Atatürk Rousseaucu muydu?

Atatürk Rousseaucu muydu?
Başlıktaki soru, Rousseau ismi sabit kalmak üzere farklı ülkelerde farklı Cumhuriyetçi figürler bağlamında tekrar tekrar sorulan bir soru.

Bu sorunun sorulmasının nedeni, tabii ki Rousseau’nun geçtiğimiz iki yüzyıldan fazla zamanın politikasına etki edecek büyük devrimin (Fransız İhtilali) en önemli teorik öncülerinden biri olması.

Fakat diğer pek çok düşünürden farklı olarak Rousseau, en çok yanlış anlaşılan teorisyenlerden biri. Bunda, düşüncelerinin her türlü yoruma elverişli olması bir etmen olsa gerek. Keza, düşüncelerinin çok katmanlı olması ve yüzeysel bir okumayla kavranmasının güçlüğü de bir diğer etmen.1 Ayrıca Rousseau’nun bizzat kabul ettiği (ve olumlu bir özellik saydığı) üzere hem teoride hem de pratikte tutarsızlıklarla dolu bir kişi olması da hesaba katıldığında, birbirlerinden yüz seksen derece farklı yerde duran kişilerin kendilerine ondan bir temel bulabilmeleri gayet anlaşılır bir durum.2

Adı tedavülde yaygın olarak dolaşsa da onu derinlemesine veya ön yargısız okuyan kişi sayısı hayli azdır. Fakat bir defa Rousseau okumaya başlayan biri, oldukça güçlü bir kalemle ve derinlikli bir düşünce yapısıyla karşılaşır. Dolayısıyla siyaset felsefesi ile ilgilenen herkese bu büyük düşünürün eserlerinin okunmasını öneriyorum.3 Bu öneri meselesine döneceğim.

Bu yazıyı yazma nedenim, başlıktaki sorunun bizde de küçük çaplı bir polemiği canlandırması oldu. Birikim’de Levent Köker, Zafer Toprak’ın (bence son yıllarda Türkçe literatüre en önemli entelektüel katkılardan birini sunan) Atatürk - Kurucu Felsefe’nin Evrimi kitabı4 hakkında bir eleştiri yazdı. Köker’in kitaba, Atatürk-Rousseau ilişkisi bağlamında iki itirazı vardı:

(1) Erkler birliğini ve meclis hükûmeti modelini savunan Atatürk, bu modelin öncüsü Rousseau’yu, Montesquieu ile karıştırmıştı; öyle ki onu “cinnet hâli içinde” bir “mecnun” görerek ona olumsuz sıfatlar yakıştırmıştı.

(2) Zafer Toprak’ın aktarımının aksine, Anıtkabir Yayınları’nın Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar eserinde yer alan Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi kitabının yanına düşülen işaretler ve notlar, Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan tarafından düşülmüştü. Bu da Atatürk’ün söz konusu kitabı okuduğunu kuşkulu kılıyordu.

Zafer Toprak bu eleştiriye yine aynı mecrada yanıt verdi. Cinnet hâli ve mecnun olma sözcüklerinin olumsuz bir anlam taşımadığını söyledi. Keza Afet İnan’ın (Atatürk’ün Rousseau hakkındaki beyanlarının ileri sürüldüğü tarihte henüz 13 yaşında olmasından hareketle) not düşmesinin mümkün olmadığını dile getirdi.

Levent Köker ise notların sonradan düşülmüş olabileceğini, yani o notların Atatürk tarafından düşülmeyebileceğini vurguladı, ayrıca Toprak’ın alıntı yaptığı metnin, Zabıt Cerideleri’nde farklı olduğunu söyleyerek tartışmayı tamamladı.

Zafer Toprak bunun üzerine bir yanıt yazmadı.

Meraklısı gömülü linklerdeki (Birinci, ikinci, üçüncü) metinlerden polemiğin ayrıntılarını okuyabilir.

Bu tartışma beni ilgilendiriyor. Çünkü Atatürk’ün büyük bir ölçüde Rousseau’dan etkilendiğini düşünüyor, bunu da hukuk fakültelerinde verdiğim çeşitli derslerde işliyorum. Dahası bu karmaşıklığın teknik bir entelektüel hata olmanın ötesinde yönleri olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, yani bunun sorumluluğuyla, bu tartışmayla bağlantılı kendi notlarımı aktarmayı gerekli görüyorum.

Tartışmanın arka planı

Atatürk’ün Rousseau’yu okuyup okumadığı konusundaki polemiğin başlangıcı Mete Tunçay’ın Toplum ve Bilim’de yayımlanan “Atatürk’e Nasıl Bakmak” makalesine kadar uzanır. Tunçay’a göre:

“Atatürk’ün Fransız Devrimi ilkelerinden genel çizgileriyle haberdar olduğu besbellidir; ama bu Devrimi hazırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak tanıma[dığı anlaşıl]maktadır. (…) Oysa, bugün her Anayasa Hukuku öğrencisinin bilmesi istendiği üzere, Atatürk’ün kendi savunduğu kuvvetler birliği Rousseau’dan gelmektedir, muhaliflerin dayandıkları kuvvetler ayrımı fikri Montesquieu’nündür.”5

Tunçay, iki metnin karıştırıldığını ise Aralık 1921 Anayasası uyarınca yürütme işlerini yerine getirecek heyetin görev ve yetkilerini belirleyen “İcra Vekilleri Hey’etinin Vazife ve Selâhiyetlerine Dair Kanun” görüşmeleri sırasındaki şu sözlerine dayandırır:

“Efendiler! Bu nazariyat-u meşrutiyeti bulan en büyük filozofların bu nazariyatı kurmak için çalıştıkları esasları tetebbu ettim. Bunlara nüfuz ettim. Benim gördüğüm şudur: düşünmüşler ve nasıl yapalım da bu kuvve-i müstebide o irade-i içtimaiye ve milliyenin dûnunda kalabilsin. Yahut sınıfa müncer olabilsin diyorlar. J. J. Rousseau’yu baştan nihayete kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum vakit, hakikat olduğuna kâil olduğum, bu kitap sahibinde iki esas gördüm. Birisi ızdırap, diğer bir cinnettir. Ahvâl-i hususiyesini tetkik ettim, anladım ki: hakikaten bu adam mecnun idi. Ve hâl-i cinnette bu eserini yazmıştır. Binaenaleyh çok ve çok isnat ettiğimiz bu nazariye böyle bir dimağın mahsulüdür.”6

Tunçay’ın bu (ve koşut başka) metinlerine çok sayıda tepki gelir. Bunlardan Celil Gürkan, makalesinde diğer pek çok eleştirinin yanı sıra “Atatürk’ün 1789 Fransız İhtilâlini en azından çok iyi incelemiş bir kişi hüviyetine sahip bulunduğu bir gerçek” olduğunu söylemiş ve eklemiştir:

“Çankaya’da Atatürk’ün eski köşkünün kitaplığında Rousseau’ya ilişkin yapıtların Fransızca baskılarında bizzat Atatürk tarafından yapılmış çıkmalar, konulmuş notlar bunun en güzel tanığıdır.”7

Tunçay, buna yanıt olarak şöyle yazar: “Atatürk’ün Çankaya’daki özel kütüphanesinde bir tek Rousseau vardır: eski harflerle, 1913 tarihli bir Mukavele-i İçtimaiyye çevirisi. Yayımlanmış olan katalogda, bu kitabın bazı sayfalarında “notlar ve işaretler” bulunduğu kayıtlı (sıra no. 451). Fakat, Millî Kütüphane’nin eski genel müdürü Dr. Müjgân Cumbur, Önsöz’ünde ‘Katalogun hazırlanması sırasında Sayın Prof. fet İnan, işaretlerin kısmen kendisinin olduğunu söylemişlerdir’ diyor.”8

Dolayısıyla Tunçay’ın savına göre Atatürk hem Rousseau ile Montesquieu’yü karıştırmıştır hem de Rousseau’yu okuyup okumadığı kuşkulu bir isimdir.

Bu polemik burada bitmez. Tarık Zafer Tunaya9 ve Hasan Bülent Kahraman10 da Atatürk’ün kuvvetler ayrılığı teorisini hatalı biçimde Rousseau’ya atfettiğini söyler; Murat Belge daha da ileri gider, Atatürk’ün bu konudaki bilgi kaynaklarının sözlü olabileceğini ileri sürer.11

Aslında Levent Köker’in eleştirisi de Zafer Toprak’ın bu belirlemeleri yok saydığından hareketle bu zincirin son halkası sayılabilir.

Toplum Sözleşmesi kitabının üzerindeki notlar

Tartışmaya konu olan notlar, 2001 yılında Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar başlığıyla eski harfleri içeren pasajları da aktaracak biçimde Anıtkabir Derneği Yayınları tarafından yirmi beş cilt olarak basıldı. Dolayısıyla tartışmanın odağında olduğu eserler ve notlara erişim daha demokratikleşmiş oldu.12 Bu metinlere baktığımızda “Jan Jak Rousso”nın yazarı olduğu “Dışişlerinden emekli A.” tarafından çevrilip 1913’te (eski takvimle 1329) basılan Mukavele-i İçtimaiye isimli kitabın bulunduğunu görürüz. Metnin çok sayıda satırı, özellikle egemenlik ile ilgili kısımları çizilmiş ve yanlarına işaretler düşülmüştür. Metinde ayrıca bazı notlar da vardır. Örneğin şu satırların yanındaki not “bizim kanun için” biçimindedir:

“Basit hükümet, salt basit olduğundan dolayı en iyisidir. Yürütme gücü, yasama gücüne karşı yeter derecede doğal halde bulunduğu zaman, yani emredenin egemenliğe oranı, halkın egemenliğe oranında çok olduğu durumda uyumdaki bu kusur ve ayıp, hükümetin bölünmesini bir çözüm olarak gerektirir.”13

Şu ifadelerin yanında ise “kahinler” yazılmıştır: “Egemenlik hiçbir nedenle bırakılamaz ve devredilemez, yine o nedene bağlı olarak vekaleten yürütülemez. Egemenlik kamuoyunun iradesinin içerir. İrade ise temsil edilemez. İrade ya kendisinin aynısıdır ya da başka bir şeydir. İkisinin ortası olamaz. Bu yüzden halkın vekilleri onun temsilcisi değildirler ve olamazlar. Ancak, halkın iş sipariş verdikleri adamlardır. Kesinlikle bir şey akdedemezler. Halkın bizzat onay vermediği yasa, yasa değildir. Hiç olmamış demektir.”14

Şu cümlelerin yanında “hükümet şekli” yazılıdır: “Bu iki işlemden [yasanın yapılması ve yasanın uygulanması] birincisi ile, egemenlik şu ya da bu biçimde kurulmuş bir hükümet kurulunun var olmasını kararlaştırır. Bu kararın bir yasa olduğu açıktır.”15

Şu paragrafların yanında ise “mühimdir” notu düşülmüştür: “Yine bu noktada siyasal varlığın şaşırtıcı görünen uygulamasının uzlaştırıcı yöntemlerinin çelişkili özelliklerinden biri ortaya çıkar. Çünkü bu özellik, egemenliğin birdenbire halk egemenliğine dönüşmesiyle kendisini gösterir. Böylece duyumsanabilecek herhangi bir değişiklik olmaksızın ve yalnızca yeni bir ilişkiyle yurttaşlar yönetici durumunu alarak genel durumdan, özel bir duruma, yasadan da yürütmeye geçerler. (…) İnanılamayacak bir şey varsa o da insan denizi denilecek derecede kalabalık içinde olan bu kavmin bu kadar yolsuzlukların ortasında yine yöneticilerini seçme, yasalarını onaylama, davalara bakmak, özel be genel işleri görme konusunda hemen hemen senatonun yapabileceği bir hızla yürütmeden geri kalmamasıydı. Bu ise eski düzenden dolayı gerekleşirdi.”16

Kitaptaki şu paragrafın yanındaki “Kanuni Esasi milletçe mefsuhtur, milletçe feshedilmiştir” notu ise Rousseau’dan hareketle bir Kanuni Esasi analizi gibidir: “Genel kurallarca yürürlükten kaldırılamayacak hiçbir temel yasa yoktur. Hatta ‘toplumsal sözleşme’ bile feshedilebilir, çünkü tüm yurttaşlar bu sözleşmeyi bozmak için toplansa, bunun pek yasal biçimde bozulacağı kuşkuyu gerektirmez.”17

Son olarak, meşruti krallık meclislerinin çoğaltılması ile bu meclislerin üyelerinin kura ile seçimini öneren Abbe de Sait Piyer’in adının altının çizildiğini ve “Rousseau’nun aslında bu öneriyle hükûmet biçiminin değiştirilmesini önerdiğinin farkında olmaması” belirlemesini onaylar biçimde “şeklî hükûmetin tebdilinin farkında değil” notunu düştüğünü görürüz.18

Notları Afet İnan’ın düşmüş olmasının bir önemi var mı?

Söz konusu işaretlerin ve notların kime ait olduğu hâlâ kuşkuludur. Afet İnan’ın “işaretlerin bir kısmının” kendisine ait olduğunu söylemesi, tamamının ona ait olmadığını; ayrıca işaretlerden bahsedip (Arap harfli) notlardan bahsetmemiş olması da bunların Atatürk’e ait olduğu çıkarımı için yeterli sayılabilir. Fakat pekâlâ aksi de geçerli olabilir.

Toprak, 1908 doğumlu Afet İnan’ın Atatürk’ün anılan konuşmayı yaptığı tarihte (1921) 13 yaşında olmasından hareketle konuşma öncesi bu notları işaretleri düşmüş olamayacağını söylerken haklıdır. Köker de bu bunların, anılan konuşmadan çok sonra düşülmüş olabileceğini söylerken haklı sayılabilir. Fakat bu tali bir konudur.

Zira Atatürk’ün Rousseau hakkında bilgi sahibi olduğunu, hatta 1921’de Toplum Sözleşmesi kuramı hakkında bilgi sahihi olduğuna dair elimizde daha fazla veri var. Bunlardan en az üç tanesini aktarmak anlamlı olabilir:

Birincisi, Atatürk’ün Rousseau’ya olan ilgisi sadece bu eserle sınırlı değildir. Fransa özelinde Atatürk’ün Fransız anayasal gelişmeleri bağlamında ise Maurice Hauriou’nun Anayasa Hukuku ve İdare Hukuku ve Kamu Hukuku kitabı ile Adhémar Esmein’in Fransız ve Karşılaştırmalı Anayasa Hukukunun Temel Unsurları kitaplarının kitaplığında (yine notlarla ve işaretlerle) bulunduğunu görüyoruz. Keza Fransız Devrimi bağlamında Joseph Barthélemy’nin Fansa’nın Hükûmeti ile M. A. Thiers’in Fransız İhtilali Tarihi’nin de okuduğu kitaplar listesinde, üzerinde çalışıldığı belli olacak biçimde yer aldığını görüyoruz.

Bu eserlerden Esmein’in eseri 1921 tarihlidir ve Rousseau hakkındaki bilgiler okunmuştur.19 1880 tarihli Fransız İhtilali Tarihi’nde ise özellikle Rousseau’nun en sadık öğrencisi Robespierre ile ilgili kısımlara odaklanılmış görünmektedir.20 Bunlardan başka, Atatürk’ün okuduğu kitaplar listesinde, üzerinde en çok etüt edilen metnin Babanzade İsmail Hakkı’nın Hukuk-u Esasiye’si olduğuna tanıklık ediyoruz.21 Yakın zaman önce Latin harfleriyle de basılan ve Osmanlı’da hukuk derslerinde okutulan bu anayasa hukuku eserinde Rousseau ve Montesquieu ile erkler ayrılığı ve erkler birliği konularındaki sayfalarca devam eden teknik açıklamaların özellikle altının çizili olduğu görülür.22 Bu nedenle Atatürk’ün bu metni okuma ve notlama olasılığı, okumama olasılığından yüksektir. Rousseau’nun fikirlerinden haberdar olduğu ise açıktır.

İkincisi, Atatürk, söz konusu oturumda Rousseau’nun bu eserini baştan sona okuduğunu açıkça söylemiş ve tüm mebuslara da okumasını önermiştir.23 Atatürk’ün, Meclis çatısı altında hayli önemli bir oturumda, hiç okumadığı bir kitabı okuduğunu söylemiş olması; hatta her an için kendisinde açık arayan mebuslara kendisi okumaksızın önermiş olması gerçekçi değildir.

Üçüncüsü, Atatürk, bu konuşmadaki yaklaşımını, Montesquieu’nün de ismini zikrederek İzmir’de25 (2 Şubat 1923) halka dönük uzun konuşmasında da tekrar etmiş; sonradan Eskişehir’deki (15 Ocak 1923) konuşmasında ve Nutuk’ta27 da Rousseau yanlısı konumunu sürdürmüştür.

Yani: Aslında bu notlar ne zaman düşülmüş olursa olsun, Atatürk’ün Rousseau’yu öyle veya böyle bildiği ve büyük olasılıkla bu kitabı okuduğu sonucuna varabiliriz. Dolayısıyla kitaptaki notların ve işaretlerin kısmen veya tamamen Afet İnan tarafından düşülmüş olması ve bunun gerçek dışı olması -az önce de dediğim gibi- talidir.

Atatürk, Rousseau’yu karıştırmış mıydı?

Gelelim ikinci noktaya. İddia odur ki Atatürk, erkler birliğinin teorisyeni Rousseau’nun, erkler ayrılığını savunduğunu sanmış, onu Montesquieu ile karıştırmıştır. Bu konudaki tek gerekçe, yukarıda aktardığımız (ve genç okurların dikkatini çekmek için günümüz Türkçesine uyarlamanın gerektiği) şu sözlerdir:

“Efendiler! Bu meşrutiyet kuramını bulan en büyük filozofların bu kuramı kurmak için çalıştıkları esasları araştırdım. Bunlara derinlemesine işledim. Benim gördüğüm şudur: düşünmüşler ve nasıl yapalım da bu despot erki o millî ve toplumsal iradenin altında kalabilsin. Veya sınıfa sürüklenebilsin diyorlar. Jean-Jacques Rousseau’yu baştan sona kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum zaman, hakikat olduğunu kabul ettiğim bu kitap sahibinde iki esas gördüm. Birisi ıstırap, diğeri bir cinnettir. Özel durumunu inceledim, anladım ki: gerçekten bu adam mecnun idi. Ve cinnet durumunda bu eserini yazmıştır. Bundan ötürü çok ve çok desteklediğimiz bu kuram böyle bir beynin ürünüdür.”

Bu metinde Atatürk’ün araştırdığı kuram olarak “meşrutiyet”, şarta bağlanmış yönetimleri ifade eder. Bu şarta bağlama, erkler birliği (tevhidi kuva) veya erkler ayrılığı (tefriki kuva) gibi yöntemlerden biriyle olabilir, zaten oturumdaki tartışma da budur.

Niyazi Berkes’in farklı bağlamlarda dikkat çektiği üzere, “meşrutiyet” sözcüğü Türkçeye yanlış bir çeviriyle girmiştir. Örneğin Gülhane Hatt-u Hümayûnu batı dillerinde “Charte” (yani bir senet) olarak çevrilmiş ve fakat sonradan Charte sözcüğünün Türkçe okunuşundaki şart, “koşul” olarak algılanmaya başlamış ve Batı’daki anayasal yönetimler de iktidarın şarta bağlandığı “meşrut” yönetimler olarak kavranmaya başlanmıştır. Constitutionel ile conditionel kelimeleri arasındaki farkın belirsiz olduğu bu dönemde bu kelimeye karşılık olarak, “nizam-ı esâsı”, “tanzimât-ı esâsiyye”, “nizâmat-ı serbestâne”, “nizâmat-ı esâsiyye”, “nizamnâme-i esâsiyye”, “kavânin-i esâsiyye”, “usul-ü esâsiyye”, “kanun-ı esâsî”, “kanun-ı cedit”, “kanun-ı meşrutiyet” ve “Konstütüsiyon” sözcüklerinin birbirlerinin yerine geçmek üzere kullanıldığını biliyoruz.28

Dolayısıyla meşruti ifadesi şarta bağlanmış yönetimleri -de- imler. Böyle bakıldığında Atatürk’ün de farkında olduğu üzere Rousseau da bir nevi (yürütmedeki) iktidarı sınırlandırma kuramcısıdır. Hatta diğerlerinden farklı olarak bu soruna karşı ıstırap çekmiş, mecnuna dönecek denli mesai harcamış, kendisini bu teoriye adamıştır. Ama görünen o ki buradaki ıstırap, cinnet ve mecnun sözcükleri yanlış anlaşılmaktadır.

Cinnet hâli ve mecnun sözcüklerinden başlarsak; bu iki sözcük benzer anlamdalar. Yani en azından etimolojik kökenleri ortaktır. Her iki sözcüğün de arka planında “cnn” vardır ve görünmeme, örtünme gibi anlamlar taşır. Türkçede cin (asında cinn) diye kullandığımız dinsel yaratık da “görünmez varlık” gibi bir anlam barındırır. Mecnun veya cinnet, buna koşut olarak bilincin kaybolması, kişinin kendinden geçmesi anlamına geliyor. Fakat bu her zaman için pejoratif değil, nispeten olumlu bir anlam taşır. Şöyle ki bir aşk efsanesi olan Leylâ ile Mecnun’u hepimiz biliriz. Kays ile Leylâ birbirlerine âşık olurlar fakat Leylâ’nın babası bu aşka izin vermez ve onu bir başkasıyla evlendirir. Bunun üzerine Kays, aşkından derin bir ıstırap çeker ve bu ıstırap zamanla her yerde Leylâ’yı görmesine, hatta tüm evreni bu aşk ile kavramasına ve gitgide tanrısal aşkı (Spinoza’nın “agape” dediği sevgi türü) bulmasına neden olur. Yoğun bir tefekkür içinde bir tür vahdet-i vücûd (varlıkların birliğini) düşüncesine erişir. Bu süreçte, Kays’a, bu sevda uğruna içine girdiği durumdan hareketle, “mecnun” demeye başlarlar. Yani mecnun, her koşulda olumsuz anlam taşıyan beyinsiz, ahmak, budala, bön veya Atatürk’ün Nutuk’ta kullandığı olumsuz kavramlardan aktaracak olursak “mülevves, pespaye, sebükmağzan, gafil” gibi sözcüklerden farklıdır. Türk Dil Kurumu, Dil Derneği sözlüklerinde veya Kubbealtı Lugatı’nda söylendiği gibi mecnun, “sevdadan ötürü kendini kaybetmiş” anlamına gelir. Yani sözün içinde belli bir derde tutulma, bir dava uğruna kendinden geçme gibi bir çağrışım vardır.

Söz konusu paragrafa bakıldığında da Rousseau için olumsuz bir sıfat yüklenmek istenmemiş, bir derde düştüğü anlatılmak istenmiştir. Zaten öncesindeki ıstırap sözcüğü de bu yorumu tamamlar. Bilindiği üzere ıstırap (ızdırap) sözcüğü Türkçe sözlüklerde “maddî veya mânevî acı, azap, eziyet, zahmet, sıkıntı, sızı” anlamına gelir. Kavramın anlamı açıktır. Bir kuramcı neden acı çeker? Bir derde düştüğü için… Bu dahi cinnet ve mecnun olma durumunu hakaret anlamında kullanılmadığını kanıtlar.

Öte yandan Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi eserini derinlemesine okuyanlar onun Frankfurt Okulu’ndan bile önce bir modernizm eleştiricisi olduğunu, buna koşut olarak diğerkâmlığı ve tefekkürü önemsediğini, bunun da zamanla onun, (özellikle sürgün günlerinde) kırsala çekilip medeniyetten uzaklaşma eğilimine temel oluşturduğunu bilirler. Bunu bilmeyenler ise onu bir “deli”ye indirgerler. Oysa Atatürk’ün kullandığı mecnun sıfatı, durumu olması gerektiği niteler. Öte yandan, Atatürk’ün Türkçede yakın zaman önce özenli bir çevirisi yayımlanan Dağdan Yazılmış Mektuplar’ı vakti zamanında Yahya Kemal’e Paris’ten özel olarak getirtmiş olması ve ilgisindeki ısrarı da Atatürk’ün Rousseau’yu önemseyip anladığına ve bu konuya üstün kötü bakmadığına dolaylı bir delil gibidir.29

Sonuç

Bu yazılanla, tek başlarına Atatürk’ün Rousseaucu olduğunu göstermek için yeterli değil. Gerçi ben çeşitli nedenlerle bunun doğru olduğunu düşünüyorum ama bu yazının konusu bu nedenler değildi. Belki başka ve daha uzun bir yazının konusu olabilir. Bu yazının derdi, Atatürk’ün Rousseau’yu okuyup okumadığı ve onun takipçisi olup olmadığıyla ilgili tartışmaya şerh düşmekti. Bu şerhi düştüğümü sanıyorum.

Yeri gelmişken de şu notu paylaşmak isterim.

Son yıllarda literatürde siyasal rejimler bağlamında ileri sürülen otoriterleşme biçimlerinin hepsini birden aynı torbaya sokma eğilimi yaygınlaşmış bulunuyor. Öyle ki geçmişte Atatürk - Rousseau ilişkisine dair sorunlu yaklaşım, şimdilerde Recep Tayyip Erdoğan’ın erkler birliği eğilimi ile bir nevi Rousseaucu hâle geldiği söyleminde karşılık buluyor.30 Bir Jakobeni, bir Bonapartist ile karıştırmak büyük bir hatadır. Buna da yeri gelirse döneceğim.

-----------

1 Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, (Yetkin 1993), s. 34 vd.
2 Philip Kain, Marx and Modern Political Theory, (Rowman and Littlefield 1993), s. 65.
3 Özellikle son yıllarda önemli bir eser olarak bkz. Yıldız Silier, Özgürlük Yanılsaması: Marx ve Rousseau, (Yordam 2021).
4 Zafer Toprak, Atatürk: Kurucu Felsefe’nin Evrimi, (İş Bankası 2020).
5 Mete Tunçay, “Atatürk’e Nasıl Bakmak”, Toplum ve Bilim, 4, 1978, s. 90-91.
6 Ibid, s. 91.
7 Celil Gürkan, “Atatürk’e Nasıl Bakmak: Bir Yanıt”, Toplum ve Bilim, S. 6-7, 1978, 181-182.
8 Mete Tunçay, “Atatürk Konusunda Yanıtlara Yanıt”, Toplum ve Bilim, 9-10, 1980, 128. Tunçay, metne olan tepkilerden birinin Emekli Albay Şükrü Galip Erker’den geldiğini ve Erker’in bu tepkisini çeşitli kişi ve kurumlara yolladığı bir mektubun yanı sıra, fakülte dekanına ve üniversite rektörüne şikâyet ederek gösterdiğini kaydeder.
9 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler, (2. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi 2003) s. 183.
10 Hasan Bülent Kahraman, “Modern Türk Siyasetinin Rousseaucu Kısıtlamaları Üstüne: Rousseau-Kant Bağlamında Bir Değerlendirme”, Toplum ve Bilim, S. 93, 2022, s. 57.
11 Murat Belge, “Mustafa Kemal ve Kemalizm”, Kemalizm, (İletişim 2002), s. 33.
12 Recep Cengiz (koord.) Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, (Anıtkabir Derneği 2001).
13 Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, C. 7, s. 304.
14 Ibid, C. 7, s. 314.
15 Ibid, C. 7, s. 318-319.
16 Ibid, s. 319-320, 327.
17 Ibid, s. 321.
18 Ibid, s. 324.
19 Ibid, C. 21, s. 247 vd.
20 Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, C. 24, s. 69 vd.
21 Latin harfleriyle bkz. Babanzade İsmail Hakkı, Hukuk-ı Esasiye, Fernaz Balcıoğlu ve Ayça Büşra Balcıoğlu (uyar.) (Erguvani 2017).
22 Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, C. 8, 228-326.
23 TBMM Zabıt Ceridesi, C. 14, 120’nci İçtima, 01/12/1921, s. 440.
24 Montesquieu’nün Kanunların Ruhu (Ruhü’l Kavanin) kitabını 1923’te çevrildiğini biliyoruz. Fakat Montesquieu’nün düşüncelerini bu çeviriden mi yoksa anayasa hukuku ders kitaplarından hareketle mi aktardığı net değildir.
25 Bu konuşmanın tam metni için bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri-15, (Kaynak 2005) s. 50-104.
26 Tam metni için bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri-14, (Kaynak 2004) s. 231-259.
27 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, (Kaynak 2015), s. 338.
28 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, (Yapı Kredi Yayınları 2003) s. 319-320.
29 Jean-Jacques Rousseau, Dağdan Yazılmış Mektuplar, Adnan Akan (çev.), (Fol 2022).
30 Çok sayıda örnek içinde dolaylı olarak bkz. Baskın Oran, “Komple Bir Karşı Devrim Yaşıyoruz”, Artı Gerçek, 31/12/2020. (erişim tarihi: 2 Aralık 2020).

Konuk Yazar