Evet, 24 Nisan’da Talat Paşa’yı ananları da anlamalıyız
BERCAN AKTAŞ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bazı 24 Nisanlarda hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini andığını biliyoruz.
2014’te henüz başbakanken bir ilke imza atarak mesaj yayınlamıştı ve tehcirin sonuçlarının “gayri insani” olduğunu söylemişti:
“Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.“
2017’te geçmişin yaralarını sarma amacından şu sözlerle bahsetmişti:
“Yüzyıllarca sevinç ve tasada ortak iki halkın, geçmişin yaralarını sarması ve insani bağlarını daha da kuvvetlendirmesi hepimizin ortak amacıdır. Tek bir Ermeni vatandaşımızın dahi ötekileştirilmesine, dışlanmasına, kendini ikinci sınıf hissetmesine tahammülümüz yoktur. Yirminci yüzyılın başında yaşamını yitiren Osmanlı Ermenilerinin hatıralarını bir kez daha yâd ediyorum.”
2022’de yine mesaj yayınlayan Erdoğan şu ifadeleri kullanmıştı:
“Yüzyıllarca sevinç ve tasada ortak olan bizlerin, geçmişin yaralarını birlikte sarması ve insani bağlarını daha da kuvvetlendirmesi önemlidir. Bu anlayışla acıları büyütmek yerine bin yıla varan köklü birlikteliğimizden ilham alarak geleceği beraber inşa etmemiz gerektiğine inanıyorum. Birinci Dünya Savaşı’nda yitirdiğimiz Osmanlı Ermenilerini tekrar saygıyla anıyor, anma merasimine iştirak eden tüm vatandaşlarıma selam ve hürmetlerimi iletiyorum.”
Peki bir demokrat, bir sosyalist veya bir liberal benzer mesajlar yayınlasa köpürecek milliyetçi öfke niçin Erdoğan’a yönelmemişti?
Bu sorunun yanıtı Erdoğan’ın pozisyonunda ve halkla kurduğu ilişkide gizli.
İnsanlar Erdoğan’ın bunu tören gereği yaptığını biliyorlar. Onu devlet soğukkanlılığıyla yapması gerekeni yapan bir lider olarak görüyorlar.
AK Parti için çözüm sürecini başlatmak neden sorun yaratmadıysa bu da ondan sorun yaratmıyor.
Çözüm süreci de devletin taktik zorunlulukları çerçevesinde anlaşılır bulunmuş ve desteklenmişti. Demokratik bir basınç oluşmadığı için de bir çırpıda bozuluvermişti.
Erdoğan’a gösterilen bu anlayışın memleketin solcularına, liberallerine, demokratlarına gösterilmeyeceğini biliyoruz.
Bunun yalın bir sebebi var.
Çünkü bu kesimler alevli konulara taktik bir mantıkla değil, ilkesel nedenlerle giriyorlar.
AK Parti ise Arap Baharı’nın etkileri sürerken bölgesel gelişmeleri masaya yatırıp bölünme fobisini rahatlatan bir hamle yaparak çözüm sürecini başlatabiliyor.
Oysa solcuların, liberallerin, demokratların zihninde barış bir ideal. Kendi kaderini belirleme hakkına ilkesel olarak saygı gösteriyorlar.
Aynı mantık Ermeni meselesi için de işliyor.
Bu kesimler geçmişle yüzleşme, tekrarın engellenmesi, kayıpların hatıralarına adil davranılması gibi iyicil zihinsel kodlarla hareket ediyorlar.
İktidar olduklarında, Türkiye uluslararası alanda zor durumda kalmasın diye yapılması gereken zorunlu, biçimsel bir yaklaşımı benimseseler hayat onlar için daha kolay olabilir.
Yine de devlet aklını kutsallaştıran insanlar “Vardır bir bildikleri” der mi? Şüpheli.
Zira Ermeni meselesi ilkesel tutumun karşılamakta zorlandığı tarihsel bir travmaya dayanıyor.
Hukuken yargılanabilecek tek bir insan bile günümüzde yaşamadığına göre ilkesel tutumlardan korkacak bir şey olmamalı.
Buna rağmen rahat davranılmıyorsa, pek çok insanın zihninin derinliklerinde elindeki mal varlığının sorgulanabileceği endişesi olabilir.
Belki de bu nedenle 109 yıldır sembolik bir jest bile göstermiş değiliz.
Ankara’da Cinnah Caddesi’ne bakan bir sokakta ismi yaşayan eski Alman Şansölyesi Willy Brandt, İkinci Dünya Savaşı’ndan 25 yıl sonra Polonya’da Varşova Gettosu’nda Naziler tarafından öldürülen insanların anıtını ziyaret ettiğinde kendisini takip eden foto muhabirlerini heyecanlandırmıştı.
Kimsenin beklemediği bir anda diz çökmüş, doğrusu dizlerinin bağı çözülmüştü. Bu tarihi jestinden bir yıl sonra Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştü.
Willy Brandt bu jesti yaptığında uzaklarda bir İsrail Devleti kurulalı 22 yıl olmuş, Nazi rejimi lanetlenmiş, Almanların arasında Yahudileri tehdit görenlerin sayısı azalmış ve 68 kuşağının gençleri ebeveynlerinden hesap sormaya başlamıştı.
Oysa Türkiye’de Ermeni meselesi ekonomik, hukuki ve jeopolitik açıdan sonuçları olacak bir sorun olarak görülmeye devam ediyor.
Bu nedenle Talat Paşa’nın hayaleti hortluyor, Azerbaycan ile Ermenistan arasında çatışma olduğunda bile Talat Paşa yâd ediliyor.
TRT’nin 1980’lerde yayınlanan dizisi “Duvardaki Kan”a yetişmemiş nesiller Tehliryan isimli bir intikamcının varlığından haberdar.
Aslında pek de duru olmayan tarihsel bir hafıza açığa çıkıyor.
Son yıllarda etrafında sürekli savaşlar olan bir bölgede yaşıyoruz. Seçim kampanyalarında uçak gemisinin, silahlı insansız hava araçlarının prim yaptığı bir güvenlik döneminden geçiyoruz.
Güvenlik talebi pik yapmış durumda.
İnsan zihni de şemalarla çalışıyor ve meseleleri o şemaların çerçevesinde anlamlandırıyor.
Zihinlerin derinlerinde Osmanlıdan kalma şemaların işlediği ihtimali hiç de düşük değil.
Bunun en travmatik örneği Türkiye’den toprak koparma şeması.
“Önce ayaklanma olur, sonra ayaklanma mecburen kanla bastırılır, sonra büyük devletler devreye girer onların haklarını korur, en sonunda o bölge Türklerin elinden kopup gider.”
Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan bu şemaya uygun çalışan senaryolarla koptu.
Ermeniler’in başına gelenlerden sonra bu şema işlemedi çünkü Ermeniler soykırımdan sonra hem nüfus hem de moral olarak çökmüştü.
Öyle ki Türk Tarih Tezi'nin mimarlarından, eski diplomat Kamuran Gürün 1983 yılında Türk Tarih Kurumu’ndan çıkan “Ermeni Dosyası” kitabında 1 buçuk milyon Ermeni’nin hayatını kaybettiğini şu cümlelerle reddediyor:
“Hangi hesabı yaparsak yapalım Türkiye Ermenilerinin Birinci Cihan Harbi içinde her türlü sebepten zayiat (harp halinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300.000’i geçmez.
(Bugün 8 milyar olan dünya nüfusu, Birinci Dünya Savaşı sırasında dünya nüfusu 2 milyardan azdı. Wikipedia’da, son Gazze Savaşı dahil, İsrail-Filistin arasındaki çatışmalarda toplamda 56.207 Filistinlinin öldürüldüğü yazıyor.)
"Biz kazandık onlar yok oldu"
Asıl mesele kaç kişinin öldürüldüğü değil.
Yıllarca mukatele, kıtal gibi terimlerle anlatılan, zaman zaman kederli sözcüklerle kısık sesle konuşulan bir ölüm geçmişi, “Siz de abartmayın, o kadar da olmadı” eşiğinden sıçrayıp bugün cesurca savunuluyor.
Özünde “Tek vatan kalmıştı. Ya bizim olacaktı ya da onların. Biz kazandık onlar yok oldu” deniliyor ve Talat Paşa’ya şükrediliyor.
Balkanlar, Kafkaslar ve Arap yarımadasından daralan toprakları “Anadolu son anavatan” arzusuyla savunan atalarımıza şapka çıkarılıyor.
Hakim aklı anlamanın onu haklı bulmak anlamına gelmediğini bilerek bu duyguyu anlamak gerekiyor.
Bir savaş ortamında bir şişe su ve iki insan olduğunu düşünelim.
Herkes en az bir kere su içerse mi daha adil olur, yoksa bir kişinin şişeyi tek başına içmek için diğerini öldürmesi mi?
Kaynakların yetersiz olduğu durumlarda ihtiyaçlar, dayanıklılık gibi ölçütlere göre belirlenen öncelikler bir sıra oluşturur. Bu sıraya göre sırası gelen herkes önce bir kez yararlanır, kalırsa ikinciye geçilir. Batan gemilerde, doğal afetlerde bu ilke uygulanır.
Fakat narsistik kişilik bozukluğuna benzeyen milliyetçilik bu evrensel yasayı gözünü bile kırpmadan ihlal eder.
Milliyetçiliğin dünya uluslarının sınırları çizilmiş egemen devletler sistemine eşit olarak katılma arzusu içeride ortaklık sınavını geçemez. Bir anda “Ya ne olacaktı, başka türlüsü mümkün müydü” der ve bunu herkese kabul ettirmeye çalışır.
İşte evrensel değerlere, insan olarak doğmuş herkesin bir öneme ve hakka sahip olduğuna inanan sosyalistler, liberaller ve demokratlar bu yüzden sevilmiyor.
Daima cemaate karşı evrensel değerleri savunmak zorunda kalan kara koyun durumuna düşüyorlar.
Bugün karşısına çıkan sorunları çözmek için birden fazla aklıselim seçeneğin üstünde titizlikle düşünen insanlar, tarihte atalarımızın karşısına çıkan sorunlar karşısında başka ve daha iyi çözümleri olabileceği ihtimaline pek şans tanımıyorlar.
Çünkü onları korumak istiyorlar.
Geçmişte işlenen suçu şahsileştirmek yerine suçun siyasi sorumluluğunu sürdürmek üzere söz alıyorlar.
Nazım Hikmet’in “Affetmedi bu Ermeni vatandaş / Kürt dağlarında babasının kesilmesini / Fakat seviyor seni / Çünkü sen de affetmedin / Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına” dizelerine kulaklarını tıkıyorlar.
Oysa sözünü ettiğimiz bu çetin meseleler Türklüğü ve Ermeniliği (Almanlığı, Yahudiliği, Sırplığı, Boşnaklığı, her bir milli kimliği) aşan insanlık krizleri.
Elbette bu meseleyi kimlik üzerinden çerçeveleyen önemli yaklaşımlar var.
İkinci sorudan ilerlemek...
Mesela şunu diyen insanlarla karşılaşabilirsiniz:
“1915’te olan biten şey Ermenilerin başına gelen bir soykırımdır. Ermeniler sırf Ermeni oldukları için öldürülmüştür. Tarihte eşi benzeri görülmemiştir. Neden Ermeniler kurban edilmiştir?”
Ama şunu diyen insanlarla da karşılaşabilirsiniz:
“Bu suç insan türüne karşı işlenmiştir. Uygarlığımızın sınırları ihlal edilmiştir. İnsanın bu suçu işlemesi nasıl mümkün olmuştur? İnsan insana bunu nasıl yapabilmiştir?”
İlk soruyu sorunca “Ama Ermeniler de…” diye başlayan ezberlerle karşılaşılacağı için için ikinci sorudan ilerlemek makul görünüyor.
Evet, insan insana bunu yapar, yapmıştır ve bundan sonra yapmaması için umutlu olmamızı gerektirecek bir seyir halinde değiliz.
Onun için soykırımları, katliamları, kıyımları, mezalimleri ve bunların daimi olağan şüphelisi milliyetçi motivasyonları anlamamız gerekiyor.
Anlamadığımız bir konuyla yüzleşemeyiz. Onu sadece yargılar ve mahkûm ederiz.
İnsan onurunu el üstünde tutarken, insan zulmünü gözden kaçıramayız. Neden-sonuç ilişkileri kurarak anlamaya çalışmakla mükellefiz.
Çünkü anlaşılmaz olan her şeyde insanı ürküten bir fazlalık, korkutan bir heybet her zaman saklı kalır. Büyüyü bozmak ve sıradanlaştırmak zulmü yenmenin ilk adımıdır.
Bunun için kökleri derinde olan bir saldırganlık duygusunu anlamamız gerekebilir.
Çünkü 24 Nisanlarda timelinelarımızda Talat Paşalarla gösteri yapan insanların saldırganlığı, fütursuzca yaymaları onları insan olma halinden çıkarmıyor.
Bunu fütursuzluğu anlamak istemeyenler, anlamanın önce hak vermeye, sonra da bağışlamaya doğru giden bir kapının kilidini açtığını düşünüyor olabilirler.
Oysa anlamak; hüküm değil, insanı hükme götüren sorgulama sürecidir.
Bağışlamak da anlamanın doğrudan sonucu değildir.
Anlam üreten her akıl yürütme zorunlu olarak bağışlamayla sonuçlanmaz. Bağışlamak, kayıpların sembolik veya maddi olarak dengelenmesiyle ilgili bir karar sürecidir.
Öyleyse soralım: İyi de biz zaten bağışlamayı mümkün kılan koşulları aramıyor muyuz? Bizi motive eden şey faili ve failin mirasını üstlenenleri cezalandırma arzumuz mu, yoksa kin ve nefreti sonlandırıp yeni nesillere barışçıl bir ilişki bırakma ufkumuz mu?
Bir soru daha: İnsanın intikam arzusu olmasaydı adalet duygusu bu kadar güçlü olur muydu?
17’inci yüzyıldan çağlara ışık tutan bir düşünür, Spinoza, insanların birbirlerine nefretini azaltan şeyin birbirleriyle birlikte yaşama durumu olduğunu söylüyor.
Evet, muhtemelen hayatında herhangi bir suç işlememiş ama 24 Nisan olduğunda Talat Paşa’yı anmakta sorun görmeyen insanlarla bir arada yaşıyoruz ve yaşayacağız.
Ya “sıradanlaşmış bir kötülük” deyip geçiştirmeden anlamak zorundayız ya da anlamaya çalışırken kötülüğü sıradanlaştıran şeyin ne olduğu bulduğumuzda durup bir soluklanmak zorundayız.
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.