Sinan Ateş cinayeti: Senaryosu yarıda kesilmiş bir film

Sinan Ateş  cinayeti: Senaryosu yarıda kesilmiş bir film
Sinan Ateş’in öldürülmesi belki de senaryosu yarıda kesilmiş bir filmdi. Bu filmde, 1990’ların derin cinayetlerinden yakından bildiğimiz Uzi marka suikast silahları kullanılıyordu. Ve o silahlar patlarken, daha sonra MHP’li vekilin polise teslim etmek istemediği bir ülkücü olup bitenlere en azından tanıklık ediyordu.

ERSAN ATAR

Sinan Ateş cinayetinin bilinmeyenleri vardı. Örneğin silahın türü. Sinan Ateş, Türkiye’nin, 1990’ların derin cinayetlerinden, Susurluk’tan, 15 Temmuz’dan yakından bildiği Uzi marka silahla öldürüldü. Ve bu silah patlarken daha sonra MHP Milletvekili Olcay Kılavuz’un kullandığı evden çıkacak olan Tolgahan Demirbaş olay yerindeydi. Filmin sonu için, seçim sonuçlarına göre iki senaryo yazılmıştı.

İşte Sinan Ateş cinayeti ve yarım bırakılmış senaryosu:

Bu, bir cinayetin sondan başlanarak başa doğru izlenmesi gereken film gibi bir öyküsü. Konusu, gerçek hikayeden uyarlanmış bir film. Ankara’nın merkezinde işlenen bir siyasi cinayetin öyküsü.

Öldürülen kimdi? Sinan Ateş… “Kim öldürdü, nasıl oldu?” sorusunun cevabı, onun geçmişinde ve olası geleceğinde saklıydı.

Yıl 1979… Musa Ateş, o karanlık günlerde aktifti. Çınar Lisesi’nde okuyordu. Okul çıkışı saldırıya uğradı, yanındaki Taner öldü, Musa Ateş yaralandı.

Musa yıllar sonra evlenecek, bir çocuğu olacak ve adını Sinan koyacaktı. Sinan da babasına çekmiş, siyasetle ilgilenir olmuştu. Ülkücülerin “lise başkanı” oldu.

Ankara’daki üniversite yaşamını bilenler bilir, ülkücülerin tercih ettiği Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ni tercih etti. Okuldan çıktığında yolu genellikle Beşevler’deki kampusten Ankara Ülkü Ocakları’na düşerdi. Nitekim hızla da payeler almaya başladı. Üniversite bittikten hemen sonra daha 23 yaşında Meclis’e adım attı. Şimdi kendisi için bir taziye mesajı yayınlamayan MHP Bursa Milletvekili İsmet Büyükataman’ın danışmanı oldu.

Şimdi adını anmayan Devlet Bahçeli onu 12 yıl sonra Ülkü Ocakları Başkanlığı’na atayacaktı. Bu arada doktorasını yapmış, tıpkı Bahçeli gibi, doçent olmuştu. Okuyor, yazıyor yayınlar çıkarıyor, eğitimler veriyordu. Bıyığının altından gülüşünü görenler “Bu çocukta Muhsin Yazıcıoğlu gülüşü var” diyorlardı. İşte o gülüş tehlikeliydi.

Mesajlarıyla Azrail’e davetiye

Bahçeli “O çocuğu görevden alalım” dedi ve bir yıl önce atandığı görevinden alındı. Artık Ülkü Ocakları Başkanı değildi. Aldığı “lider – teşkilat – doktrin” terbiyesinden olsa gerek ki görevden alındıktan sonra “Bu can bu bedende oldukça liderim Sayın Devlet Bahçeli’nin ve davamın emrinde olacağım” diyecekti. Aslında O’nun görevden alınması, bir bakıma kendisine yeni görevler yüklüyordu.

Sinan Ateş, MHP’nin, AKP’nin koltuğunun altında olmasından rahatsızdı. Gezmeye başladı. Gittiği yerlerden belki de Azrail’ini davet eden mesajlar veriyordu:

“Muhammed İkbal çok güzel ifade ediyor, diyor ki: Diyor ki ey arkadaş, zamanın Nemrutlarını iyi tanı ki sen de iyi bir İbrahim olasın. Zamanın Nemrutlarıyla, zamanın Firavunlarıyla, zamanın hâmânlarıyla, zamanın tağutlarıyla dün iman edenler nasıl mücadele ettiyse bugün de iman edenler olarak bizler öyle mücadele ediyoruz.”

Sinop’a, Samsun’a gitti ama aklı hep Akdeniz’deydi. Adana ve Hatay, O’nun için ayrı bir önemdeydi. Karadeniz’den sonra oralara gitti. Bir gün Pozantı’da, bir gün Aladağ’daydı. Toplumu iyi bilirdi, Güneydoğu’da iş yapılacaksa aşiretlerle temas kurulmalıydı. İzol aşiretine, Reyhanlı aşiretine gitti. Haznavi’de, Ruhavi’de şeyhlerin misafiri oldu. Oralarda valiliklere, belediyelere uğruyordu. Tarikatlar önemliydi. Hele Menzil tarikatı. Şeyh Fevzeddin Erol’un kapısını çaldı, çaldığı kapılar açılıyor, ilgi görüyordu.

O ünlü fotoğrafını çektirdiği Iğdır’a geçti. Devlet Bahçeli Ankara’da çiğ bademini yiyip “Elveda Rumeli”nin kaçırdığı bölümlerini izlerken O, Iğdır’dan selam gönderiyordu. İstanbul’a geçti, eski ülkücüleri ziyaret ediyordu. Oradan da Ankara’ya döndü. Ziyarete giden hep Sinan değildi. O’nu ziyarete gelenler de olurdu. Hem de devletin üstlerinden. Öldürülmeden birkaç gün önce de Devlet Denetleme Kurulu Genel Sekreteri Necdet Ada kendisini arayıp, “Sinancığım bir çayını içeyim” deyip kendisine uğramıştı.

Bütün bunlar olup biterken tetikçi adına birileri Çukurambar çevresinde dolaşıyor, öldürüleceği binaya nereden girip nereden çıktığını gözetliyor, bu görevi kendisine verenlere fotoğraflarla raporlar sunuyordu.

Yol da yoldu hani: Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi

Zaten o kader günü de artık geç değildi ve cuma namazı sonrasında eşinin deyimiyle, “şehit oldu”. İşte yerde yatan Sinan Ateş buydu.

Eğer “Sinan” filmi çekilseydi, yönetmen O’nun öldürüldüğü binanın önüne geliş yolunun başındaki cadde tabelasına mutlaka objektif çevirtirdi.

Camiden çıkıp ofisine giderken geçtiği yol da yoldu hani: Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi. Muhtemel ki her gün gelip geçtiği bu caddeden geçerken Yazıcıoğlu’nun ölümünü düşünmedi. Silah taşırdı, Cumaya giderken yanına almamıştı. Aynı zamanda arkadaşı da olan korumasına, “Hadi sen git benim silahı da al gel” dedi, binanın önünde beklemeye başladı. Baklava dilimi kaldırım taşlarına daldığında Mutluhan geldi aklına. Iğdır Ülkü Ocakları Başkanı Mutluhan Kaşkar… Daha çok değildi birkaç ay öncesinde Iğdır’a gittiğinde sırf kendisine eşlik etti diye Mutluhan sopalarla dövülmüştü. Etrafının sarıldığını fark ediyordu. Ama katilin o kadar yakın olduğunun, elbette farkında değildi.

Tetikçi, Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi üzerindeki son ışıklarda herkes gibi kırmızıyı bekledi. Sokağın başındaki Erzincan Mandıra’dan peynir fiyatlarından şikayet ederek gram hesabı yapan emekli öğretmen gibi, yüksekçe girişten sonra girilen Ehlikefy’te kahvesini yudumlayan müşteriler de biraz sonra olacaklardan elbette habersizdi.

Tetikçi profesyoneldi, ilk atışını önemli olduğunu bilirdi. Öldürücü bölgeye sıkılmalıydı. Kurban hareketsiz kalmalı ki karşılık verememeli, sonra ateş edilecekse vücudun diğer bölgeleri hedef alınmalıydı.

Öyle de oldu. İlk kurşun başına isabet etti. Sonra kasığına, karın bölgesine ve bacaklarına.

Tetikçinin tanıdık silahı: Uzi

Tetikçi, silahına güvenirdi. Elindeki silah, “suikast silahı” namını boşuna almamıştı. Olup bitenlere tanıklık edenlerin bilgisine, görgüsüne göre silah Uzi markaydı. O ülkenin insanları o silahı ta 1990’ların derin cinayetlerinden, şimdiki çetelerin hesaplaşmalarından, komşunun oğlundaki bir oyuncak kadar iyi tanırlardı.

Daha sonra ismi, size bize “Eray Özyağcı” olarak söylenecek olan tetikçi tam görevini tamamlayıp kendisini biraz ilerde bekleyen ve başında kaskıyla motorunu çalışır vaziyette tutan motosikletçi Vedat Balkaya’ya doğru koşmaya başlamıştı ki Sinan Ateş’in koruması yukardan silahları alıp gelmiş aşağıya inmişti. Tetikçi, arkasından silah sesleri duydu. Döndü, kendisine ateş eden koruma Selman Bozkurt’a rastgele ateş etti, yine de omzundan vurdu. Sonra siyah kapüşonu ve siyah kot pantolonuyla beyaz motorun terkisine atlayıp “gidelim abi, hızlı!” diye bağırdı. Motosiklet, Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi’nden bu kez yukarı doğru çıktı.

Artık ne ışık tanıyor, ne duraksıyordu. Sabırsızdı. Bir an önce Gölbaşı’na varmalıydı, kendilerini ve motosikleti orada bekleyenlere ulaşmalıydı. Sonra geldikleri gibi İstanbul’a döneceklerdi.

Tolgahan Demirbaş cinayet mahallinde

Motosiklet, Gölbaşı’na varıp “emanet” teslim edilinceye kadar Çukurambar’daki 1456. Sokakta nafile kalp masajları yapılıyordu. Ve bütün bu olup bitenlerin, en azından mekansal olarak, yakın tanığı bir çift göz vardı. O gözler, Tolgahan Demirbaş’ındı. Ülkücünün ölümüne bir ülkücü, en azından tanıklık ediyordu. Nitekim Tolgahan Demirbaş’ın silahlar patladıktan 10 dakika kadar sonra orada olduğunu gösteren görüntüler, daha sonra soruşturma dosyasına girecekti.

Tolgahan, motosikletin Gölbaşı’na vardığını öğrenince Çukurambar’dan ayrıldı, Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi’ndeki dik yokuşta bulunan kavşaktan sola döndü, oradan da Konya yoluna kıvrıldı. Tolgahan Gölbaşı’na vardıktan sonra tetikçi birden buharlaşıverdi, oysa ki İstanbul’dan beraberce gelenler beraberce dönecekti ama öyle olmadı. Tetikçi İstanbul’a dönen araçta yoktu. Ankara’da, Gölbaşı’nda buharlaştı. Gölbaşı’ndan ayrılan tek araç, Vedat Balkaya’yı İstanbul’a götüren araç değildi. Tolgahan Demirbaş’ın kullandığı araç da Ankara dışına çıkıyordu, istikameti neresiydi, içinde tetikçi var mıydı yok muydu, en azından şimdilik bunlar devletin sırrıydı.

Bağlıca’daki 1+1 evde neler oldu?

Çok zaman geçmeden Ankara’ya geri dönen Tolgahan birilerini arıyordu. Muhtemel ki telefonun karşısındaki kişiye, “Geliyorum sayın vekilim” diye sesleniyordu. Belki de bu görüşme hiç olmadı ama sonuçta olan oydu, Tolgahan, Bağlıca Köyü’ne vardı. Zaten önceden de bildiği o eve gitti.

Bu, 1+1 bir evdi. Evde bir vekil vardı, adı: Olcay Kılavuz. Eve hangisi önce gelmişti, milletvekili mi Tolgahan mı? Bunun en azından onlar için bir önemi yoktu, buluşma gerçekleşmişti.

Bu 1+1 ev, aslında sadece Olcay Kılavuz’un evi de değildi. Birkaç MHP’li vekil daha orayı bilir, hatta arada sırada uğrarlar, gözlerden uzak görüşmelerini bu evde yaparlardı. Bir bakıma “çalışma ofisi”ydi ama Olcay Kılavuz, evi gibi görürdü.

Tolgahan biraz soluklandıktan sonra Çukurambar’da gördüklerini, Gölbaşı’nı ve sonrasını vekiline bir bir anlattı. Tolgahan ne kadar tedirginse vekil de bir o kadar rahattı. Hem koskoca Mersin Milletvekiliydi, oradan adam vermezdi. Rahatlığının tek nedeni elbette sadece vekil olmasından gelmiyordu. Daha 4 gün öncesinde o ülkenin kudretli İçişleri Bakanı’nı makamında ziyaret etmiş, sosyal medyadan, “İçişleri Bakanımız Sn Süleyman Soylu beyefendiyi makamında ziyaret ettik. Cenab-ı Allah yar ve yardımcıları olsun” diye cıvıldamıştı.

Moda deyimle Soylu’yu da etiketlemişti ki sonra “vay ben duymadım, vay ben görmedim” denmesindi. Öyle ya kendisini veya yanındaki Tolgahan’ı almaya polis gönderecek olan müdür de Soylu’yu sosyal medya takip ederdi.

Tolgahan, vekiline anlattı mı veya o kadar orada kaldı mı bilmiyoruz elbette ama Çukurambar’a önce Asayiş Şubesi’nin ekipleri geldi. Ardından Organize Suçlar, sonra da keskin sirenleriyle Terörle Mücadele ekipleri.

Telefon sesleri telsiz seslerine karışıyordu. Müdürler aranıyor, müdürler üstlerini, üstler başlarını arıyordu. Çukurambar’da bunlar olup biterken Asayiş Şube, çoktan Bağlıca Köyü’ndeki o 1+1 eve giden Tolgahan Demirbaş’ın peşine düşmüştü. Bağlıca’da olduğu tespit edilmişti ama niyeyse gözaltına alınması için “sabah ola” hayrola denmişti.

Asayiş Şube, ertesi gün o evin kapısını çaldı:

-Kim o? (İçerden seslenen Olcay Kılavuz’du ve elbette gelenlerin kim olduğunu tahmin ediyordu)

- Polis, aç kapıyı.

- Burası bir vekilin konutu arama yapamazsınız.

Ekiptekiler birbirine baktı ama emir, “Tolgahan’ı alın gelin!”di ve kesindi.

-Sayın vekilim sizi değil evde bulunan Tolgahan Demirbaş isimli şahsı almaya geldik.

- Size söylüyorum, burası bir vekilin evi, arama yapamazsınız, gidin sahibiniz gelsin.

Ekiptekiler tekrar birbirine baktı. Çaresiz üstler, müdürler aranacaktı. Eller telefonlara, telsizlere gitti. Emir bu kez daha keksindi: Tolgahan Demirbaş’ı alıp getirin!

Dışarıda bu trafik sürerken içerde de muhtemel bir telefon trafiği yürüyordu. İçerdekiler, daha üstleri arıyordu. Garanti alınmış olmalıydı ki ekiptekiler üstlerinden aldıkları ikinci keskin emir üzerine tekrar kapıya dayandıklarında içerden karşı koyan yoktu. Tolgahan, ekip otosuna alınıyordu ve hatta içerdeki olası telefon görüşmelerinden aldığı güçle de polisleri tersliyor, terslemenin ötesine gidiyordu.

Adil Öksüz’den bilinen yöntem: Boş dosya

Şahıs alınmıştı ve ekip otosu İskitler’e doğru yola çıkmıştı. Polis ekibindekiler, şahsı şubeye teslim edip istirahata çekileceklerini düşünürlerken ellerine içinde sadece bir iki sayfa olan mavi kaplı dosya tutuşturuldu. Bu kez emir, şahsın Adliye’ye sevkiydi. Şahıs savcının kapısının önünde beklerken önce o mavi kaplı dosya savcıya götürüldü. Savcı önce dosyaya, sonra dosyayı getiren emniyet görevlisine baktı. Dosyada, “adı, soyadı, TC kimlik numarası ve bir de gözaltına alındığı yer, eteğindeki taşı dökmeden öylesine verdiği ifade” gibi temel bilgilerin dışında bir bilgi yoktu. Dosya boştu. Türkiye dejavu yaşıyordu. Bu an sanki 18 Temmuz 2016’da Sincan’daki Batı Adliyesi’nde yaşanmıştı. Şimdi savcının kapısının önünde bekleyen Tolgahan Demirbaş’tı, o zaman bekleyen Adil Öksüz’dü. Dejavu hali bir türlü bitmek bilmiyordu. O zaman Adil Öksüz’ü boş dosyayla savcının karşısına çıkaran da Ankara Emniyet Müdürlüğü’ydü. O zaman Akıncı Üssü’nün yakınından geçen kuştan hesap sorulurken Adil Öksüz bir kuş kadar özgür kalmışsa şimdi de Tolgahan özgürdü.

Tolgahan özgür, devlet sessizdi. Ülkenin, her olaydan daha dakikalar sonra failleri açıklamakta maharetli İçişleri Bakanı günler sonra şu belli belirsiz açıklamayı yapacaktı. Açıklamasının faillere ilişkin bölümünde takılacak ama iş sosyal medyayı suçlamaya gelince akıcı bir dil kullanacaktı:

Suriyeli ve Afganlara yüklenmek istenen cinayet

Bağlıca – İskitler hattında bütün bunlar olup biterken Ankara ve İstanbul’da da hareketli saatler yaşanıyordu. İstanbul polisi motosikleti kullanan Vedat Balkaya’nın peşine düşmüştü ama Ankara’daki arama noktalarında bir gariplik vardı.

Ankara polisi, Suriyeli ve Afganların yoğun yaşadığı Altındağ ilçesindeydi. Suriyeli bir grup çeteleşmiş ve hem Ankara’da hem Adana’da “515 çetesi” olarak nam salmıştı. İşte bu çetenin bir üyesi Sinan Ateş cinayeti nedeniyle gözaltına alınmıştı. Sonra ne bu Suriyeli’nin neden gözaltına alındığı ortaya çıktı ne de neden salıverildiği. Havada, “hedef şaşırtma” kokusu vardı.

İstanbul’da, Gülsuyu’nda yaşananlarsa bambaşkaydı. Sinan Ateş, daha o günlerde Ankara’da tedirgin gezerken devletin 5 yıldır aradığı Dodo, özel harekat polisleriyle Ankara planları yapıyordu. Adı Doğukan Çep’ti, “Dodo” lakabıyla bilinirdi.

“Düğünümüz var” diyerek tetikçileri Ankara’ya getirecek aracı ayarlıyor bir taraftan da önceki cinayetinden dolayı araması nedeniyle saklanıyordu. O’nun ayarladığı tronsporter araçta iki özel harekat polisi vardı. İsimleri Murat Can Çolak ve Aşkın Mert Gelenbey’di. Araç çakarlı mıydı değil miydi bilinmez ama aracı bu iki polisten birinin kullandığı biliniyordu. Polis, katil taşıyordu.

O’nu kim koruyor, kim kullanıyordu, kim bu iş için bulmuştu, yoksa zaten bu işler için hep “el altında” mıydı burası belki filmin sonunda netleşecekti ama Dodo’yu kullandığı söylenen bir isim açıktan açığa konuşuluyordu: Ufuk Köktürt.

Cinayetten bir gün önce değişen parti yönetimi

Ufuk Köktürk ismini elbette o camia iyi biliyordu. Ne de olsa MHP’nin İstanbul İl yöneticisiydi. Ama sonra öyle bir şey oldu ki MHP, Sinan Ateş cinayetinden bir gün sonra İstanbul İl yönetimini değiştiriverdi. Devlet Bahçeli’nin önüne, imzalaması için bir evrak konuldu. Evrak konulduğunda cinayet işlenmişti ama evrakın tarihi cinayetten bir gün öncesini, 29 Aralık tarihini gösteriyordu. Bu yeni İstanbul il yönetiminin listesiydi. Ufuk Köktürk artık o listede yoktu. Yani anladığınız üzere, Bahçeli İstanbul İl teşkilatını sanki cinayetten bir gün önce zaten değiştirmiş ve Köktürk’ü liste dışı bırakmış görünüyordu.

Köktürk, bu işleri iyi bilen biriydi. 2013 yılında bir öğrenciyi bıçaklayarak öldürmekten 20 yıla mahkum olmuş ama Yargıtay, cezasını “Suçtan, Aile Bakanlığı haberdar edilmemiş ki” deyip bozuvermişti. Zaten, davasının son aşamasında tahliye olan Köktürk, 2014’ten beri de serbestti. Mahallenin çocuklarını iyi tanır, bilirdi. Hatta o kadar ki Sinan Ateş’in katili iki özel harekat polisinin korumasıyla Ankara’ya gönderilirken onlara hatırı sayılır bir para da göndermişti ve bunun için eşinin hesap numarasını kullanmıştı.

Dodo ile ismi birlikte anılan bir başka isim daha vardı: Serdar Öktem. Serdar Öktem aslında ta başından beri alttan alta ismi bilinen ama bir türlü dillendirilmeyen, illa ki kendisinden bahsedilecekse “S.Ö.” olarak bahsedilen avukattı. Hem Ufuk Köktürk’ün hem de Dodo’nun cinayet davalarının avukatıydı ve başından beri Sinan Ateş cinayetinde anıldı. Ama ne hikmetse gözaltına alınıp sorgulanması, Ankara’daki derin cinayetin üzerinden 25 gün geçtikten sonra mümkün olabilecekti. Ankara Emniyeti’ndeki nezaret arkadaşları, cinayette 3. kez gözaltına alınan Tolgahan ve MHP Genel Başkan Yardımcısı’nın özel kalem müdürü Emre Yüksel’di. Aslında Emre de daha önce bir kez savcılığa çıkmıştı ama bir el onu oradan çekip almıştı. Her nasıl olduysa cinayetten 25 gün sonra tutuklanabilmişti.

Savcıların “iş cetvelleri”nde ince ayarlar

Sıhhiye’deki andezit taşı kaplı Adliye binasındaki tek gariplik bu “salıvermeler ve sonra yine tutuklamalar” değildi. Savcının önüne konulan boş dosyalar değildi. Savcılar değişiyor, savcılar izne çıkarılıyor, izinleri uzatılıyordu. Adliyenin iş bölümü cetvellerinde, milim milim ince ayarlar yapılıyordu. O iş cetvelleri, “zaten her yıl yenilenir” havasında değişiyor, yeni başsavcı vekilleri görevlendiriliyordu. Emniyette sürgünler oluyordu, Bağlıca’daki o 1+1 eve gidip Tolgahan’ı alan ekipteki polislerden bazıları ücra mahallelere karakollara veriliyordu.

Cenazedeki AKP’liler oraya nasıl gitti?

Bu yönetmen için de zor bir filmdi. Yönetmen ekrana, “20 gün önce” yazıp bu kez kamerayı Bursa’ya Ulu Cami’nin bahçesine çeviriyordu. Mahşeri bir kalabalık. Bu kalabalığa uzaktan bakanlar “Zeki Müren’den sonra ilk kez bu kadar kalabalık görüldü” diye düşünüyorlardı.

Kalabalık içindeki bir grup sonra birden sloganlar atmaya başladı: “Bozkurtlar burada, çakallar nerede?”. Bunlar hiç hayra alamet değildi.

Cami avlusundaki kalabalığın içinde yüzleri belli belirsiz isimler vardı. Bu simaların yakalarında AKP rozetleri görünüyordu. İl Başkanıydı, Milletvekiliydi. O gün o cenazeye gitmek kolay değildi, Ankara’dan, yüksek tepelerden sufle gelmezse o cenazeye giden, seçimlerde kendine yer bulamazdı, belli ki o sufle gelmişti: Gidin.

MİT Raporu’nda kimler vardı ve bu rapor neden zor bir rapordu?

Sonra yönetmen birden tekrar “günler sonra” deyip Ankara’ya döndü. Bağlıca Köyü’ne. Ama bu kez gösterilen bina, Tolgahan’ın bulunduğu o 1+1 ev değildi. Kaleydi. Burası Milli İstihbarat Teşkilatı’ydı. Işıkları yanıyordu. İçerde hareketlilik vardı. Bilgiler toplanıyor, ajanlarla konuşuluyor, Başkanlıklar’da toplantılar yapılıyordu. Telaşın nedeni rapor hazırlamaktı. Bu cinayet raporlaştırılıp “Beyefendi”ye sunulmalıydı. Hoş, onlardan böyle bir rapor isteyen de yoktu ama devlet geleneğiydi, böyle önemli olaylardan sonra tepedekiler bilgilendirilir, devletin hafızasına en azından not düşülürdü. Telaşın nedeni aslında olayın oluş şekli değildi. Rapor nereden başlayacaktı? Adı geçen isimlerle bağlantı nasıl kurulacaktı. Kolay değildi, isimler arasında kırmızı plakalar vardı. Ortada, cinayet öncesinde görüşme fotoğrafları vardı. Bunlar ne olacaktı?

Raporun ilk satırları Mersin’den, 17 Mart 2022’den başlıyordu. Sinan Ateş’in sıkça gidip geldiği Mersin’den, Adana’dan, orada 17 Mart’ta işlenen bir cinayetten söz ediliyordu. Ülkücüler için önemli olan Kadirli İlçesi’nin Ülkü Ocakları Başkanı Emrullah Kaplan’ın öldürülmesinden başlıyordu. O olaydan sonra edilen intikam yeminlerinden bahsediliyordu.

Raporun bu yönü de kolaydı belki ama isimler ne yapılacaktı? Es mi geçilecekti? Muhtemel ki Başkan’a soruldu ve muhtemel ki “Hayır, es geçmeyin, o isimleri de yazın” dendi. Bu isimleri “Beyefendi”ye sunulacak raporda yer vermek aslında kolay değildi. Bu kararlılık, belki de devletin tepe noktalarındaki bir çekişmeden cesaret alıyordu.

Ülkenin, Fırat’ın kenarında kaybolan Koyundan kendini sorumlu tuttuğunu iddia eden Cumhurbaşkanı’nın sessizliği de belki de bu çekişmeden dolayıydı. Çekişmenin bir tarafında belki de siyasi varlığını borçlu olduğu bir teşkilat bir tarafında da partisinin içinde özgül ağırlığı farklı kereler test edilmiş çevreler vardı.

Erdoğan’ın sessizliği Bursa mitinginde nasıl tepki gördü?

O ülkenin cumhurbaşkanın bu sessizliği Bursa’da karşısına çıkacaktı. Cumhurbaşkanı, Gemlik Büyük Kumla barajının su kapasitesinden, yapılan yeni adliye binalarından bahsederken ülkesinin insanlarının adalete susadığının farkında değildi.

MHP Genel Merkezi’nde sessiz ama hareketli günler

Bursa mitingindeki siyah pankartlardan sonra ekran birden karardı, yönetmen o kara ekranın üzerine şunları yazdırıyordu: Ceyhun Atıf Kansu Caddesi. Ekran açıldıkça o binanın silueti belirmeye başladı. Yuvarlak beyaz bir bina ve üç yarım hilal şeklindeki blokların tepesindeki “gök bahçe”nin altında derin bir sessizlik hakimdi. Hani karşısında kurulu olan pazaryerindeki pazarcılar da bağırmasa içerde sıklaşan nefeslerin sesi duyulacaktı.

10 günden fazla geçmişti ki Devlet Bahçeli kürsüye çıktı. Söyleyecekleri, 10 günlük suskunluk için “sustuğuna değmiş” dedirtecek cinsten olmalıydı. Sisleri dağıtmalıydı. Hem belki o konuşmasında “merhumun ailesine ve yakınlarına başsağlığı” gibi kelimeler geçerdi, belki de “Sinan” derdi ama olmadı. O daha çok Kılıçdaroğlu dedi, Özdağ dedi, sosyal medya dedi. Pirüpak arkadaşlarının cinayetin içine çekilmek istenmesinden söz etti, surda delik açtırmayacak, tek başına da kalsa davayı çiğnetmeyecekti.

“Menfur bir cinayetin içine tertemiz davamızı, pirüpak dava arkadaşlarımızı çekmek için kudurmuş gibi faaliyete geçen kansızlara eyvallah etmeyeceğiz, tamam demeyeceğiz…. Çakal olup bozkurta diş gösterenler münafıklığın her türlü yüzünü sahneye sürenler, densizin devesi gibi çan çan ötenler şunu özellikle unutmasınlar ki tek başıma da kalsam davayı çiğnetmeyeceğim. Tek bir ülküdaşımı ezdirmeyeceğim. Sonu ölüm de olsa surda gedik açtırmayacağım. Karın ağrısı çekenlere, bir cinayet üzerinden siyasi kurgu yapanlara tekrar haykırıyorum ki adayımız belli, kararımız nettir. Cumhurbaşkanı adayımız, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.”

Konu Sinan Ateş Cinayeti’ydi ama Devlet Bahçeli her nedense sözü Cumhur ittifakının adayına getirmişti. Elbette biraz sonra cinayete ilişkin söyleyecekleri vardı ama belli ki adaylık cümlelerini biraz sonra söyleyeceklerinin alt yazısı olarak söylüyordu. Belli ki Devlet Bahçeli bu podcastin sonunda da varacağımız noktayı görmüş, cinayetin asıl nedeninin seçimler olduğunu biliyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Aman bizi bırakma” diye sesleniyordu. Bakalım Bahçeli daha neler diyecekti?:

“Allah’ın dağına göre kar verdiğini biliyorum. Dağ başlarının da dumansız olmadığının bilincindeyim. 30 Aralık 2022 Cuma günü Ankara’nın Çukurambar semtinde hunhar bir suikast vuku buldu. Bu kanlı olay gerçekleşir gerçekleşmez perde arkasının aralanması, sislerin dağılması, önünün ve arkasının aydınlığa kavuşması amacıyla sabır ve sebatla beklemeye koyulduk. Adli ve idari soruşturma sürecinin teferruatla ve titizlikle yapılabilmesi maksadıyla her gelişmeyi yakından takibe başladık.”

Devlet Bahçeli bu sözlerinin ardından, ta 2016’dan beri işe yarayan söylemlerine başladı. Herkes derhal FETÖ’cü ilan edilmeliydi. Ne de olsa bu ülkede FETÖ’cüler geliyor denince herkes silahlarını kuşanır, mazlumun yanında yer alıverirdi. Hele bu sözlerin içinde “kalkışma” sözü geçerse söz daha etkili olurdu, mağdurun etrafındaki kenetlenme daha sağlam olurdu. O zaman işi FETÖ’ye bağlamak gerekirdi. Milliyetçi Hareket Partisi’ne düşürülmek istenen cinayet gölgesinin kalkmasında, belki o söylem yine işe yarardı. Bahçeli devam ediyordu:

“Zira ortada güpegündüz işlenmiş bir cinayet vardı. Dibi görünmeyen kuyudan su içmediğimiz, bilmediğimiz göre girmeyeceğimiz herkesin malumudur. Ancak kanlı saldırı gerçekleştikten hemen sonra adeta tek bir merkezden emir almışçasına Milliyetçi Hareket Partisi’ne organize ve örgütlü bir saldırı ivme alarak hız kazandı. Sürekli olarak da kamçılanıp körüklendi. Tüm FİTÖ’cüler partimize karşı algı operasyonları kanalıyla yeni bir kalkışma başlattılar. Cinayetin gölgesi birden bire Milliyetçi Hareket Partisi’ne düşürülmek istendi.”

Bahçeli, cinayetin gölgesinin partisine düşürülmek istendiğini söylüyordu ama düşen gölgenin ötesindeydi. Cinayet şüphelisi ismen de cismen de başında bulunduğu partinin Genel Merkezi’ndeydi. Bir diğer şüpheli, partisinin İstanbul il teşkilatının yönetimindeydi. Cinayetin bir diğer şüphelisini teslim emek istemeyen de partisinin Mersin milletvekiliydi. Ve bu şüphelilerin her biri hakkındaki iddia öyle “cinayetin kıyısında köşesinde duruyor” değildi. İddiaların tam da merkezindeydiler. Kimisi organizatör, kimisi azmettirici olarak geçiyordu. Ama Bahçeli için asıl önemli olan “iç hesaplaşma”ydı:

“Bir iç hesaplaşmanın devamlı surette iddia edilip gündemde tutuldu. Böyle zamanlar, duygusal taşkınlığın akli melekeleri kilitlediği kaotik ve kargaşa zamanlarıdır. Ve, dikkat, temkin, tedbir, sabır, uyanıklık şarttır. Üstelik bu sıkıntılarla karıştırılmış zamanlar, fitnenin sadağından çıkmış ok gibi sağa sola saplanmak için hedef aradığı alaca karanlık zamanlarıdır.”

Dedik ya Bahçeli için asıl önemli olan “iç hesaplaşma”ydı. Bahçeli’ye göre asıl bunlara karşı uyanık olmak gerekirdi.

Sessizliğini günler sonra bozan sadece Bahçeli değil, O’nun pirüpak arkadaşlarıydı. Bu isimlerin başında elbette Semih Yalçın geliyordu. Ne de olsa ortada çekilen fotoğraflar, vakti zamanında ortak mesai yapılan şüpheliler vardı.

Yalçın’a göre, haklarında üretilen ahlak dışı iftiralarla nefret suçu işleniyor, insan onuru zedeleniyordu, öfke yüklü algı operasyonları yürütülüyordu. Bunlar söylenir, duyulurdu da şu sözler Sinan Ateş’in eşi, Ayşe Ateş’i hiç olmadığı kadar öfkelendirmişti:

“Zan altında bıraktıkları masum ve suçsuz insanların ailelerini ve çocuklarının duygularını bile göz ardı etmektedirler.”

Ayşe Ateş bu satırları okuduktan sonra klavyenin başına geçti ve yazmaya başladı:

"Şehit eşim Sinan Ateş'in tertemiz adını ağzına almadığı için memnun olduğum bir siyasetçi, dün yaptığı açıklama ile sabrımızın sınırlarını zorlamaktadır… Bütün çocuklar elbette ki masumdur ancak bu beyefendi iki yetim evladın hayatları boyunca yaşayacakları travmayı görmezden gelip suçsuz oldukları sabit görüldüğü takdirde serbest kalacak olan isimlerin çocuklarını mı düşünmektedir? Kör değiliz, sağır değiliz, dilsiz değiliz. Duam ve beklentim odur ki şehidimizin kırkı çıkmadan gerçekler ortaya çıksın. Tüm gerçekler belgeleriyle ortaya çıktığında bugünlerde yapılan bu ve benzeri açıklamaların mahiyeti daha iyi anlaşılacaktır."

Yoksa Ayşe Ateş “şehidimizin kırkı çıkmadan” diyerek bir bakıma süre mi veriyordu?

Yarım kalan filmin devamı için iki fantastik senaryo

Filmi çeken yönetmen için de artık beklemek gerekiyordu. Bundan sonra iş senariste düşüyordu. Ve belki de yönetmen 14 Mayıs’tan sonra yine setteki yerini alır ve filmin devamını Ceyhun Atıf Kansu Caddesi’ndeki o üç hilali binadan devam ederdi.

Konularını, “gerçek hayat hikayeleri”nden alan senarist iki ihtimal üzerine senaryosunu yazmaya başladı. Fantastik bir senaryoydu bu:

Tarih 15 Mayıs 2023… Belediye çöpçüsü üç hilalli bina önündeki seçim afişlerinden geri kalanları süpürürken bina içinde hiç olmadığı kadar derin bir sessizlik vardı. Bu bir mağlubiyet sessizliğiydi. Seçimler sonuçlanmış, ülkenin Cumhurbaşkanı değişmişti.

Dedik ya senaryo fantastik diye Sinan Ateş’in aslında vurulması da Ulu Cami’deki cenaze de hepsi de bir hayalmiş. Sinan Ateş’in arabası üç hilalli binanın önünde durdu. Selman Bozkurt hızla koşarak aracın sağ tarafına dolaşıp kapıyı açtı. Sinan Ateş önce arabanın kapısından, bozkurt işareti yapmış elini kaldırdı ve sonra yavaş yavaş otomobilden indi. MHP Genel Merkezi binasının içine yöneldi. Şimdi ne olacaktı? Film bu ya, Sinan Ateş Bahçeli’nin makam odasına doğru yöneldi, girişteki görevli kapıyı hafif aralayıp bir Bahçeli’ye bir Sinan Ateş’e baktı. Şaşkındı, O da herkes gibi Sinan Ateş’in öldüğünü biliyordu ama bu da neydi? Sinan Ateş sessizce Bahçeli’nin koltuğuna oturdu.

Kapıdaki görevliye seslendi: Semih bey bana gelsin…

Senarist, ikinci olasılığa göre senaryosunu yazmaya koyuldu:

Tarih yine 15 Mayıs 2023’tü… Seçimler sonuçlanmış, ülkenin Cumhurbaşkanı “balkon konuşması”nı yapıp dinlenmeye çekilmişti. Senaryonun bu haline göre Sinan Ateş’in ölümü, yaşananlar kadar gerçekti. Ulu Cami’deki cenaze töreninde toplanan kalabalık ellerinde oy pusulalarını sallıyordu ama hiçbirinin elindeki pusulada mühürlü olan daire MHP hanesi değildi. Ülkenin Cumhurbaşkanı’na seçim sonuçlarına ilişkin rapor sunuldu: Raporda şunlar yazıyordu: MHP’li seçmenin seçilmenizde bir etkisinin olmadığı tespit edilmiştir.

Devlet Bahçeli ertesi gün özel kalem müdürüne, “Külliye’den randevu alalım” diye talimat verdi ama birazdan özel kalem müdürü mahcup bir ifadeyle Bahçeli’nin karşına çıkıyordu:

Efendim, Beyefendi müsait değillermiş…

Ve film burada bitiyordu.

Ve “Nasıl Oldu”nun cevabı belki de bu son sahnedeydi.

Özel Haber