ÖZGE MUMCU: "“KULLANIŞLI SOYADLAR OLMADIK, BİZİM İÇİN ONUR VESİKASIDIR”

ÖZGE MUMCU:  "“KULLANIŞLI SOYADLAR OLMADIK, BİZİM İÇİN ONUR VESİKASIDIR”
Özge Mumcu Aybars, "Uğur Mumcu'nun kızı olmak" podcastinde babasıyla geçirdiği vakitleri, çocukluğunu, cenaze günü yaşadıklarını, başından geçen trajikomik anları, onu babasının öldürüldüğü güne götürüp ağlatan şarkıyı, soruşturma ve dava süreçlerini, Sedat Peker'in iddialarını, Ergenekon sürecini, cemaatçilerin kurduğu baskıyı, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nı, günlüğüne 'Galiba bu acı hiç bitmeyecek' diye yazdığı anı, yakınları öldürülen 28 aile ile birlikte kurdukları Toplumsal Bellek Platformunu ve adalete olan inancını anlatıyor. Büyük ilgi gören podcastin tam metni...

Herkese merhaba, Bu Işıltılı Hayatı Biz Seçmedik'in yeni bölümüne hoş geldiniz. Bu bölüm biraz kişisel olacak. Bu ışıltılı hayatı biz seçmedik... Aslında biraz kendi hayat hikayemden yola çıkarak aklıma gelmiş bir fikirdi. Hiçbirimiz kendi hayatımızı seçmeyiz. Hepimiz belki çok daha farklı yerlerde olmak isteriz. Ama bu hayatın içine doğdum ben. Bu hayat nedir? Uğur Mumcu'nun kızı olmak, Güldal Mumcu'nun kızı olmak, Özgür Mumcu'nun kardeşi olmak ve de kendi biricikliğimle kendim olmak.

Babam ismimi Özge koymuş. 1976 yılında evlenmiş bizimkiler. 1975 yılında tanışıp... 1977'de abim Özgür dünyaya gelmiş. 1981 yılında Özge…

“BABAM ÇOK İYİ EĞİTİM ALMAMAZI İSTERDİ”

Özge, aslında babaannem olan Nadire'nin Türkçesi... Bakınca, Özge 'herkesten başka' anlamına geliyor. 80'li yıllardan sonra Özge ismi çok da yaygın bir isim. Özge diye bir arkadaşınız kesin vardır ya da birinin tanıdığı vardır. Ama Özgür ve Özge o kadar uygun ki birbirine. Ben İngilizce'ye çevirirken adımı 'Uniqe Candlemaker' derim. Babam, İngiltere'de yabancı dil okuluna gittiğinde (bana bunu bir hocam anlatmıştı) kendisini 'Luck Candlemaker' (uğur mumcu) diye tanıştırırmış.

Babam bizim çok iyi eğitim almamızı isterdi. Birkaç dil bilmemizi, kolejde okumamızı... Bunun nedeni de devlet okulunda karşı ideolojiden biri gelirse, bizi korumak içindi. Kolejde bunlara dokunmazlar gibi bir mantık. Abim de ben de önce Ayşe Abla'ya gittik, Ankara'da... Daha sonra Büyük Kolej'den mezun olduk ikimiz de. Ve daha sonra o (Özgür) Galatasaray'ı kazandı. Benden 4 yaş büyük. Daha sonraki yıllarda da ben Bilkent siyaset bilimini kazandım. Aslında sosyoloji istiyordum. Neden sosyoloji istiyordum, onu da bilmiyorum şu anda. Fakat bir gün televizyon izlerken siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilerin aslında benim birazcık daha radarıma girdiğini fark ettim. Böylece siyaset bilimi serüvenim başladı. 4 sene Bilkent, daha sonra Ankara Siyasal'da siyaset bilimi masterı yaptım, 'küresel tüketim kültürü ve Türkiye' diye... Bilkent'ten, Siyasal'a geçince yaşadığım kültür şokunu anlatan, biraz da kendimi anlatmak amacıyla yazdığım bir tezdi. Çünkü Bilkent'te her şey tüketim odaklıydı, Siyasal'ın kampüsünden zaten solun yükseldiğini duyabilirdiniz...Solun bütün seslerini...

Daha sonraki aşamada, biraz İstanbul'a baktım… Yurtdışına gidecek finansal durumumuz yoktu. Yani doktorayı orada yapayım diye... ODTÜ'ye başvurdum, siyaset bilimine... Yani Ankara'da, Bilkent, Siyasal, ODTÜ’de siyaset bilimi alanında eğitimimi aldım. Doktoram çok uzun sürdü ama nedeni hem Vakıf ile ilgilenmem hem de aynı zamanda başka işlerde çalışmamdı.

Bu arada doktora yaparken çocuk doğurmak çok akıllıca bir şey değil, şimdiden hani böyle bir şey düşünmüş olanlara da söylemiş olayım. Yavrucuğum tez yazarken büyüdü.

“BABAM HER ŞEYİN ÖTESİNDE ÇOK İYİ İNSANDI”

Sonuçta böyle bir ailenin içine doğdum ve iyi ki ben bu ailenin içine doğdum diyorum. Çünkü inanılmaz bir babam vardı. Nasıl diyeyim, nasıl anlatılabilir? Herkesin babası inanılmazdır ya da belki herkesin babası, insanların babası çok kötüdür ama benim babam, her şeyin ötesinde çok iyi insandı. Bunu anlatmanın yollarını bulmaya çalışacağım size... Bir kere bizi mezarlara götürürdü, kaybettiğimiz yakınlarının hepsinin hikayesini anlatırdı. Belki de onun için onlara bir veda sembolü ya da onlarla bir konuşma yöntemiydi, şu anda bunu söylemem çok mümkün değil, ne olduğunu... Bayramlarda tatile gitme mitme yoktu, 3-4 günlük efendim şuraya gidelim, buraya gidelim, taksitle ödeyelim vs... Bunlar hayaldi o zamanlar için. Biz mezarlıklara bayramın birinci günü gider, ikinci gün bütün akrabaları gezer, ondan sonra da işte 3. 4. günü sakince geçirirdik. Genel olarak bayram tatillerimiz böyle geçerdi.

“BABAM BENİ ŞIMARTMAYI ÇOK SEVERDİ”

Benim babamın babası, hiç tanımadığım dedem, çok erken ölmüş. Hakkı Şinasi Bey... Tapu kadastro müfettişi ve işine de çok sadık... Müfettişlerin getirdiği o titizlikle olan bir insan olduğunu biliyorum ve babaannem de acayip yemek yapan, 4 tane çocuğu büyüten bir kadın. Yani çok güçlü, kuvvetli, hani hep derler ya Osmanlı kadınlarından. Fakat bir sorun var, ben babaannemle hiç anlaşamazdım. 1987 yılında kendisi vefat etti. Allah rahmet eylesin tekrar. Nadire Mumcu... hayatımın ilk sertlik yaşadığım insanlarından bir tanesiydi. Çünkü o eski usul, biz yeni usul, kuşak çatışması... Ben çok küçüğüm, şımarık bir kız çocuğuyum ve babam da beni şımartmayı çok seviyor açıkçası...

KLASİK MÜZİK, KLASİK ROMANLAR…

Bizim belirli rutinlerimiz vardı. Babam o rutinleri çok severdi. Mesela bir tanesi klasik müzik dinletmek. Bir tanesi dünya klasiklerine toplayıp, Millî Eğitim Bakanlığı o zaman basmıştı, kütüphanelerimize onları koymak... 'Bunları okuyun çocuklar...' Ben mesela Goethe okuduğumda, Genç Werther'in Acıları'nı, sanırım 9 yaşındaydım ve gerçekten anlamadığım için kendimden biraz şüphelenmeye başlamıştım. 'Ben nasıl bunu anlayamıyorum' diye... Ciddi bir şekilde ben dünya klasiklerini herhalde yani 8 9, 10, 11... Ondan sonra Anna Karannina'lara geçtim falan, çok erken bitirdim. Çünkü babam bizim her türlü bilgimizin olmasını isterdi. Yabancı dilimizin olmasını isterdi. Her türlü eğitim imkanına ulaşmamızı isterdi. Ve bunun için de kısıtlı maaşıyla bizi özel okullara gönderdi.

FAZIL SAY’IN ÖĞRETMENİNDEN MÜZİK DERSİ

Pazarları balık günüydü... Pazar günü, balıkçıları vardı bir takım, gider toplardı. Ben kılçıklı balık sevmezdim, ona göre balıkçı ile konuşur, ayarlardı... Abim gitar çalardı. Ahmet Kanneci'den ders alırdı. Benim de müziğe eğilimim vardı o zamanlardan da...Bir beste yapmışım bebekken... Hala anlatılır. Çocuğuma öğretmeye çalışıyorum şu anda. Caz bestesi yapmışım ve 'one and only' yani tek caz bestem... Tek bestem ya da... Önce org alındı bana, daha sonra 'bu kız böyle olmayacak, bir piyano alalım' dendi. Daha sonra da akraba, eş, dost derken Kamuran Gündemir'e ulaştık. Kamuran Gündemir, Fazıl Say'ın hayatında da aslında çok önemli yeri olan, Ahmet Say'ın çok yakın arkadaşı, çok önemli bir öğretmendir ve ilk müzik derslerini ondan aldım. Yani düşünsenize dünya dahisini yetiştirmiş bir insandan müzik dersi aldım ve hala onun öğrettiği şeyler hala aklımda durur, onun piyano çalarken ritme eşlik etmesi... Kamuran amcayı da çok uzun yıllar önce kaybettik. Eşi Selçuk Teyze'yi de birkaç sene önce kaybettik. Bizim ortak noktamız vardı. Başka bir de Ayvalık'tı o ortak nokta.

MÜJDE AR’A HEDİYE EDİLEN RESİM

Annemden bu arada hiç bahsetmedim çünkü sonra bahsedeceğim... Kendi içinde iyi dinamikleri olan abi kardeş çatışması da olan (tabii ki her ailedeki gibi)… Bütün evleri bizim ev gibi zannediyordum ve çok şaşırıyordum. Haftanın dört günü bizim evde yemek var... Yemeğe gelenler de hani hiç normal insanlar değillermiş sonradan baktığımda. Çocuk aklımla bana çok büyük gelen bir anıyı anlatayım: TRT'de Müjde Ar filmleri gösteriliyordu ve Müjde Ar bizim eve geldi. Allah'ım, koridora saklanıyorum, ölüyorum heyecandan, ne yapacağımı bilmiyorum. En sonunda, en yeteneksiz olduğum konu olan resimde, bir şey yapmaya karar verdim. Bir ev, evin içine de yıldızlar çizdim, ona hediye ettim. Konu neydi, niye gelmişlerdi bilmiyorum ama ben o yıldızlarla dolu olan şeyi yaptım ve 'gel canım buraya...' böyle bir sarılmacalar falan...

PODCASTİ DİNLEMEK İÇİN PLAY'E TIKLAYIN

TELEFONLA GELEN TEHDİTLER

Bir başka gün Şanar Yurdatapan Türkiye’ye dönmüştü, o zaman işte yavaş yavaş şeyleri anlamaya başladım. Yani kaçanlar olduğunu, gelenler olduğunu vs. Ve neden kaçıldığını, 80 darbesi, Kenan Evren, Özal konuşuluyor. Zaten babamın yaptığı işi yavaş yavaş anlamaya başlıyorum. Yani insanların babası hep televizyona çıkıyor falan zannediyorum çünkü çok normal bir şey. TRT'ye çıkıyor tabii. Ondan sonra daha sonra canlı olduğu için Star'a da çıktı. O zaman HBB vardı hatırlarsanız, oraya da çıktı. Her zaman babamı çıkartacak bir konu bulurlardı, babam da hiç hayır demezdi ve o üstün konuşma yeteneğiyle, herkesi büyüleyen, münazara yarışmaların birincisi bu arada ortaokul, lise yıllarında babam, televizyondaydı. Çok komik olurdu. Babam televizyona çıkmış zaten kaydolmuş sonra biz onu hep beraber ailecek oturup bu televizyon kaydını izlerdik. Sonra telefonlar çalmaya başlardı... Bir tanesi 'Uğur Bey çok sevindim. Çok güzel bir konuşma yaptınız' derdi mesela. Sonra birisi de ' Allah belanı versin, senin de sonun böyle olacak...' falan... Aslında şu andaki Twitter'daki halimizin çok küçük versiyonu yaşıyormuşuz baktığım zaman.

BAYKAL’IN “BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?” SORUSUNA YANIT

Ve böyle okul, ödevler biterdi, yemekler bilmem neler biter, saat 8'e kadar zaten, hani 8'de TRT izleyeceğiz ya, haberleri… 8'e kadar yemeklerin bitmesi lazım. 8’de önce Cumhurbaşkanı, sonra Başbakan falan her şeyi izlerdik ve biz bayağı böyle diyalog kurardık. İşte 'baba şu kim, şu ne iş yapar...' Ondan sonra babam anlatır. 'Bu adam iyi mi kötü mü?' Sonra televizyona çıkıp konuştuğunda, diyaloglar şuna evrilirdi: 'Baba genel sekreter partide ne yapar?' falan... Babam anlatır... Mesela Baykal  ve İnönü zamanı vardır. Baykal genel sekreter olmuştu. Ondan sonra ‘genel sekreterin görevi nedir?’ diye sorardım. Siyaset bilimci olacağım belliymiş aslında 7-8 yaşlarındayken... Babam bunu anlatır falan... Hatta şöyle bir şey vardı: Baykal bizim eve geldiğinde böyle garsonlu falan bir toplantı, oturttu beni kucağına, 8 yaşındayım, sohbet ediyoruz. 'Ay yavrum nasılsın? Ay sende ne kadar minnoş musun' falan olur ya, öyle şeyler... 'Eee' dedi, 'Büyüyünce ne olacaksın?' İnsan itfaiyeci olacağım der, onu der, bunu der. Ben adamın yüzüne bakıp 'genel sekreterlik' dedim ve sonra yıllar sonra bana hatırlattı. Hafızası çok kuvvetli bir adamdır: 'Özge sen şu bordo koltukta otur, bana genel sekreter olacağım' demiştin...' Ondan sonra 'sen niye partiye gelmiyorsun da şey yapmıyorsun da işte gençlik kollarına gelmesin...' filan. Ben de 'Efendim' demiştim, 'Ben siyaset biliminin bilim kısmını çok seviyorum, teorik kısmını çok seviyorum. İşin örgüt kısmını düşünmüyorum' deyince bana kızdı. Sonraki yıllarda çok da konuştuğunu söyleyemem.

“EVİN ÖNÜNDEYİZ, BOMBA PATLAMIŞ, OLAN OLMUŞ…”

Bunlar işin tatlı kısımları... Şimdi gelelim biraz sıkıntılı kısma. Geçtiğimiz günlerde Çankaya Belediyesi Zülfü Livaneli ile Jorgo Papandreou'ya barış ödülü verdi. Türk-Yunan barışına verdikleri katkılardan dolayı... Papandreou ismini tabii ki İsmail Cem'den çok iyi hatırlarsınız. Yunanistan siyasetini biraz biliyorsanız... Papandreou, Pasok'ta kaybetti ama şu an Sosyalist Enternasyonal'in başında. Zülfü Livaneli'yi bilmeyen yoktur zaten Türkiye'de. Şöyle bir şey oldu: Ödül töreninden sonra bir konser oldu. Bu ikinci kez aslında senfonik olarak dinleyişimdi ve o senfonik olarak dinleyişimde, solistler inanılmaz iyi bu arada, Rengin Gökmen'in orkestrasyonunda çok iyi gidiyor. Bana bir şeyler oluyor... Benim kendimi 29 yıl sonra bulduğum noktada, artık hani insan ağlamaz ya, hani artık geçmiş her şey bitmiş, bir sürü şey sönümlenmiş, hayat yeni yeni yollar açmış, kendimi şurada bulduğumu fark ettim: Evin önündeyiz, bomba patlamış zaten, olan olmuş, bir çukur açılmış arabanın olduğu yerde, arabayı götürmüşler. Ondan sonra, o çukurun olduğu yere karanfiller dolmaya başlamış. Çiçekler, çiçekler, çiçekler... Yığınlar, notlar... Geceleri biraz sakinleştiği zaman, insanlar üstüme de çok gelmesin diye, çünkü çok ufağım, 11 yaşındayım, evdeki teyze ile dışarı çıkardık... Meşale yakarlardı her gece. Kaç gece bilmiyorum. Ve o meşalecilerin yanına 'şemalecilere' derdi onlara 'Ben şemalecilere çay götüreceğim' derdi. Çay demlenir, saat 11'de. Ondan sonra zaten ev dolup dolup taşıyor. İşte gelen-giden kimdir, artık bilemiyorum, o kadar kalabalık. Ondan sonra 'şemalecilerin' yanına giderdik biz. Bir 'Karlı Kayın Ormanı' söylenirdi, bir 'Yiğidim Aslanım' söylenirdi. Ben o güne gidiyorum, o şarkı, o şekilde söylendiği zaman ve ağlamama engel olamıyorum. 11 yaşındaki o kız çocuk halime ve de sonrasına gidiyorum. Sonra bize neler yaşattılar, neler oldu, onlara gidiyorum.

CUMA GÜNÜ BABAM BİZE HEDİYELER ALMIŞ, PAZAR GÜNÜ BOMBA PATLAMIŞ…

İnanın şimdi dönüp baktığım zaman, 40 yaşındayım, 29 sene geçmiş, şey çok anlamsız geliyor, çok değişik geliyor yani: Şubat tatilinin başladığı Cuma günü babam bize hediyeler almış, ondan sonra Pazar günü bomba patlamış, 10 gün geçmiş biz pazartesi okula başlamışız. Ben direndim, ‘başlamayacağım’ diye. Annem beni zar zor ikna etti. Bir de annen hangisiyle uğraşsın? Cenazeyle mi, iki tane ergen çocukla mı ve dava süreciyle mi? Okula gittim. Herkesin bakışı değişmişti. Yani böyle anlamlandıramamak, biraz acımak, ne yapacağımı, nereye saklanacağını bilmiyordum... O kadar çok duygu yükü, çok fazla olan şey.... Sonraki yıllar devam etti.

Genel olarak ben teşekkür-takdir öğrencisiydim zaten de yani bu süreçte ben nasıl o teşekkürleri, takdirleri, o notları aldım... Evde bir cinayet soruşturması giderken, nasıl eğitimimi tamamladım, bunların hepsi şu anda dönüp baktığım zaman bana soru işareti gibi geliyor. Çünkü hayatın normal akan bir kısmı var ya, yani devam etmemiz gereken, çünkü hayat devam ediyor...




YAĞMURDA KIVRILAN YAKA KARTI VE GÜLÜMSEYEN BİR BABA 

Biraz geriye dönelim; 27 Ocak günü cenaze oldu. O zaman TRT canlı yayından verdi. Ben de şunu hatırlıyorum: Kalabalıklar, kalabalıklar, kameralar… Bir de yağmur var, gözlüğüme sürekli yağmur geliyor ve yakamıza koyduğumuz babamın fotoğrafının olduğu yaka kartı sürekli kıvrılıyor yağmurdan, sinir oluyorum. Babamın yüzüne bakarak düzeltmeye çalışıyorum falan... Tuncay Özkan'a, 'Tuncay abi morgda babamı görmek istiyorum, son kez görmek istiyorum, ya bu benim hakkım değil mi?' dedim. Dediler ki ‘Özge görmesen daha iyi, hani insan son halini hatırlar…’ Son hali o aslında... Benim onu görmem lazım. İzin vermediler. Ondan sonra kuzenim Güneş Abla gitti. Halamın, Beyhan Hanım'ın kızı ve Tuncay Özkan gitti. İkisi de o zaman Cumhuriyet'te çalışıyorlar. Cenaze arabası...Bizi polis arabasına koydular, yanımızda da Tuncay abi koşuyor arabayla beraber, onun heyecanlı telaşlı haliyle.... 'Tuncay abi’ dedim ‘nasıldı, nasıldı?' dedim, 'Merak etme' Özge dedi, 'Gülüyordu' dedi, 'Gülümsüyordu.' 'Tamam' dedim, Çünkü o acıyı çektiğini bilmek, onu hissetmek o kadar zor bir şeydi ki benim için...

“ÇOK ÇAĞIRDIM BABAMI, ÇOK KONUŞTUM ONUNLA”

Yine ileri saracağım, ben o şarkıda 'Yiğidim Aslanım'da aslında hep oraya gidiyorum... Dediğim gibi, 40 yaşındayım, belki 60-70 yaşına geldiğinde de hep o günlere geri döneceğim. Ben her sabah babamla uyanıyorum, bir tarafta duruyor, hep aklımda. Her gün... Çok yakınını kaybeden insanlar bilirler, onunla konuşursunuz zaman içinde sıkıştığınız zamanlarda, çağırırsınız onu yanınıza, düşüncenize. Ben çok çağırdım, çok konuştum ama hep yanımda gibiydi bir yandan da...

“GÜNLÜĞÜME ‘GALİBA BU ACI HİÇ BİTMEYECEK’ DİYE YAZDIM”

Daha sonra bizim ailenin büyük çabasıyla, rahmetli Beyhan halamı ama özellikle anmak istiyorum. Bize o kadar iyi kol kanat gerdi ki... Çünkü ailenin en büyüğü oydu. Hakkını hiç kimse ödeyemez. Beyhan halam, annem uğraştılar. Bu dava açılsın diye uğraştılar, bu dava kapansın diye uğraşıldıkça karşı taraftan, artık o karşı taraf kimse, annem uğraştı, aile uğraştı ve Meclis'te bir Uğur Mumcu Araştırma Komisyonu oluşturuldu süreç içinde. Ben bütün bunlar oluşturulduğunda. 14-15 yaşındayım. Yani diyorum ya işte, matematik sınavına gir, en büyük derdin hoşlandığın çocuğun sana bakmaması olsun gibi küçük küçük dünyaları artık kendime yaratmaya başlamıştım. Ondan sonra 'Uğur Mumcu Uzun Takip' adı verilen dava süreci başladı. Daha doğrusu önce soruşturma süreci, bir Hizbullah evinden çıkan diskette kroki bulundu, ne hikmetse. O krokiden bombanın konulduğu işte C-4 tipi patlayıcının tarif edildiği... İşte bunları da öğreniyoruz ya süreç içinde. Ondan sonra bütün bunlar başladı. Artık üniversiteye gelmiştim, Umut operasyonu başladığında. Üniversiteye girdiğim zaman da 99 yılıydı, Ahmet Taner Kışlalı'yı kaybettik. Kaybettik değil. Ahmet Taner Kışlalı evinin önünde öldürüldü. Ondan önce Metin Göktepe öldürüldü. Ondan önce zaten öldürülenlerin haddi hesabı yok. Yani 70'lerden, Sabahattin Ali'den sayarsak zaten bir dolu isimle karşılaşıyoruz. 99'da günlüğüme şöyle bir şey yazdığımı hatırlıyorum: 'Galiba bu acı hiç bitmeyecek.' Çünkü Ahmet Taner Kışlalı'yı da tanıyordum. Ben biliyordum ki o, bütün konuşmalara o gidecekti babamı temsilen. Babamı, yani Uğur Mumcu'yu unutturmamak için... O olacaktı ve o da öldürüldü. Bu nasıl bir zaman aralığıdır? 99-2000, koalisyon hükümetleri... Dersler, sınavlar vs.... Ve sonra AKP'nin gelişi... AKP'nin gelişiyle beraber ben mesela şeyi hatırlıyorum, aynı yıl: 2003 olması lazım, aynı yıllar....HSBC ve sinagog patlamalarını hatırlıyorum. Ondan önce de işte 2001, 11 Eylül'den önce 10 Eylül'de bir canlı bombası saldırısı olmuştu Taksim'de. Onları hatırlıyorum... Ki canlı bomba saldırısından abim kıl payı kurtulmuştu.

MUMU YAKALIM, BURADA OLDUĞUMUZU HATIRLATALIM

Biz o sırada bir vakıf kurmuş ve vakfın ayakta kalmasına çalışıyorduk. Anma törenleri düzenliyordu. Bu anma törenleri mumu yakalım unutalım anlamında değil. Hayır, mumu yakalım burada olduğumuzu hatırlatalım ve de hala bu işin çözülmediğine dair hesap soralım.

Umut davası döndü dolaştı Tevhid Selam adlı bir örgüte bağlandı. Tevhid Selam örgütünü daha sonra 17- 25 Aralık'ta duyduk. Şu anda bu davadan hükümlü olan insanlar var. Onlar bize karşı da dava açtılar. Böyle saçma sapan sürüklenen, yıllardır bitmeyen bir kavga, mahkeme kavgası. Geçen sefer bir tebligat daha geldi, bombayı koyan, Oğuz Demir olduğu söylenen kişinin davası ayrılmış... 'Adamı mı buldular acaba' dedim. Tabii ki bulmamışlar, usulen ayrılmış, başka bir şekilde devam ediyor.

“ADALETE İNANCIMI KORUYORUM, BİRAZ SALAĞIM GALİBA”

Şimdi böyle bir tabloda nasıl bir Türkiye'ye inanırsınız, nasıl bir adalet duygusuna inanırsınız? Ben hala inancımı koruyorum. Biraz salağım galiba. Bir gün aydınlanacağına inanıyorum. Bir gün belki aralarındaki bir kavgadan, hani yazın gördük ya Sedat Peker açıklamalar yaptı falan... Orada da şöyle bir çaresizliğin içine düştük. Çaresizlik demeyeceğim, buna çıkışsızlık kelimesi daha doğru. Sedat Peker, Mehmet Ağar'a attı topu. Fakat zamanaşımı denilen bir şey var. Biz yeniden tekrar bir mafya liderinin söylediklerinden bir dava açamayız ama Sedat Peker çok güzel reyting kazandı bundan ve bizim acaba dedim bütün her şey bir uyuşturucu kavgası mıydı? Bu kadar basit miydi? Bütün bunları sorgulattı, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar...



“ONU ÖLDÜRENLER ONUN SESİNİ TEKRAR VAR ETMEMİZİ İSTEMİYOR”

Şimdi devam edeceğimiz zaman yine bir 24 Ocak... Yine evin önünde bir anma olacak. Yıllardır, gerçekten insanlar yıllar boyunca kaybettiğimiz çok insan oldu, gelip bütün sevgilerini, bütün gözyaşlarını bize akıtıyorlar. Hiç değilse her gün sosyal medyadan ben mesaj alıyorum. Küfürler de alıyoruz tabii. Yani o küfürler işte bahsettiğim ilk telefonlar gibi. O küfürler de bunun devamı aslında. Çünkü her siyasi davada maalesef ki öldüren taraf var ve o öldüren taraf aslında sizin de bu sesi tekrar var etmenizi istemiyor. Biz vakıfta bunu var etmeye çalışıyoruz. Babamın sesini tekrar var etmeye, tekrar güçlendirmeye, unutturmamaya ve de kendini araştırmaya adamış bir insanın hayatının aslında unutulmaması gerektiğine inanıyoruz.

“KULLANIŞLI SOYADLAR OLMADIK, BİZİM İÇİN ONUR VESİKASIDIR”

Bundan 10 küsur sene önce Türkiye'deki bütün aileler Toplumsal Bellek Platformu adı altında bir araya geldik. Tesadüfler zinciri birbirini kovaladı. Biz vakıftan Orhan Tüleylioğlu ile 'Neden Öldürüldüler?' diye bir kitap çıkartmıştık. Bütün bu babamın yazdığı faili meçhul cinayetler üzerinden çıkarak ve 28 aile bir araya geldik. Bunlar için de işte Filiz Ali de var Dink ailesi de var. Yani böyle bir skalada... Ve aslında ideolojik olarak birbirimizden farklı noktalara düşsek bile ne kadar kardeş olduğumuzu anladık bazı alanlarda. Bazı alanlar derken adaletsizlik, hukuksuzluk, yalnız bırakılma ve unutturma çabası. Bunlar için Meclis'e gittik, oraya gittik, buraya gittik. Elimizden gelen bütün yolları denedik. Tabii ki bir Ergenekon dönemiydi bizi Ergenekon için kullanılabilirler mi diye bir uğraştılar bence. Ben öyle düşünüyorum. Kullanılmayacağımızı anlayınca da farklı yöntemler denediler. Sosyal medya üzerinden deli gibi saldırmalar... Herhalde ilk trollerle baş eden bizleriz. Yani daha sonra işte 17-25'ten sonra 'bizim davamıza sahip çıkmadınız, biz Tevhid Selam'ı babanızın cinayetini araştırıyoruz' diyen cemaatçiler çıktı ortaya. Türkiye'nin her dönümünde, her kırılmasında biz aslında biraz dik durdukça ve kırılmalara doğru kendimizi evirmedikçe kullanışlı soyadlar olmadık. Bu da bir açıdan hayatımızın devamı için bir onur vesikası oldu. Ben öyle görüyorum. Evet, şurada yazmış olabiliriz, burada yazmış olabiliriz. Cumhuriyet içinde kendi kavgalar olabilir vesaire vesaire. Bunlar gündelik hayat içinde akışı farklı olan bir şeylerdir.

“HAYATTA OLSAYDI BÜYÜK BİR HAYAL KIRIKLIĞI YAŞAYABİLİRDİ”

Biz, en azından, Mumcu ailesi olarak, Vakıf'ı kurduk, annem, abim, ben... Vakıf işletmesini ben öğrendim. Siyaset bilimciliğin yanında... Yayıncılığı öğrendim. Seminerler nasıl olur, onu öğrendim ve şu anda kendimi başka bir iş olan siyasi danışmanlık yapıyorum. Ve bütün bunların yanında da her gün her sabah babamla uyanıyorum, her akşam onu düşünerek uyuyorum. 'Keşke burada olsaydı' diyorum her gün ve yani bilmiyorum, memleketin geldiği bu kadar yazdı, çizdi, bütün ilişkiler ağları ortaya çıktı. 30 sene sonra söyledikleri hala hala hala doğru... Çünkü temelleri ortaya çıkarttı. O yüzden hayatta olsaydı, evet bunu söylediğim zaman insanlar çok kızıyor, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşayabilirdi...

“BU TOPLUMUN BİR DE DERİN BELLEĞİ VAR”

Yavaş yavaş bu podcastin sonuna gelirken biraz duygusal bir podcast oldu, farkındayım, şöyle şeyler düşünüyorum: Babamın neredeyse her ilde bir parkı var, babamın adına... Kendisine benzemese de bir sürü heykel yapıldı. Kendisi için şarkılar, ağıtlar yakıldı ve aslında o yaşıyor herkesin belleğinde. Belki yaşamak, insanın ömrü kısa, yani 102 yaşında da ölebilirsiniz, hiçbir şey yapmayabilirsiniz hayatta. 51 yaşında öldürülüp bir Türkiye'nin hafızasına da kazınabilirsiniz. Bu iyi bir bakış açısı mı bilmiyorum, fakat en azından benim için bir avunma diyorum. Çünkü şu anda 90'lı yıllarda doğan çocuklar, 93 yılında yaşadık biz bunu, 90'lı yıllar 2000'lerde, 2010'larda doğan çocuklar en azından Uğur Mumcu Parkı'nı biliyorlar. En azından İlhan Erdost Parkı'nı biliyorlar, en azından Sivas'ta öldürülenleri biliyorlar. Çünkü bu toplumun iki tane belleği var. Bir tanesi tarihsel çizgiler. 12 Martlar, 12 Eylüller, 28 Şubatlar, darbeler, siyasi kırılmalar, siyasi tartışmalar...Fakat bir derin bellek var. Öldürülenler... Deniz Gezmiş var. Eren var bunların arasında ve bunlar hiç unutulmuyor. Hrant Dink var, Uğur Mumcu var, Metin Göktepe var, Metin Altıok var, Behçet Aysan var, Nesimi Çimen var, İlhan Erdost var...Daha sayamadığım Onat Kutlar var...O kadar çok insan var ki... O yüzden bence Türkiye hakkında inceleme yapmak isteyen varsa ve bu podcasti dinlemek isteyen varsa, dönüp bakıp o insanların çalışmalarına, yaptıklarına, Türkiye için söylediklerine baksın.

FİNLANDİYA’DAKİ FİLİSTİNLİ TAKSİCİNİN SORUSU

Ben bugün bu podcasti yapmayı düşünürken aslında biraz acı çektim, nereden başlayıp nasıl anlatayım diye. Size biraz komik hikayeleri anlatayım madem. Sıkıntılı bir dönemimde çok çok yakın bir arkadaşım Zeynep, babamın çok yakın arkadaşının kızı, akademisyen, Finlandiya'da yaşıyor. Çocukları var, işte. Finlandiya'nın şu anda hatırlayamadığım bir mahallesindeler, ben de yanına gittim. Hani birazcık dertleşmek, biraz mekan değişikliği vesaire iyi gelir diye...Taksiye bindim evine gitmek için…Çünkü hava eksi 10, otobüsü kaçırmışım ve ondan sonra 'Hay' dedim, 'Neyse ertesi gün birşeyden hallederim, ben bu taksi parasını öderim...' Bindim, Filistinli bir taksici. İngilizce konuşunca nerelisin, hani sen de biraz siyahsın, Finliler sarışın olduğu için... 'Türküm' dedim, 'Haa' dedi, 'Ben de kablolu yayınlardan çok Türk kanalı izliyorum' dedi. 'Ne izliyorsunuz?' dedim, 'Şu Muhteşem Süleyman'ı izliyorum' dedi. 'Biraz da eleştirim var' dedi, 'İslam bize 4 tane kadın verdi, orada bir harem var' dedi. 'Nasıl oluyor bu iş?' falan... 'Osmanlı zamanı öyleydi' falan diye geçiştirmeye çalışıyorum. "Bir de Kurtlar Vadisi'ni izliyorum' dedi. "Eeee" dedim..."Geçen bölüm, inanır mısınız, sokağın ortasında bir gazeteci öldürdüler' dedi. 'Türkiye'de böyle birşey olabilir mi? Türkiye'de oluyor mu böyle şeyler' dedi. Şimdi ben takside, arka koltukta, sırtımı Şöyle bir eğdim, 'Neler neler yapıyorlar daha, bilsen' dedim. 'Gerçekten Türkiye böyle bir yer mi? Ama biz böyle olduğunu bilmiyorduk.' Eve gelince anlattım: Yani insan, Finlandiya'da bir taksiye binip Filistinli taksi şoförünün Kurtlar Vadisi izlediği bölümden bunu çıkarıp ve bana sorması, bu nasıl bir tesadüf olabilir? Ve ben bu tesadüfleri çok yaşıyorum. Onun için ayrı bir şey diyelim. Kara dram, dramatik ama trajikomik bir bölüm yapabilirim sadece bütün bunlar için...

NEDEN KISA DALGA’DAYIM?

Umarım sizin ruhunuzu çok ağırlaştırmamışımdır, insan ruhunu ağırlaştırmayı da çok sevmem, çünkü gülmeyi çok severim.

Ben neden Kısa Dalga'dayım, biliyor musunuz? Kemal'i (Göktaş) 16 yaşından beri tanıyorum. Kemal bizim araştırmacı gazetecilik öğrencimizdi ve kendisine çok güveniyorum. Bana podcast teklif ettiği için, nasıl podcast yapacağım konusunda yol gösterdiği için de ona ayrıca teşekkür ediyorum.

Ve Kemal başta olmak üzere bütün gazetecilere, bütün babamı anan gazetecilere de buradan teşekkür ediyorum.

“ÖZGE HANIM, BABANIZ YUKARIDA PATLAMIŞ, SİZ EVDESİNİZ, NE HİSSEDİYORSUNUZ?”

Bir de neden artık programlara çıkmıyorum, onu da söyleyeyim. Trajikomiklere de devam edeyim ya biraz, şey olduk, ağırlaştık. Bir gün o böyle canhıraş, hangi yıldı hatırlamıyorum, beni telefonla bir yere bağladılar. Habertürk mü diyeyim CNN Türk mü, hangisi bilmiyorum. Bir kadın dedi ki, spiker, bir VTR hazırlamışlar, babamı silah kaçakçılarının öldürdüğü üzerine dayanan bir şey. 'Özge hanım merhaba, yayınımıza hoşgeldiniz. Babanızı silah kaçakçıları mı öldürdü dersiniz?' Yuvarlak cümlelerle yanıt verdim, telefonu kapattım, elim ayağım karışmış, bu nasıl yayın diye. Ondan sonra başka bir gün yayına çıktım, böyle hani Reha Muhtar'ın şeyi vardır ya 'acı var mı acı' falan diye... Bunu yine Z kuşağı pek bilmez... Bir yayına çıktım, 'Özge hanım babanız yukarıda, patlamış, siz evdesiniz, ne hissediyorsunuz, duygulandınız mı?' falan... Şimdi bütün bunlar bizim televizyonumuzun bu trajik hali benim açımdan, bu reyting hali artık çekilmez hale geldi. Bu yüzden kendimi biraz bu şekilde ifade etmek istedim.

“BİR MUM YAKIN VE YAZDIKLARINI OKUYUN”

Bundan sonraki 'Bu Işıltılı Hayatı Biz Seçmedik' bölümünde size başka başka dosyalarla, böyle duygusal olmayan şeylerle anlayışlarla karşınıza çıkacağım, araştırmalarla… Sesim biraz daha farklı olacaktır bu yüzden. Ve babamın sözleriyle buraya son vereceğim. 24 Ocak günü hepimiz yine başka yerlerde olacağız. Bunu dinleyenler belki kim bilir, hangi ülkeden dinleyecek…Tüm kaybettiklerimiz için, Uğur Mumcu için, Hrant Dink için, Tahir Elçi için, Metin Göktepe için, Onat Kutlar için, aklınıza gelen bütün aydınlarımız için bir mum yakın ve dönüp yakın tarihimizin o gizli, derin kalmış yerine bakın, yazdıklarını okuyun. Çok teşekkür ediyorum. Bir başka bölümde görüşmek üzere.”

 
Uğur Mumcu’nun 1987 Dikili konuşması:

“BU DÜZEN KORKUYA, YILGINLIĞA VE SÖMÜRÜYE DAYANIYOR”

"İnsandan şüphelenmemek gerek önce. Memleketin yazarı, çizeri, aydını niçin bu memleketi bir kıyama sürüklesin? Niçin? Ha, sizin bir takım kafanızda problemler varsa, siz ülkeyi, ülkeyi birtakım ayrıcalıklara dayanarak yönetmek istiyorsanız, aydınlar buna karşı çıkıyorsa sorun buradaymış. İnsanlar niçin hapis yatar? Niçin acı çeker, niçin Ziverbey köşklerinde Otağ-ı Hümayun denen işkence karargahlarından geçer?
Bunun bir nedeni var. Daha iyi dünya daha iyi, daha iyi demokrasi, daha iyi sosyal adalet, ekmek ve özgürlük için... Birtakım insanlara niçin işkence yapılır? Birtakım insanlar 5 yıldan 15 yıla kadar niçin hapsedilirler? İşte bugünkü düzen gibi bir düzen sürsün diye. Çünkü bu düzen korkuya, yılgınlığa ve sömürüye dayanıyor. Ben işkencenin olmadığı, düşünce suçunun olmadığı, herkesin silahsız, saldırısız eşitçe ve özgürce tartıştığı, dinci partinin de Marksist partinin de olduğu bir düzen istiyorum. Ancak o zamanki televizyonda bütün düşünceler açıklanır, o zaman Atatürkçülük maskesi takmış Abdülhamit'çilerle daha iyi mücadele edebiliriz. O zaman Rabıta örgütünden devlete maaş bağlatan insanların maskelerini televizyonda halkın önünde yırtma olanağı bulabiliriz. Ama bugün ne oluyor? Bugün arkadaşlar, CIA milliyetçiliğine bir takım ideolojik kılıflar büründürerek, muhafazakarlık milliyetçilik, Atatürk inkılapçılığı diye ortaya çıkıyorlar. Kendisine Atatürkçüyüm diyen insan, madde bir, emperyalizme ve kapitalizme karşı koyar. Madde iki, uşak olmaz, uşak... Ne Amerika'ya ne Sovyetler'e, ne Çin'e, ne Avrupa'ya, uşak olmaz. Madde üç, Kuvayı Milliye ruhuna sahip olur. Emperyalizme ve kapitalizme karşı halkı örgütler. Atatürk devrimleri için inkılap demez, devrim der, devrim.
Arkadaşlar bakın, 3 yıl önce yasaklar vardı, 10 kişi 3 kişi 5 kişi bir araya gelemiyordu. Bugün Dikili'de bir aradayız. Yarın bir başka alanda, öbür gün bir başka alanda, daha başka gün Ankara'da Tandoğan Alanı'nda, İstanbul'da Taksim alanında, 1 Mayıs'ı da kutlayacağız. 23 Nisan'ı da, 19 Mayıs'ı da, 29 Ekim'i de..."

Gündem