DOSYA | Devletin Cumartesi Anneleri cüreti: İkişer ikişer dağılmayın, gözaltına alırız

DOSYA | Devletin Cumartesi Anneleri cüreti: İkişer ikişer dağılmayın, gözaltına alırız
Dünya tarihinin belki de en uzun süren barışçıl eylemi “Cumartesi Anneleri”ni, 28 yıldır süren bu hak arayışının içinden iki isimle konuştuk. Maside Ocak, kardeşi Hasan Ocak’ı ve O’nun gözaltında kaybedilmesinden sonra başlayan süreçte yaşananları anlatıyor. Onlar için “karanfiller”in anlamı ne? Polis bir annenin elindeki fotoğrafı yırttığında, oğlu nasıl tekrar ölüyor? Siyaset onların "ana" olduğunu ne zaman nasıl hatırladı? Galatasaray'da "bir cumartesi" nasıl geçiyor?

ERSAN ATAR


Temmuz sıcağında “bütün İstanbul” Taksim Meydanı’ndan İstiklal boyunca yürüyordu, kiminin elinde dondurma, kiminin gözü renkli vitrinlerde... O sırada caddenin sonunda bir anne “öldürülüyordu.”

Polis, o annenin koynunda 26 yıldır taşıdığı “tek varlığını”, oğlunu yırtıyordu. Anne “affet beni oğlum” diye hıçkırıyor, sessizce, bağıra çağıra bir kez daha ölüyordu. O, “ana” oldukları dün oy uğruna “hatırlanır-mış” gibi yapılan Cumartesi Anneleri’nden biriydi.

“Nasıl Oldu?”nun bu bölümünde; kireç çukurlarında, Beykoz ormanlarında, karakol karanlıklarında kaybedilen ve bugün ruhları “Beni Bul Anne” diye feryat eden Hasanların, Cemillerin, Hayrettinlerin, Muratların anneleri, Cumartesi Annelerini, Cumartesi insanlarını, Dünya tarihinin belki de en uzun süren şiddetsiz eylemini ele alacağız.

Hasanları, Hayrettinleri ve diğerlerini, gençlik yılları anne-babalarıyla birlikte kardeşlerini beklemekle, aramakla, ummakla geçen Maside Ocak ve Faruk Eren anlatacak. Maside Ocak ve Faruk Eren, Cumartesi Annelerine uygulanan şiddeti, neyi umduklarını, neyi başardıklarını, bir annenin elindeki fotoğrafın yırtılmasıyla, karanfilin postal altında ezilmesiyle bir kez daha nasıl öldüğünü anlatacak. Onlara, biraz da nasıl “unutulduklarını”, siyasetin onları saray kabulleriyle nasıl kullanmaya çalıştığını soracağız. Onlar bize daha fazlarını anlatacak.

“Anne balık alıp geleceğim, akşama bir şey yapma”

Emine Ocak, 21 Mart 1995 sabahı herkes işe gittikten sonra şöyle bir evi toparlamış, biraz da komşularıyla laflamış günün nasıl geçtiğini bilemeden akşamın yaklaştığını fark etmişti. Bir telaş aldı: Akşama ne yapacağım. Hem o gün kızı Aysel’in de doğum günüydü. Özel bir şeyler yapmak gerekirdi.

Emine hanım o telaşla evin içinde dolanırken, evin telefonu çaldı.

- Anne akşam yemek için uğraşma ben gelirken balık alacağım. Sen sadece bir çorba yap yeter.

Arayan oğlu Hasan’dı. Hasan Ocak, kardeşi Aysel’in doğum günü için balık alıp gelecek, sofrada toplanılacaktı ama olmadı; Hasan öğretmen eve hiç gelmedi.

İşte 7 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi günü İstiklal Caddesi’nde Galatasaray Lisesi önünde toplanan, bazen uğradıkları şiddetin birkaç saniyesi haber bültenlerine iliştiriliverilen Cumartesi Anneleri’nin hikayesi, o telefondan sonra başladı. Bu hikaye, daha sonra onların kayıplarını bulmakla görevli ülkenin İçişleri Bakanı’nın “anneliği teröre kılıf yapmakla” suçlayacağı bir hak mücadelesinin hikayesiydi ve belki de Dünya tarihine “en uzun süreli barışçıl eylem” olarak geçecekti.

Hasan Ocak, o ülkede gözaltında kaybedilen ilk kişi değildi. Hatta O’ndan öncesinde yüzlercesi vardı. Örneğin Cemil Kırbayır vardı. 12 Eylül işkence dehlizlerinde kaybolmuştu ve annesi Berfo Kırbayır, O’nu aramakla yaşlanmış ve ölmüştü. Siyaset, Berfo Kırbayır’ın “ana olduğunu” 2011 yılında, 4 ay sonra yapılacak seçimlerde “oy devşirmek” için hatırlamış gibi yapmış, sonra yine unutmuştu. Ve daha niceleri vardı. Ancak Hasan Ocak’ın “kaybedilmesi”, o döneme kadar olan “kayıp arayışları”nın evrilmesine, Cumartesi Anneleri mücadelesine dönüşmesine yol açacaktı.

Bu nedenle Cumartesi Anneleri’ni anlatmak için önce Hasan Ocak’ı hatırlamak gerekir. O’nu ve sonrasını, Cumartesi Anneleri’nin içinde büyüyen Maside Ocak, Hasan Ocak’ın kardeşi anlatacak.

Hasan Ocak öğretmendi, çay ocağı işletirdi. 1995’e kadar birkaç kez gözaltına alınmışlığı vardı ama evine dönmüştü. Ta ki 21 Mart 1995’e kadar. Ülke tarihine 22 kişinin katledilmesiyle, “Gazi Mahallesi Olayları” olarak geçecek olan süreçte gözaltına alınan Hasan Ocak, öldürülmüş olarak Beykoz Ormanları’nda bulundu. Kimselere söylenmeden Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldü. Fazla uzatmadan sözü Maside Ocak’a bırakalım. Maside Ocak’ın anlatımlarında Cumartesi Anneleri’nin nasıl toplanmaya başladıklarını bulacağız.

“Hasan evimize bir daha hiç gelmedi”

“21 Mart 1995’te, abim Hasan, annemi arayarak, ablamın doğum günü için balık alacağını, sadece bir çorbayla salata yapmasını istiyor. O akşam sofrayı hazırladık, ablamın doğum gününü kutlayacaktık ama Hasan o akşam eve gelmedi. Hasan bir daha hiç evimize gelemedi ve bir daha bizim evimizde doğum günü kutlanamadı.

Hasan 1986 ve 1987’de iki defa gözaltına alınmıştı ve biz 86’da gözaltına alındığında 15 gün yine kendisinden haber alamamıştık. Gözaltında kaybetme politikasının bu ülkede kimleri yok ettiğini çok çok iyi biliyorduk. Sadece 3 ay önce aynı mahallede oturduğumuz İsmail Bahçeci gözaltına kaybedilmişti. Ertesi gün hemen Emniyet’e, savcılığa, hastanelere, her yere gittik ama Hasan’dan bir iz bulamadık. Gittiğimiz her yerde, ‘bizde yok’ cevabı verildi. Hasan’ın gözaltında kaybedilmemesi için bir kampanyaya başladık, çünkü Hasan’dan sadece bir yıl önce, 1994 yazında Ayhan Uzala gözaltına alınmıştı. Kendisinden haber alınamıyordu, Ayhan Uzala, Hollanda vatandaşı olduğu için Hollanda hükümetinin çok yoğun baskısı olmuştu ve Ayhan Uzala’yı 15 gün sonra ıssız bir yerde serbest bırakmak zorunda kalmışlardı.

Hasan, Türk vatandaşıydı. Hasan’ı sağ alabilmemizin tek yolu, kamuoyu oluşturup her yerde Hasan’ı sormak olduğuna inanıyorduk. Hasan’ın fotoğrafını sokaklarda ne kadar çok dağıtırsak kamuoyu ne kadar çok Hasan’la ilgili ses verirse Hasan’a o kadar yaklaşabileceğimizi düşünüyorduk.

Kampanyamızın bir ayağı Ankara’daydı ve Ankara’da Akın Birdal’ın Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde duruşmasına katılmıştı annem. Duruşma sonunda dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nusret Demiral’a, ‘Ben 15 gündür oğlumu arıyorum, bana yardımcı olun, öğretmenimi bulayım’ dediği için anneme bir ay hapis cezası vermişlerdi.

Bu 58 günün içerisinde Hasan’ı arayışımızın 58 gününün içerisinde annemin hapsedilişine de tanık olduk maalesef. 58 gün sonra Hasan’ın cansız bedenini Altınşehir kimsesizler mezarlığında ulaştık. Hasan gözaltına alındıktan sadece 5 gün sonra Beykoz’da, ormanlık bir alanda bulunmuştu. Olay yeri tutanağına göre Hasan’ın üzerinde kimliği, ayakkabı bağcığı, kemeri yoktu, saati yoktu. Yine olay yeri tutanağında parmaklarında, parmak izi alınırken kullanılan mürekkep lekelerinin olduğu yazılıydı. Otopsi raporundaysa her ne kadar ölüm nedeni tel veya iple boğulma olmuş olsa bile vücudunun değişik yerlerinde işkence izleri vardı. Dolayısıyla Hasan’ın, Emniyet’te işkence ile öldürüldüğü açıktı her iki raporda da. Bununla birlikte, Hasan’ı gözaltındayken görenler de vardı ama Emniyet her zaman inkar etmişti o güne kadar. Hasan’ın ardından, yine aynı şekilde Rıdvan Karakoç’un cansız bedenine ulaştık. Hasan ve Rıdvan’ın cenazelerinin bulunması, akıbetlerinin ortaya çıkması aslında Türkiye’de gözaltında kaybedilen insanların başlarına ne geldiğinin de göstergesiydi.”

Plaza de Mayo’dan esen rüzgar

İşte bu süreçten sonra kayıp yakınları daha çok ve daha derli toplu bir araya gelmeye, hal çaresi bulmaya çalıştılar. O günlerde Arjantin’den Türkiye’ye bir rüzgar esiyordu. Bu rüzgar, Arjantin’deki cunta döneminde, gözaltında 30 bin yakınını kaybedenlerin toplandığı “Mayıs Meydanı”ndan Plaza de Mayo’dan mücadele fısıltıları içeriyordu. Plaza de Mayo Anneleri yakınlarını soruyordu, bu Türkiye’de de yapılabilirdi. Türkiye’de gözaltına alınıp bir daha dönmeyenlerin sayıları binlerle ifade edilir hale gelmişti.

Nadire Mater ve diğer insan hakları savunucuları ile kayıp yakınlarının toplantılarında bir fikir somutlaştı. Anneler, kardeşler, eşler her cumartesi günü, İstanbul’da, İstiklal Caddesi’nde toplanacaklar ve “kayıplarımız nerede?” diye soracaklar, onları kaybedenlerin yargılanması çağrısı yapacaklardı. Slogan atılmayacak, herhangi bir örgüt pankartı açılmayacaktı. Kayıpların öyküleri anlatılacaktı. İsterseniz açık kaynaklardan da bulabileceğiniz bu bilgileri bir tarafa bırakalım Cumartesi Anneleri’nin nasıl toplanmaya başladığını Maside Ocak’tan dinleyelim:

Galatasaray’da toplanma fikri oluşuyor

“Hasan’ı arama sürecimizde, Hasan’dan önce gözaltında kaybedilen insanların ailelerine de ulaşmıştık ve kampanyanın belirli bir döneminden sonra artık sadece Hasan’ı değil, tüm kayıplarımızı istiyoruz diye sokaklara çıkıyorduk. Bu kampanyanın içerisinde Gülünay ailesi vardı, Toraman ailesi vardı, Karakoç ailesi vardı, Bilgin ailesi vardı. Dolayısıyla her yerde birlikteydik kayıp yakınlarıyla. Bir yandan da Hasan’ı arama süreci Cumartesi annelerine doğru giden yolun da açıcısı oldu aslında. Hasan’ın cenazesini Altınşehir kimsesizler mezarlığından çıkartıp Gazi Mahallesi’ne defnettikten sonra kayıp yakınları ve insan hakları savunucularıyla yan yana geldik, bir toplantı yaptık ve bu toplantı sonucunda Plaza De Mayo annelerinin mücadelesinden esinlenerek her hafta cumartesi günü saat 12:00’de Galatasaray Meydanı’nda, Galatasaray Lisesi önünde toplanmaya karar verdik.

İlk başladığımızda 4-5 kayıp yakınıydık belki ama kayıp yakınları orada buluşmalarımızı duydukça katılım fazlalaştı ve kayıp yakınları Galatasaray’a geldiler.”

Önceleri çocukları, sonra mezarlarını istediler

Cumartesi Anneleri önceleri çocuklarını istiyordu, eşler eşlerini bekliyordu. Sevgililerin çıkıp gelmesi, bir yerde sağ olarak bulunmaları umuluyordu. 28 yıldan söz ediyoruz. Haliyle sonraları bu beklenti “bir mezara” dönüştü daha çok. Çünkü o mezarların içinde sadece yakınların cenazeleri olmayacaktı, katilin “parmak izi” de o mezardan çıkacak, hesap bu dünyada sorulacaktı. Umut buna evrildi.

Cumartesi Anneleri daha sadece Galatasaray’da toplananlar ve onların yakınları olmaktan da çıktı bir süre sonra. Orada toplananlar, sonraları gözaltına alınanların kaybedilmelerini önleme misyonunu da omuzladı. Maside Ocak Cumartesi Anneleri’nin önceki günü, dünü ve bugününü, üslendiği misyon açısından şöyle özetliyor. Maside Ocak’ın anlatımlarında, “Peki Cumartesi Anneleri bunca eziyeti niye çekti, bunca şiddete maruz kalmalarına değdi mi, Galatasaray oturmaları ne işe yaradı?” sorularının da yanıtını buluyoruz:

"Galatasaray’da ilk başladığımızda belki, kayıplarımız için ‘sağ istiyoruz’ diyorduk. İlerleyen zamanda aslında Hasan’ın, Rıdvan’ın ve arka arkaya Ayşenur’un cansız bedeninin kimsesizler mezarlığında çıkmasıyla birlikte biz kayıpların katledilmiş olabileceğine artık ikna olduk ve bu sefer bir mezara razı olma noktasına geldik. Bizim için bir mezarın olmayışı, yasın tamamlanmayışıdır aslında. Mezarın bulunması bir beklenti, çok büyük bir beklenti. Çünkü sevdiğine dair bir parçaya ulaşabilmek, bir mezar sahibi olmak aslında. Ama bir mezar sahibi olmakla her şey bitmiyor. Adaletin sağlanmamış olması, cezasızlık kültürünün çok yaygın bir şekilde uygulanıyor olması bizim yasımızın bitmesini engelliyor."

Cumartesi Anneleri’ne yeni misyon

"1998 Ağustos’undan 1999’a kadar 30 haftamızı gözaltında geçirdik, sistematik olarak gözaltına alındık 30 hafta boyunca ve süre zarfında açıkçası gözaltında kaybetme politikasının daha az uygulandığını ve bizim Galatasaray Meydanı’nda oluşumuzla birlikte insanların gözaltında kaybedilmediğini de gördük.

Gözaltından çıkan insanlar Galatasaray Meydanı’na yanımıza gelip, ‘Bizi de gözaltında kaybedeceklerdi, dua edin ki Cumartesi Anneleri var dediklerini söylüyorlardı’ kendilerine işkence yapanların. Yine aynı zamanda anneler geliyordu yanımıza, ‘Benim çocuğumu da gözaltında kaybedeceklerdi ama ben de gider Cumartesi Annelerine katılırım diye benim oğlumu gözaltında kaybetmediler’ diyorlardı. Bu iki şey bizim hayatımızı çok fazlasıyla belirledi. Bu iki örnek. Çünkü biz Galatasaray’a çıktığımızda her birimiz gözaltında kaybedilme denilen belirsizliğin, boşluğun ortasındaydık, umutsuzduk belki ama bizim orada bir umut olduğumuz, bizim bu mücadele ile kayıplar için yan yana gelerek hem gözaltında kaybetmelerin önünde bir set oluşturduğumuz hem de aileler açısından da o umutsuzluğun içerisinde olan ailelerin, her birimizin dayanışmayla, mücadeleyle daha büyük bir umuda ve karanlığı yırtma yolunda olduğumuzu görmüş olduk.”

“Bizi en çok yaralayan ‘karanfillerimizin’ postallarla ezilmesi”

Maside Ocak konuşmasının devamında, Cumartesi Anneleri eylemleriyle kayıpları hakkındaki belgelere, bilgilere ve her ne kadar cezasız kalsalar da bazı faillere ulaşmış olduklarını anlatıyor.

Dikkat ettiyseniz Maside Ocak bir şeyin altını çiziyor: Şiddet. Cumartesi Anneleri’ni dinlediğinizde “şiddet”in bildiğimiz anlamın da ötesine geçtiğini görüyoruz. Onlara, “yaşadığınız şiddeti anlatır mısınız?” diye sorarsanız önce birkaç satır ters kelepçeleri, yaşları ileri kadınların itilip kakılmasını anlatıyorlar ama konu hemen “karanfillerin ezilmesi”ne, “fotoğrafların yırtılmasına” geliyor. Onlara göre elde tutulan karanfil aslında bir “yakın” demek, çoğunlukla da “oğul” demek.

Cumartesi Anneleri’nin tarihine baktığınızda şiddetin daha 1995’te ilk haftalarda başladığını görebilirsiniz. Öyle ya “kaybedenler”, “kaybederlerken” uzaklaştıkları insanlığa, “gözaltında kaybettikleri” yüzlerine söylendiğinde mi yaklaşacaklardı ki. Galatasaray’da şiddet 1998’de artmaya başladı. Nitekim bu şiddet 1999’da artık dayanılmaz hale geldi ve oturumlara ara verilmek zorunda kaldı. Bütün o süreci birazdan, gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi Faruk Eren de anlatacak ama önce o “karanfiller”in anlamını, bir annenin elindeki fotoğrafın yırtılmasının öldürücülüğünü Maside Ocak’tan dinleyelim:

“Şiddete maruz kalıyoruz. Bizim için ne anlam ifade ediyor bu? Bizim açıkçası vücudumuzdaki kelepçe izleri ya da darp izleri bizleri çok fazla etkilemiyor. Bizi en çok etkileyen şey, gözaltına alınırken elimizde tuttuğumuz fotoğrafların yırtılması… Sanki o fotoğraflar yırtıldığında bizim sevdiklerimiz bir kez daha kaybedilmiş oluyor. Ya da elimizdeki karanfillerin alınıp yere atılıp çiğnenmesiyle adına ‘karanfil’ dediğimiz kayıplarımızın bir daha kaybedildiğini hissediyoruz ve bu bizi daha büyük bir baskı altında tutuyor. Öfkemiz çok büyük. Sevdiklerimize olan özlemimizin dinmemesinden dolayı öfkemiz çok büyük. Hukukun işletilmemesine, adaletin sağlanmamasına öfkemiz çok büyük ama bir yakın olarak bizi en çok yaralayan şey bizim kayıplarımızla bütünleşen fotoğraflardan bize bakan yüzlerinin yırtılması ve ‘karanfil’ dediğimiz kayıpların polis postallarının altında ezilmesi oluyor.”

Zorunlu “şiddet arası”

Maside Ocak, “karanfilleri”, “yırtılan fotoğrafları” anlatmaya başlamadan önce Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray oturmalarına 1999 yılında son verdiklerinden söz etmiştik. Sonra 2009’da Galatasaray buluşmalarının tekrar başladığını görürüz. Aslında bu, ülke siyasetinin belirlediği bir takvimdi. Şiddetin takvimi, Makyavel’e taş çıkartacak politikaların takviminin sonucuydu bir bakıma.

Gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi Faruk Eren, 1999 ve öncesinde ne olduğunu, 2009’da Galatasaray’da neden yeniden bir araya gelindiğini anlatıyor:

“Aslında Cumartesi Anneleri ilk toplanmaya başladığı andan itibaren hep şiddet gördü. Zaten ilk başlangıçta oturtmak istemediler, gözaltılar oldu. Bu gözaltılar ve şiddet, 1999’a kadar sürdü ama 1998’den sonra epeyce arttı. Artık 1999’a gelindiğinde biz Galatasaray’a gidemiyorduk. Daha buluştuğumuz noktalardan, kafelerden filan gözaltına alınmaya başlandı insanlar. Yapılan toplantıda, ‘bu oturma eylemine ara verelim’ dendi. Çünkü katılımcıların yani Cumartesi Annelerinin büyük bölümü yaşlı insanlardı ve onları düşünmek zorundaydık bir yanıyla da. Nihayetinde eylemin kendisinden çok amacı önemliydi tabi. Bir süre ara verme kararı alındı ama Galatasaray’da oturmaya ara verildi. Yoksa Cumartesi Annelerinin mücadelesi hep sürdü; davalar açıldı, konferanslar yapıldı, birtakım kampanyalar yapıldı ve bu hep sürdü.

2009’a gelindiğinde birtakım davalar oldu. Biliyorsunuz Ergenekon, Balyoz gibi. Bu davalarda adı geçenlerin bir bölümü, gözaltında kayıp olaylarının bize göre failleriydi. Bu insanların bunun sorulmasını da istedik biz. O yüzden oturma eylemi (tekrar) başladı.

Tabi ki siyasetin baskısı etkili oluyor ama unutmayın ki biz de bir baskı unsuruyuz. Yani geçmişin aydınlanması, hakikatin ortaya çıkması kayıpların mezar yerlerinin bulunması, faillerin yargılanması için uzun süreli mücadele sürdürüyoruz ve sürdüreceğiz de bir şekilde.”

Devletin tanımadığı Anayasa Mahkemesi kararı

Cumartesi Anneleri eylem sürecinde, onlara uygulanan şiddet yönünden 700. hafta ayrı bir önem taşımaktadır. O hafta, hem onlara uygulanan şiddetin en sert halinin başlayıp devam etmesi hem de onların orada bulunmalarının hak olduğunun tespiti açısından önemlidir.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 700. hafta oturumunda uygulanan şiddeti kendince savunurken anneliği teröre kılıf yapıyor ve şöyle diyordu:

“Ne yapsaydık yani, anneliğin terör örgütü tarafından istismar edilmesine, anneliğin terör kılıfı yapılmasına göz mü yumsaydık.”

Galatasaray’ın Cumartesi Anneleri’ne yasaklandığı 700. hafta ve sonrasındaki şiddet yargıya taşındı. O yargı sürecini uzatmayalım, Anayasa Mahkemesi sonunda, “Onlara yapılan hak ihlalidir” dedi. Bu karar Cumartesi Anneleri için önemliydi ama bizce eksikti. Çünkü Anayasa Mahkemesi, Galatasaray’da toplanılmasının engellenmesini hak ihlali olarak görüyor, ters kelepçelerle, yırtılan fotoğraflarla, yaşlı kadınların tartaklanmasıyla çok da ilgili değildi. Kayıp yakınlarının “karanfiller”i Anayasa Mahkemesi için sadece doğada yetişen bir çiçekti. Mahkemeye göre, kötü muamele iddiası “kabul edilemez”di.

Ama yine de olsundu, belki bu karardan sonra Galatasaray tekrar açılır, Cumartesi Anneleri kayıplarını yine çağırır, onları kaybedenleri yine İstiklal’e seslenirlerdi. Ama olmadı. Süleyman Soylu’nun başında bulunduğu İçişleri teşkilatı “Ben Anayasa Mahkemesi kararı dinlemem” diyor, toplanmaya da izin vermiyordu. Peki kayıp yakınları Anayasa Mahkemesi kararlarından sonra umutlanmış mıydı? O kararlardan birini aldıran Maside Ocak’a soralım:

“Anayasa Mahkemesi, 700. Hafta dolayısıyla verdiği hak ihlali kararlarının ardından biz önce bir neyin ne olduğunu görmek istedik açıkçası ve kaymakamlığa, valiliğe başvurularda bulunduk. Polisin ve idarenin değişmesi noktasında elbette umudumuz yoktu ama umudumuz birbirimize yaslandığımız kayıp yakınlarıydı, insan hakları savunucularıydı. Çünkü bu ülkede 28 yıldır adaletin peşindeyiz ve adalet, hukuk hiçbir zaman bizi görmedi. Biz hukukun dışına itildik. Bizim kayıplarımız hukukun dışına itildi ve yok sayıldı. Dolayısıyla bu Anayasa Mahkemesi kararıyla da idarenin tavrının değişeceğini elbette ki ummuyorduk belki ama bizim umudumuz yine kendimizdi. Ve herkesin aslında, hukukun, adaletin sağlanabilmesi için öncelikle umudu kendisinde bulması gerektiğini düşünüyorum.”

Siyasetin kullanma girişimleri ve Erdoğan

Hani yukarıda Cumartesi Anneleri’nin bazen bazı televizyonların haber bültenlerine nadiren de olsa birkaç saniye iliştirildiğini söylemiştik ya. Aslında Cumartesi Anneleri bir dönem yandaş medyanın bile ilk haberlerine oturdu, gazetelerinde manşetlere taşındı. Bizce aslında o bültenlerde ilk sırayı alan da gazetelerde manşetlere çıkan da Cumartesi Anneleri değildi. Net olarak söyleyelim: Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dı.

2011 Haziran seçimleri yaklaşıyor ve anketler AKP’nin oya ihtiyacı olduğunu gösteriyordu. AKP’de yapılan planın iki parçası vardı: Cumartesi Annelerin özellikle Kürt seçmende etkisi ölçülmeliydi. Bunun için önce onlara “vurulmalı”, ne kadar ses çıktığı ölçülmeli ve ondan sonra gerekirse yine onların yanında olunmalıydı. AKP’nin her zaman yaptığı gibi, “Çözersek biz çözeriz” politikası yürütülmeliydi. Bizce öyle de yapıldı.

Planın ikinci ayağına göre de; AKP ve Erdoğan’ın darbelerle hesaplaşması söylemi hem kendi tabanına hem de özellikle 12 Eylül’den çeken kesimlere işlenmeye devam edilmeliydi.

Plan çerçevesinde Başbakan Erdoğan, Cumartesi Anneleri’ne ilişkin açıklama yaptı. Birazdan Faruk Eren’in de anlatacağı bu açıklamanın yankısıyla Cumartesi Anneleri Dolmabahçe’ye çağrıldı. AKP’ye yakın medya özellikle Berfo Kırbayır’ı ön plana çıkarıyordu. Bu da planın ikinci ayağıydı, Cumartesi Anneleri’nin adını Galatasaray’da andıkları Cemil Kırbayır 12 Eylül darbesinin doğrudan kayıplarındandı. Hem Cemil Kırbayır’ın dosyası yeniden açılsa da O’nu kaybedenlerin kılına zarar gelmezdi, olay zamanaşımına uğramıştı. Araştırılır, soruşturulur, yargı sonra üstüne düşeni yapar, gereği düşünüldü: “Davanın zamanaşımından düşürülmesine” denir geçerdi. Öyle ya Erdoğan üstüne düşeni yapmış olurdu, konunun yargıya taşınmasına vesile olurdu. Ondan sonrasına AKP ve Erdoğan ne yapsındı ki yargının işiydi. Öylle oldu. Cumartesi Anneleri, Dolmabahçe’de kabul edildi. Berfo Kırbayır’ın “ana” olduğu hatırlanırcasına masanın en başına oturtuldu, sonra Meclis’te derhal komisyon kuruldu. Sonra konu yargıya taşındı. Bir de ne olsun; olayın soruşturması ve kovuşturması zamanaşımına uğramıştı.

Nitekim bu bakış açısı, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın diline de yansıyordu. Dolmabahçe’de kabul ettiği ailelerden “adet” olarak bahsediyor. “Berfo”nun sonuna “ana”yı, duraksayıp farklı bir vurguyla ekliyordu:

“Cumartesi Anneleri olarak bilinen annelerden 12 tanesini kabul ettik. Allah uzun ömür versin, orada 103 yaşına ulaşmış Berfo Ana var idi.”

Peki, “Dolmabahçe kabulü”, Cumartesi Anneleri için ne anlam ifade ediyordu, sonra ne oldu, Cumartesi Anneleri’ne verilen “çözeriz” sözü tutuldu mu? Faruk Eren’den dinleyelim:

“Erdoğan’ın Cumartesi Annelerini kabul etmesi aslında bir seçim öncesine denk geliyor. Bir televizyon programına katılmıştı. Orada, ‘Cumartesi Anneleri kullanılıyor’ gibi talihsiz bir laf etmişti. Bu büyük bir tepki yarattı. Aslında bu tepkiyi biraz dağıtmak için kabul etti. Dolmabahçe gittik. Ben giren grup içinde değildim, annem vardı. Biz kapıda bekliyorduk. Verdiği sözler hiçbir zaman tutulmadı. Zaten şu anki durumuz ortada. Tek bir kayıp için, Cemil Kırbayır için Meclis’te bir komisyon kuruldu. Prof. Dr. Zafer Üskül o dönem AKP milletvekiliydi. O’nun içinde bulunduğu bir komisyon. Zafer Üskül’ün hazırladığı bir rapor var. O raporun da gereği yapılmadı ama o rapor şu açıdan önemliydi; Cemil Kırbayır’ın 12 Eylül günü devlet tarafından gözaltına alındığı, işkence gördüğü ve işkencede öldürüldüğü tespit edilmişti o raporda. Artık resmi bir rapordu. Faillerin isimleri belliydi ve yargılanması isteniyordu ama o raporun da gereği yapılmadı. Bekletildi, bekletildi; zaman aşımına uğratıldı o soruşturma da.”

Galataray’da “bir cumartesi”

Düşünün ki her hafta cumartesi günü bir arkadaşınıza kahve içmeye gidiyor olsanız bile yaşamı buna göre planlamanız gerekir. Cumartesi Anneleri, özellikle 700. haftadan sonra Galatasaray’a gittiklerinde darp edileceklerini biliyorlardı. Ve onların önemli bölümü yaşı ileri olan kişilerdi. Ve onlar biliyorlardı ki her ne kadar akşamüzeri salıverilecek olsalar da gözaltına alınacaklar, yaz sıcağında, kış soğuğunda polis aracının içinde tutulacaklar, acıkacaklardı, susayacaklardı. Kelepçe kollarını kesecekti. Ve bu, bir haftalığına, “bu cumartesi de böyle geçti” denecek bir şey değildi. Sürgit devam ediyordu.

Ve orada yaptığınız açıklamalar nedeniyle hakkınızda dava açılırdı ve “failler cezalandırılsın” derken siz ceza tehdidi ile karşı karşıya kalırdınız.

Bütün bunlar ve daha fazlası, hem oturma eylemine katılan kişinin hem de Cumartesi Anneleri’nin psikolojik, fiziksel ve maddi hazırlık yapmalarını gerektirirdi. Bir başka ifadeyle Cumartesi Anneleri yaşayan bir organizmaydı. Peki bu organizma nasıl işliyor, sürdürülebilirlik için neler yapılıyordu. Cumartesi Anneleri’nin cumartesilerini ve diğer günlerini Faruk Eren anlatıyor:

“Cumartesi Anneleri / Cumartesi İnsanları, kayıp yakınları arasındaki dayanışma ve ilişki çok acayip. Yani bir aile ilişkisine dönüş durumda bu dayanışma, bu acı kardeşliği. Zaten sürekli irtibat halinde insanlar. Tabi ki her cumartesiden önce konuşuluyor yani katılımcılar v.s. veya basın açıklamasını kimin okuyacağı. Cumartesi günleri insanlar tabi ki gözaltına alınacağını bile bile gidiyor oraya. Tabi ki her hafta alınıyorlar ve bırakılıyorlar akşama doğru ama arada büyük eziyet görülüyor. Bazen ters kelepçe. Hele şimdi yaz; o polis aracında çok havasız ve kalabalık saatlerce beklemek… İnsanların yaşlarını da düşününce, çok ciddi bir risk alıyorlar aslında. Tabi ki gitmeden önce çantalarına bisküvi, atıştıracak şeyler ve su almaya gayret ediyorlar. Hatta bazen daha kalabalık gözaltına alınınca yemek bir arabada, su bir arabada olabiliyor. Tabi bu d bir eziyet haline gelebiliyor. İnsanlar aç kalıyor. Eziyetin bir bölümü de şu: Bırakma kararı alınıyor ve yasal olarak doktor muayenesiyle bırakılması gerekiyor insanların. Uzak hastanelere götürülüyor, insanların oradan dönmesi bir problem oluyor.

Genelde İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’ne dönülüyor. Orada insanlar alkışlanıyor. Orada bir yemek hazırlanıyor gözaltına alınanlar için. Çünkü aç geliyorlar. Genelde çorbadır, v.s gibi.”

Kelimesi bile boğaza düğümlenen mutlu gün: Düğün

Cumartesi Anneleri yaşayan bir organizma ise bunun sevinçleri, ek üzüntüleri de olacaktı. 28 yıl içinde artık daha sonra gelen kuşaklar da “Cumartesi Annesi” olmuştu. Onlar için “düğün” neydi örneğin? Nasıl evlenirler, nasıl üzülürler, nasıl sevinirlerdi. Sözü çok uzatmaya gerek yok. Maside Ocak yaşamından kısa bir kesitle şöyle anlatıyor:

“Biz kayıp yakınlarının sevinci her zaman buruktur. Her zaman yanımızda onları hissetmeye çalışsak da bizim en büyük sevincimizde ya da en büyük üzüntümüzde ilk aradığımız diğer kayıp yakınları olur. Örneğin evlenecekse bir kayıp yakını, önce Galatasaray’a gelir. Mesela ben evlendiğim zaman, önce Hasan’ın ve Rıdvan’ın mezarına gitmiştim gelinliğimle, daha sonra düğünün yapılacağı yere geçmiştim. Dolayısıyla bizim kutlayacak günümüz yok, ne anneler günü babalar günü ne yılbaşları. Çünkü bizim özel günlerimizin hepsi sevdiklerimiz olmadan geçiyor ve biz sevdiklerimize ulaştığımızda, adalet sağlandığında ancak günlerimizi kutlayabileceğiz.”

İlgi neden azaldı?

Kabul etmemiz gerekir ki Cumartesi Anneleri’ne ilgi, neredeyse sosyal medyada yayılım düzeyine inmiş durumda. Peki bunda “eylemin kendini tekrar etmesi”nin de önemi var mı? Veya daha doğru soru, eylem de insanlarla birlikte yaşlandı mı, yoruldu mu? Ve orada yaşananlar, Cumartesi Anneleri’ni Galatasaray Meydanı’ndan koparabilir mi?

Maside Ocak’ın “buluşma mekanımız” diye nitelendirdiği Galatasaray Meydanı’nı ve “ilgi azlığını”, bunun nedenlerini Faruk Eren şöyle anlatıyor:

“Tabi ki Cumartesi Annelerinin eylemine eskisi gibi bir ilgi yok. İşte 700. haftada oradan dağıtıldık. O zamandan beri oturmamız engelleniyor. İlginin azalmasının bir nedeni orada serbestçe oturamama. Ortalık terörize ediliyor. Neredeyse İstiklal Caddesi o saatte tamamen kapatılıyor, her taraf polis, barikat v.s., ürkütücü bir durum var. Dolayısıyla katılım düşük oluyor tabi. Basının ilgisi de… Gazeteciler dövülüyor, itiliyor, kakılıyor, gözaltına alınıyor. Aslında eylemin duyurulması da sosyal medya üzerinden v.s. oluyor. Birkaç yayın organı –onlar da genelde internet siteleri- oluyor, onlar haber yapabiliyor, yapıyor. Tabi ki eski ilgi yok ama orası oturulabilir bir alan olsa eskisinden çok daha fazla bir ilgi olacağından eminiz…

Aslında Galatasaray’da oturmak biraz simgesel bir şeydi. Gözaltında kayıplara karşı mücadele ile özdeşleşmiş bir eylem biçimi. Ondan vazgeçmek istemiyoruz tabii ki ama kendini tekrar etmesi… Bazen biz de tartışıyoruz bunu. Ama biz sadece oturma eylemi de yapmıyoruz. O arada, sadece cumartesi günleri de bu işle uğraşmıyoruz. Her platformda sesimizi duyurmaya çalışıyoruz, başka etkinlikler de düzenliyoruz. Açıkçası öyle yaratıcı şeyler de yapıyorduk ama hiçbir şey de yaptırtmamaya (başladılar). Mesela Kayıplar Haftasında Galatasaray’da her sene gece mum yakardık. Öyle bir eylem biçimimiz vardı. Bu sene yaptırmayacaklarını bildiğimi için Şişli’de yapalım dedik. Şişli de yasakladı. Hakikaten hukuksuz bir biçimde eylemi yasakladı. İnsanların oradan dağılmasını bile engellemeye çalışacak biçimde. ‘İkişer ikişer dağılmayın, gözaltına alırız’ falan gibi şeyler söyledi polis.

Tabi ki başka eylemler yapılabilir ama Galatasaray’dan asla vazgeçmeyiz, orada oturmaktan.”

Son söz yerine

Nasıl Oldu’nun bu bölümünde; bazen kireç çukurlarında, bazen bir yol kenarında, bazen sapa ormanlarda ve çoğunlukla da karakol nezarethanelerinde kaybedilenlerin yakınlarının yazmakta olduğu 28 yıllık “Cumartesi Anneleri” eylemini yazmaya çalıştık. Sadece tarihini değil, onların iç dinamiklerini, onlar için Galatasaray’ın ne anlama geldiğini, zorluklarını aktarmak istedik. Ve eksik bıraktığımız pek çok yönü olduğunun farkında olarak.

Gündem