerlik yoluna giren biz askerleri, milletimizin tüm bireyleri içinde özel ve herkesçe bilinen bir kisveyle, sırmalı şeritlerle farklılaştırmış ve bezemişlerdir. (…) bir subay, sanatı adına, hayatına ve varlığına hiç önem vermeyecektir. (…) Hayat ve rahatın hiç düşünülmemesi gerektiğinde, körü körüne [ileri] atılacaktır. Namusun gereği budur. Görev bunu istiyor. Din ve millet bunu emrediyor. Vatan ve millete olan borcumuzu ancak böyle ödeyebiliriz.

Bu ifadelerle “ulus-devlet” teorisyeni J. J. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ndeki şu bölüm arasındaki benzerlik çok dikkat çekici bence:

Elbette gerektiğinde herkes yurdu uğruna savaşmak zorundadır (…) Yasa sevgisi Tanrı sevgisi ile birleştirir ve yurttaşlara yurda karşı aşırı bir hayranlık aşılayarak Devlet’e hizmet etmenin Devlet’in koruyucusu Tanrı’ya hizmet etmek olduğunu öğretir. Bu bir çeşit teokrasidir. Onda Kral’dan başka fetvacı, yöneticiler dışında da rahip yoktur. Bu kadar. Yurdu uğruna can vermek şehit olmaktır, yasaları çiğnemek dinsizlik; bir suçlunun üstüne herkesin lanetini çekmek, onu tanrıların öfkesine kurban etmek demektir.

Ordunun 16. yüzyıldan başlayan modernleştirici rolü sadece Batılı askeri teori ve teknolojilerin ithalinde değil, Müslümanlar için ilk laik okulların kurulması, ilk Türkçe gramer kitaplarının yayımlanması, Türk alfabesinin sadeleştirilmesi çabaları gibi toplumsal dönüşümlerde de belirgindi. Orduyla toplum arasında ve orduyla siyasal, kültürel reformlar arasında kurulan bu daimi ilişki, Cumhuriyet dönemindeki pek çok sorunun temel nedeni olacaktı.

Yazı dizisinin ikinci bölümü: Cumhuriyet'in "Ordu Millet" doktrini

Önceki ve Sonraki Yazılar
AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ Arşivi
SON YAZILAR