Depremde devletin boş bıraktığı alanın fotoğrafı: Yağma, kin, faili meçhuller, işkence ve kendi ülkesinde mülteci yurttaşlar
ERSAN ATAR
Depremden sonra devlet fotoğrafı 48 dakikada çekmişti ama 48 saat boş kalan alanı dün olduğu gibi bugün de suçlular doldurdu. Onlar; dün Taksim’de pala sallıyordu, Gezi’de çadır yakıyordu, bugün Hatay’da cop sallıyordu, duvar diplerinde insan öldürüyordu. Dün camide içki deniyordu, bugün telefon hırsızı Suriyeli deniyordu. Bebeğinin süt ve ekmek ihtiyacını karşılayanlar bugün yağmacı ilan edilip OHAL’in dayanağı yapılıyordu. Ve insanlar kendi ülkesinde mülteci oluyordu. Peki bütün bunlar nasıl oldu?
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 6 Şubat saat 04:17’de gerçekleşen depremin üzerinden daha saat geçmeden “Dördüncü seviye alarm ortaya koyduk. Dördüncü seviye, uluslar arası yardım da içeren bir alarmdır. Bu açıdan şu andaki son durumumuz bu” diyordu.
Devlet, depremden sonra devlet fotoğrafı 48 dakikada çekmişti ama 48 saat boş kalan alanı dün olduğu gibi bugün de suçlular doldurdu. Deprem bölgesinde yaşanan yağma iddiaları ve linç görüntüleri üzerinde duracağız. Bu iddiaları ve görüntüleri biraz geçmişten bakmaya çalışacağız. Geçmişten bakacağız ki cami içinde bira içme dezenformasyonuyla Suriyelinin itfaiye erinin cebinden telefon çalma yalanının benzerliklerini, amaçlarını ortaya koyabilelim. Kimi ihtiyaç karşılamaya yönelik alımlar OHAL’e nasıl gerekçe yapıldı? Sonradan gerçekten yağmacılar bölgeye nasıl girdi? Bu sivil linç ve resmi işkenceye ve faili meçhul ölümlere nasıl evrildi? Hatay başta olmak üzere bölgeden başlayan göçlerde oluşan atmosferin etkisi neydi?
Bütün bunları depremi yaşayan ve bölgenin demografik yapısını da bilen Avukat Ali Habip ve depremden hemen sonra bölgeye giderek olup bitenleri her yönüyle aktaran Kısa Dalga muhabiri Esra Tokat ile konuşacağız. AKP’nin ve toplumun kodlarını okuyacağız. Sözümüze, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamalarıyla başlamamız da ondandır.
Yağma vakalarının ve ulu orta yapılan işkencelerin, Bakan Soylu’nun, depremden daha saatler geçmeden yaptığı ilk açıklamasında duyurduğu “Dördüncü Seviye Alarm” ile elbette bir ilgisi yoktu. Ama o açıklama, Orta Anadolu’da, Karadeniz’de, batıda insanlar daha gözlerini ovuşturarak televizyon ve telefon ekranlarına bakarken devletin her şeyi bildiğini ortaya koyuyordu.
48 dakika sonra hazırlanan raporda depremin fotoğrafı vardı
Dördüncü seviye alarm ilan etmek öyle kolay değildi. Beştepe dahil, devletin bütün karar alıcıları durumu bilmeden Dördüncü Seviye Alarm ilan edilemezdi. Çünkü bu devletin itibarını, diplomatik ilişkilerini, ekonomisini ilgilendiren zor bir karardı. Bu kararın alınabilmesi için elde verilerin olması gerekirdi. Nitekim de vardı. AFAD, 48 dakika sonra, saat 05:00 sıralarında bir ön rapor hazırlamış, bu rapor Cumhurbaşkanın masasına konulmuştu.
Bu duruma göre yapılması gerekenler belliydi. Yapılması gerekenler listesinde elbette ilk sırada canların kurtarılması vardı ama “güvenlik” bu listenin acil alınması gereken önlemler hanesindeydi. Antep’in, Maraş’ın ve dahi Hatay’ın durumu, demografik yapısı biliniyordu. Güvenliği kim alacaktı? Elbette polis ve asker. Depremin büyüklüğü ve etki alanı devletin sabah 05:00’teki raporunda yazılıydı ama özellikle asker kışladan bir türlü çıkmıyordu. En azından çıkarılan asker sayısı ve donanımı depremin büyüklüğü karşısında küçüktü.
Hatırlarsınız, Gezi eylemleri sırasında elinde pala olan bir kişi, Taksim’in orta yerinde eyleme katılanlara saldırıyordu. Adı ve namı daha sonra Palalı Sabri olarak duyulacak olan Sabri Çelebi’ydi. Kamu düzenini sağlamakla görevli polis olup bitenleri bir köşeden izliyordu. Gözü eylemcilerdeydi ama meydanı pala Sabri’ye bırakmıştı. O beyaz gömlekli adama göre Gezi bir suçtu ve bunun cezasını o kesiyordu.
Yine hatırlarsınız, Gezi eylemleri sırasında polis, Gezi Parkı’nda eylemcilerin kaldığı çadırları yakıyordu. Gezi eylemlerinin tonu bu çadır yakma hadisesinden sonra koyulaşmıştı. Kimdi bu polisler? Böyle bir davranışın ortamı daha gereceğini bilmiyorlar mıydı? Yoksa daha da gerilsin diye mi yapıyorlardı? Bu soruları sormak elbette o gün kimsenin aklına gelmemişti ama sonrasında 15 Temmuz’daki finalde “Yoksa o çadır yakma da bir planın parçası mıydı?” diye soruldu. Elbette Sabri’yi meydana polis saldı demiyoruz, diyemeyiz. Gerçek de olmaz. Ama meydanda bir boşluk vardı ve gelip orayı Sabri doldurmuştu. Birinde devlet vardı ve o devletin alandaki temsilcisi olan polis ulu orta çadır yakıyordu, hem de sonrasında neler olacağını bile bile.
İçinde bin türlü tehlike olan bir hava
Şimdi konumuz onbinlerce canımızı kaybettiğimiz depremken hafızamız nasıl geçmişe gitti? Deprem bölgesindeki devletin yokluğunda yaşanan yağma olayları ile OHAL sonrasında devletin kendini güpegündüz işkence yaparken gördüğümüz yüzüydü belki hafızalarımızı geriye götüren.
Deprem bölgesindeki yağma iddiası içeren görüntüleri mutlaka televizyondan izlemişsinizdir ve görüntüler de sesler de hafızanızdadır.
Bölgeyi aklıselim bakanlar yağmacının profilini çizmekte zorlanıyor. Haksız da değiller zorlanmakta; Bir bakıyorlar fırın sırtlayıp götürenlerden biri gayet düzgün bir Türkçe kullanıyor. Bazen bir annenin birkaç bisküvi ve sütle market yıkıntısından çıktığını görüyor. Ama bir iddia var ki TIR yolu kesenlerin askeri kamuflajlı siviller olduğu. Ve bu iddia, bölgedeki sivil kamu görevlilerinden bir kısmına askeri kamuflaj dağıtıldığı söylentisiyle birleştiğinde daha da tehlikeli bir noktaya gidiyor.
Alan boştu ve Pala Sabri Gezi’de nasıl saldırıyorsa onlar da orada yağmalıyordu. Dahası vardı: Yol kesenler… TIR durduranlar… Yol bilmeyen kamyoncuyu çiftliğe yönlendirenler… Alan boştu. Asker gecikmişti. Sonradan kışladan çıkarılan asker sayısı da öyle sokak başına, sonuna konuşlandırılacak kadar değildi. Yardım malzemesi getiren TIR’lara refakat edecek üç kişilik timler kurulacak kadar hiç değildi. Coğrafya genişti, coğrafya tehlikeliydi.
Esnaf dün vitrinini alfabesinde olmayan harflerle tanıtım yazıları yazıyordu ama bugün o zamanki potansiyel müşterisini toptan hain ilan ediyordu. Coğrafyanın tehlikesi buradaydı.
Dün “camide içki”, bugün “itfaiyecinin telefonunu çalan Suriyeli” dezenformasyonu
Bütün bunlar olup biterken ülkenin bir siyasi partisinin genel başkanı twitter’dan bir paylaşım yapıyordu; “Mavi yağmurluklu Suriyeli canlı yayında itfaiye erinin cep telefonunu çalıyor” diyordu. Sonra o kişi, bir imam ve şöyle diyecekti:
“Suriyeli değilim, Türk vatandaşıyım. Çalınan cep telefonu dediği, işte bu elimdeki kırmızı cep telefonu ön cebimden çıkarıp, arka cebime koydum. Ümit Özdağ hakkında tazminat davası açacağım.”
İtfaiye erine sorulacak, “Telefonum çalınmadı” diyecekti. Ve Cüneyt Özdemir, Özdağ’a soracaktı: Bir özür dilemeyi düşünür müsünüz? Özdağ’ın yanıtı şu olacaktı:
“Hayır niye özür dileyeyim kardeşim. Kimden özür dileyeyim, neden özür dileyeyim. Bir gazete yayınlamış, ben de gazeteden aldım.”
Özdağ konuşmasının devamında, “gazete özür dilesin, kendisi özür dilesin” diyordu. “Üzerinde neden Suriyelilerin giydiği tercüman elbisesini giyip ortada dolaşıyor” diyordu. O coğrafya, üzerindeki kıyafete göre insan tanımlanan coğrafyaydı. Daha birkaç yıl öncesinde değil miydi kekik toplamaya giden köylülerin PKK’lı diye öldürüldükleri? O coğrafya değil miydi, yerel kıyafetiyle kekik toplamaya giden amcaları öldüren askerlere “Üzerlerinde PKK kıyafeti vardı” diye savunma yaptırıp birkaç yıl hapisle kurtaran.
Hafızamız neden geriye gitti dedik ya başlarda. Gidiyor işte; bu ülke değil miydi daha dün dönemin Başbakanı’nın Meclis kürsüsünden cami içinde içki içmişler dediği. Sonra da o caminin imamının “ben din adamıyım yalan söyleyemem, içki içildiğini görmedim” dediği. Meclis kürsüsünden söylenen o söz değil miydi, ülkenin saygın(!) gazetecileri tarafından pişirilip Meclis kürsüsünden dillendirilen. Ve siyasi tabanda belki de hala hafızalarda söylendiği gibi kalan.
Hani başlarda, deprem bölgesindeki yağma ve hırsızlık olayları ve bu yöndeki iddialara devletin ve toplumun kodlarıyla bakacağız diyorduk ya. İşte tam da bunun kastediyorduk. Ümit Özdağ’ın iddiasının gerçek olmadığını, sonradan twitini sildiğini belki bu satırları okuyanlar arasında bile bilmeyenler vardır. Propaganda denilen şey tam da budur; atmosferi kirletirsiniz ve toplum onu bir süre solur ve dezenformasyonun bıraktığı koku havada kalır. Sonra olup bitenler birse dilden dile “on” diye dolaşır, o “onlar”ın oluşturduğu endişe ve düşmanlık artık “yüz” olur “bin” olur.
Anlatacak o kadar çok şey var ki, ta Erdek’ten çıkıp bölgeye giden ve oradaki boşluktan yararlanıp elinde uzun namlulu otomatik silahla hırsız nöbeti tutan bir siyasi parti ilçe başkanı vardı örneğin. Genel Başkanının deprem bölgesine gitmediğinin, tek kelime etmediğinin açığını kapatmak istercesine bütün heybetiyle duruyordu.
Birazdan sözü, deprem bölgesinin insanı, depremzede Avukat Ali Habip ve depremden hemen sonra bölgeye giden ve Kısa Dalga okurlarına, bölgeden haberlerini-izlenimlerini aktaran Kısa Dalga Muhabiri Esra Tokat’a bırakacağız. Onlara iddiaların kaynağını soracağız, onlar da bize deprem bölgesindeki demografik fay hattını anlatacaklar. Suriyeliler, göçmenler ve onlara bakışı.
Sonra da yağma denilenlerin OHAL’e nasıl gerekçe yapıldığını, bölgede nasıl bir atmosfer oluştuğunu ve insanların ülkelerinde nasıl mülteci durumuna düştüklerini anlatacağız.
Bölgeye ilişkin tehlikeli senaryolar
Bölgeye ilişkin tehlikeli senaryolar yazılıyordu. Tehlikeli senaryolar. Bölgeye uzaktan bakan pek çok insan önce müteahhide öfkesini kustuktan sonra işi mültecilere getiriyor, “Suriyeli” diyor, “dolduruldular” diyordu. Bir kesime göre yağmanın da sorumlusu onlardı. Acaba gerçekten öyle miydi, yoksa mültecilerin üzerinde bir de korku enkazı mı var? Esra Tokat’a “gerçekten yağma yapanların çoğunluğu Suriyeli mi?” diye soruyoruz:
“Ben orada 5 gün boyunca durdum ve neredeyse hiçbir şekilde böyle bir şeyle karşılaşmadım. Özellikle bu tarz şeyleri Suriyelilerin yaptığına yönelik yorumlar var ama şöyle. Zaten Hatay’da ve Samandağ üzerinden konuşursak ben 5 gün boyunca orada herhangi bir Suriyeliyle ya da herhangi bir göçmenle açıkçası karşılaşmadım. Gerçekten şu yorumlar doğru: Suriyelilerin, göçmenlerin sokağa inmekten korktukları tablosu gerçek. Bu yöndeki yorumlar doğru. Ben 5 gün boyunca herhangi bir göçmenle karşılaşmadım. Öte yandan bunların hepsinin Suriyeli olduğuna yönelik yorumlar var. Zaten dediğim gibi bunlar bir yağma niteliği taşımadığı için… O çamaşır makinesi… Bu deprem psikolojisi gerçekten orada olunmadığında ya da böyle bir şey yaşanmadığında anlaşılabilecek bir şey değil. İnsanlar gerçekten ne yapacağını şaşırabiliyor. Öyle değişik bir ortam var ki insanlar neye muhtaç olacağını, zamanla neye ihtiyaçları olacağını bilemiyorlar. Çünkü hiçbir şey orada ayakta kalmamış. Taş taş üstünde kalmamış ve sağlam bir şey bulunduğu zaman alma içgüdüsü doğabiliyor.
Şimdi buradan baktığımızda da sosyal medyada, pek çok linçle karşılaşıyoruz. Sonunda da işte polis şiddetinin olduğunu, göçmenlerin katledildiğini, öldürüldüğünü görüyoruz.
Bazı yapılan gerek siyasi partilerin gerek bazı grupların yaptığı kışkırtmalarla gerçekten bu bölgede çok çok tehlikeli olan bir şey. Bunun sonu ya da bu nereye varır bilmiyorum ama bu tarz şeylere gerçekten çok temkinli yaklaşmak lazım. Çünkü bu kadar büyük afetlerde insanların psikolojisini anlamak gerçekten uzaktan bakıldığında çok çok zor ve her zaman bu yüzden temkinli yaklaşmak lazım.”
Sahi, yağma nedir?
Esra Tokat’a, yağmanın nedeni sormak istiyoruz. Tokat, önce yağma nedir bunu tanımlamak gerektiğini söylüyor. Belki birazdan dinleyeceklerimizden sonra hepimizin de bir kez daha düşünmesi gerekiyor. Yağma nedir? Esra Tokat’ı dinleyelim:
“O yüzden bölgedeki marketler, doğalında oranın içindeki eşyalar alınmış. Çünkü alınmak zorunda. Oraya ne zaman bir daha gıda gelecek, ne zaman yardım gelecek insanlar ne kadar süreyle aç kalacak. Çünkü devlet dediğimiz o kurumsal yapıların hiçbirisi yedinci gününe kadar yoktu. İnsanlar o yüzden sadece bir gününü değil, ondan sonra karşılaşabileceği zorlukları düşünüyordu. Çünkü bir daha deprem olma korkusu yaşıyor insanlar. Kurtulan depremzedeler, artık ne kadar süre yaşayabilme ihtimallerinin olduğunu bilmiyor ve suyu, gıdayı temin etmek istiyor. Doğalında oradaki marketlerden gıdalarını almışlar, eczanelerden ilaçlarını almışlar. Ben buna kesinle bir gazeteci olarak yağma diyemiyorum. Çünkü insanlar önünü görmüyor, sonunu görmüyor. Bölge gerçekten çok çok kötü durumda.”
İtiraf etmem gerekir Esra Tokat’ı dinlerken ben de önce tam olarak neyi söylemek istediğini tam olarak anlayamadığımı fark ettim. Ta ki şu küçük anekdotunu anlatıncaya kadar:
“Şöyle ki ben yanımda şeker de götürmüştüm. Güçsüzleşirsem yolda devam edebilmek adına şeker iyi gelebilir diye. O otuz yaşındaki enkazdan çıkarılan kadının komşularına şeker verdim. Hani şeker vereyim mi diye sorduğumda yiyecek başka bir şeyleri olmadığı için böyle mutluluk şekeri kabul etmişlerdi. Ya bahsettiğim gerçekten ufacık bir şeker. Yani hal böyleydi orada. Yardım noktaları dışında dağıtılması dışında gıdaya ulaşılması herhangi bir şekilde yok ki yardım noktalarında da artık en son gün, sadece insanlara abur cubur, kek dediğimiz şeyler dağıtılıyordu. Çünkü gıda çok çok az gönderiliyordu. O yüzden insanlar bölgedeki marketleri, doğalında oradaki yiyecekleri almışlar. Ya bu böyle suçlanabilecek, bunu yağma olarak nitelendirebilir miyim ben bir gazeteci olarak aslında bilmiyorum. Ve nitelendirmeyeceğime de eminim. Uzaktan bakınca bilmiyorum yağma olarak görünebilir mi? Ama yakından baktığımızda gerçekten insanlar orada her şeye muhtaç. Dediğim gibi bir şeker bile verdiğimde insanlar bunu mutlulukla karşılıyor. Kimse de ya yok ne gerek var diyemiyor. Çünkü verdiğim şeker insanların orada bir gün boyunca beslenebileceği, onları ayakta tutabileceği bir besindi onlar için.”
Peki, yaşananlar deprem bölgesinin insanı için ne anlama geliyordu? Ne yağmaydı, neler yağma değildi? Ve adını nasıl tanımlarsak tanımlayalım bütün bunlar neden olup bitiyordu? Bu soruyu Hatay’da avukatlık yapan, oranın insanı Avukat Ali Habip’e sorduğumuzda söze daha deprem anından başladı. Gece evden nasıl çıktıklarından, çocuklarının üstünden başından başladı anlatmaya. Uzun uzun enkaz altından gelen sesleri anlattı. Açıkça söyleyeyim önce Avukat Ali Habip’in sorumu anlamadığını, neyi sorduğumu anlatamadığımı düşündüm. Ben yağmayı soruyordum; O, deprem gecesi yaşadıklarını anlatıyordu. Sözlerinin devamında anladım ki aslında tam da sorduğum soruya cevap veriyormuş. Bütün o yağma iddialarının temelini anlatıyormuş, insanların saat saat nasıl üşüdüklerini mağazalardan mont aldıklarını, hangi saatlerde acıkmaya başladıklarını ve marketlere yöneldiklerini anlatıyormuş. İşte tam da o saatlerde devlete nasıl ihtiyaç duyulduğunu ama devlet olmayınca insanların ihtiyaçlarını karşılama yoluna başvurduklarını anlatıyormuş:
Avukat Ali Habip’in sözlerinin devamını kendisinden dinleyelim:
“Çoğumuz, daha önce depremler sonrası AFAD’dan mesaj geliyordu, AFAD’dan mesaj gelmesini bekledik. Bir iki polis arabası gördük. Ondan sonra 48 saat boyunca ne ambulans, ne polis arabası, ne devlet kurumuna ait bir araç hiçbir şey göremedik ortalıkta. Ne bir yetkili vardı, ne haber vardı, ne bilgi vardı. İnsanlar gün ağardıktan sonra giyim sorunu içindeydi. Barınma sorunu içindeydi. Öğleden sonra saat 13:00-14:00 gibi açlık sorunu başladı. İnsanlar ilk başta giyim için mağazalara girmeye başladı… İnsanlar, hiçbir devlet yetkilisi, kamu görevlisi, yardım görmeyince mağazalara saldırdılar ama bunu fırsata çevirenler, öfkeyle yapanlar, özellikle devlete karşı öfkeyle yapanlar çok oldu. Maalesef ilk 12 saat, 24 saat içinde bir müdahale olsaydı, en azından birkaç çadır. Bir çadır bile 100 kişiyi idare edebilirdi. Hani böyle lüks bir çadıra kimsenin ihtiyacı yoktu. Sadece yağmurdan, soğuktan kaçınabilmek için, yani üşümemek için bir yer aradılar. Herkes çatı altlarına girdi. Herkes ekmek aradı. Bunlar olsaydı, bu yağma olayları gerçekleşmezdi. Yağmaların bir kısmına ben suç olarak bakmıyorum. Özellikle bisküvi, yemek içmek ve benzeri şeyler alanlar, zaten kanunda da yeri var. Zorunluluk, ızrar hali diye geçer. Ama bunu fırsata çeviren, domestos olan, mağazanın klimasını söken cep telefonu mağazalarını yağmalayan insanlar oldu. Bunlar da tabi boşluktan oldu. 48 saat buraya hiç kimse gelmedi.”
Avukat Ali Habip, Hatay’a şehir dışından yağma amacıyla gelenlerin de olduğunu kabul ediyor. Ama bir taraftan da kendi evinin enkazı başına gidenlere de yağmacı gözüyle bakıldığının altını çiziyor. Ve belki de en önemlisi, yağma söyleminin bu eylemi artırdığına inanıyor. Avukat Habip’in sözleriyle doğrudan aktaralım:
“Özelde bu yağma meselesine gelince, münferit yağma meselelerinin abartılarak eşeğin aklına karpuz kabuğu sokmak misaliyle maalesef yağma niyetinde olan insanlar da buralara çekildi. Ve yağmalama kastı olmayanların aklına dahi bunlar sokuldu. Böyle bir durum da oldu. Münferit olaylar çok abartıldı. Bu da çok büyük bir hassasiyet yarattı, çok büyük bir tehlike yarattı.
Şu an bu konuda çok büyük bir hassasiyet var. İnsanlar tanımadıkları insanlara yağmacı gözüyle bakıyor. Ayrıca köylerde silahlı nöbet bekleyen insanlar var. Çocuk kaçırma olayları olduğu yönünde duyumlar alıyoruz. Bunun gerçekliğini bilmiyoruz ama bu konuda çok fazla şikayetler var. Yani devlet çocuklarına sahip çıkmadı. O da büyük bir sıkıntı. Hani eşya yağmasından daha ciddi bir problem.”
“Münferit yağma”lar nasıl OHAL gerekçesi yapıldı?
Bütün bu olup bitenlere siyaset ne diyordu? Bir taraftan münferit olaylardı hatta yüzde 99.9’u asılsızdı ama bir taraftan OHAL ilan ettirecek kadar yaygındı ve bununla normal yasalarla başa çıkılamazdı. Ülkenin İçişleri Bakanı’na göre tablo şuydu:
“Yağma yapılıyor, arkadaşlar, aziz milletim. Biz her ihbara gidiyoruz. Yüzde 99.99’u asılsız ihbar… Normal hayatın içerisinde nasıl hırsızlık işleri varsa, asayiş işleri varsa bu dönemlerde de olabilecek bazı işler olabilir. Ama bir güvensizlik algısı oluşturuluyor. Bu milletin bütün değerleriyle, bu milletin bütün kodlarıyla oynamak elbette ki yanlıştır. Bir mesele de her depremde olduğu gibi Allah selamet versin, sel olduğu zaman olmayan barajlar patladı. Deprem olduğu zaman Suriyeliler, yağma ve talanın içerisinde, taciz ve tecavüzün içerisinde. Biz hepimiz burada bir depremzedeyiz. Biz de ikinci depremin içerisinde burada olduğumuz için biz de depremzedeyiz. Burada insanları ırklarına göre, renklerine göre ayırabilmek… E tamam, onları soğukta bırakalım, hayatlarını kaybetsinler ölsünler. Bu insanlar dün hırsızlık yapmıyorlardı da depremi mi bekliyorlardı hırsızlık yapacak ya. Böyle bir akıl tutulmasıyla karşı karşıyayız.”
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a ise vatandaşı dikkatli olmaya çağırıyordu. Bozdağ’a göre hem yağma hem hırsızlık hem de dolandırıcılık suçlarıyla milletin acısını istismar edenler vardı. Cumhuriyet savcıları bu konuda da etkin bir soruşturma yürütüyordu.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ihbarların yüzde 99.99’unun asılsız çıktığını söylüyordu ama Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ilan ettiği ve Meclis’in onayına sunduğu olağanüstü hal uygulamasının dayanaklarından birini yağma olarak gösteriyordu. Erdoğan’a göre OHAL ilan edilince tıpkı, süreci istimrar edenler gibi yağma ile de etkin mücadele edilecekti.
“Bununla birlikte bazı yerlerde maalesef bakıyorsunuz marketlere, alışveriş merkezlerine yağmalama çalışmaları oluyor. Bu yağmalama çalışmalarına gayretlerine de olağanüstü hal ile müdahale etme imkanını, devlet parlamentodan bu yetkiyi alarak müdahale etme imkanını yakalayacaktır.”
Meclis’te oylama yapılmış, OHAL resmen ilan edilmiş, Erdoğan’ın sözünü ettiği o müdahale imkanı verilmişti. Sanki o ülkede hırsızlık, yağma suç değildi de OHAL ile suç haline gelmişti. Sanki polis, asker mevcut yasalarla hırsızlığa yağmaya müdahale edemiyordu.
Kendi ülkesinde mülteci yurttaşlar
Bu ülkenin polisi, askeri o olağanüstü halin yazılı olmayan kurallarını iyi bilirdi. Darbelerden iyi bilirdi, 90’larda Doğu - Güneydoğu’dan iyi bilirdi, 15 Temmuz’dan sonra bu bilgilerini pekiştirmişti. Seksenlerde işkence mi yaptın, OHAL vardı seni korurdu. 90’larda adam mı kaldırdın olsun OHAL vardı. 15 Temmuz’da asfalt üzerinde insan mı süründürdün OHAL vardı sana kalkan olurdu.
Ve şimdi OHAL’in ne demek olduğunu iyi bilen trafik polisi alırdı eline copu ver yansın ederdi yağmacı diye karşısında duranlara. Savcı da oydu, hakim de oydu. Cezanın infazı da işkenceydi. Ülkenin insanı yaratıcıydı; trafik polisi ceza kesiyordu!
Duvar diplerinde, “yağmacı” diye öldürülmüş insanlara ait olduğu iddia edilen fotoğraflar, görüntüler ülkenin gazetecilerinin önüne düşer olmuştu. Failleri meçhuldü.
Olağanüstü hallerin olmazsa olmazı gözaltında ölümler duyulur olmuştu. Ahmet Güreşçi, hırsızlık yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınmış ve gözaltında ölmüştü. Sonradan ortaya tutanaklar çıkacaktı. Tutanaklarda şunlar yazacaktı: Gözaltına alınırken polise mukavemette bulundu, kafasını duvara vurdu.
Hataylı, Antepli, Maraşlı evini bir şekilde yeniden yapardı da bu öfke ikliminde yaşayabilir miydi? Kamyonuna eşyasını yükleyen Hataylı, “Artık burada bize ekmek yok” derken sadece evinin yıkılmasını mı anlatıyordu, yoksa atmosfer miydi ona bunu söyleten? Tehlikeli bir gidişti. Ve bu tehlikeli gidişin taşları belki de ve hatta elbette böyle öngörülmeden adım adım örülmüştü. Belki ülkedeki bir siyasi parti liderinin yanlış çıkan sosyal medya paylaşımı o anlık siyasi eleştiri konusu olabilecek nitelikteydi hatta dikkate alınmasa bile olurdu. Trafik polisinin inip kalkan copu çoğu insanın yüreğine su bile serpmişti. Ama bütün bu atmosfer, o ülkede duvar diplerinde insan öldürmeyi, gözaltında ölümleri yeniden ülkenin gündemine sokuyordu.
Bütün bunlar; yıkılan, yok olan evlerle birlikte insanları kendi ülkesinde mülteci yapıyordu. Duyuyor musunuz etrafınızda “eşyalı kiralık ev arayan Hataylıları? Yarın onların, mahallenizdeki emlakçinin en aradığı müşterisi olabileceğini öngörebiliyor musunuz? Ve o göç eden, edecek insanların yarın belki de Muğla’da, Aydın’da, Çanakkale’de “Arap” diye, “Kürt” diye “öteki” olacaklarını öngörebiliyor musunuz?
Keşte dördüncü seviye alarm ilan edilirken bütün bunlar öngörülebilseydi. 48 dakikada bu karar alınırken önlemler için 48 saat beklenmeseydi.
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.