Umudun yitişinin alameti: Genç intiharları

Umudun yitişinin alameti: Genç intiharları
Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cem Özatalay "Nasıl ki kadın intiharları bir toplumda özgürlüklerin yitmekte olduğunun habercisiyse gençlik intiharları da toplumda umudun yitmekte olduğunun habercisi, alametidir" ifadesini kullanıyor. Özatalay, gençler kadar genç olmayanların da bir arada durarak toplumsal krize karşı elini taşın altına koyması gerektiğini belirtiyor.

AZMİ KARAVELİ

Türkiye dünyanın nüfusu en genç ülkeleri arasında yer alıyor. İktidarın her zaman övgüyle bahsettiği 205 üniversitede 8 milyon öğrenci okuyor ve yapılan araştırmalar, önemli bir bölümünün işsiz kalma ve gelecek kaygısı taşıdığını gösteriyor. İmkânı olanların yurtdışına gitmeyi başarması nadiren gerçekleşebiliyor, zira bunun için ya kaçak yollara başvurmanız ya da sınıfsal olarak en üst mertebede olmanız gerekiyor. Tüm bu gerçeklerden daha ağırı ise, geçtiğimiz cuma günü Kısa Dalga’nın gündeme getirdiği, Türkiye’de özellikle gençlerin intihar oranlarındaki artışın her geçen gün daha vahim noktalara gelmesi…

Hemen her gün bir gencin intihar haberi, çoğu zaman da etik kurallar hiçe sayılarak çeşitli haber mecralarında en ince ayrıntısına kadar paylaşılıyor. Haberimizde de belirttiğimiz gibi CHP, HDP konuyla ilgili soru ve araştırma önergeleri veriyorlar, yanıt dahi alamıyorlar. Ancak hemen her şeyin gündelik reel siyaset tartışmalarına ya da ekonomik krizlere indirgendiği bir ortamda, bu sorunların yarattığı hayati ve sonrasında telafisi mümkün olmayan meseleler arada kaynıyor.

“Türkiye’de genç intihar vakaları artıyor: 'Üstü örtülmesin, tüm etkenler araştırılsın'” başlıklı haberimizin altına gelen bir yorum aslında gençlerin geleceği konusundaki genel yaklaşımı özetler nitelikteydi: “Siz de yani, bu mudur? Memleketin birinci önceliği…”

Konu elbette çok katmanlı, birçok alanı kapsıyor, bu nedenle de atılması gereken adımların multidisipliner biçimde ele alınması gerekiyor. Biz de Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cem Özatalay ile intihar olgusunun daha çok sosyolojik ve toplumsal boyutlarını konuştuk.

Ancak intihar ve gençlerin intihar vakalarının artması üzerine derinlemesine analizlere geçmeden önce, Türkiye’de gençlerle ilgili bazı verileri paylaşmakta yarar var. Özellikle son dönemlerde hemen her platformda gençlerin hayallerinin olmadıkları ve gelecek kaygısı taşıdıkları ya da mutsuz oldukları gibi konular ele alınır. Yapılan araştırmalar da bu yorumları destekler nitelikte.

22 Mayıs tarihinde Politik Yol’da Prof Dr. Emre Erdoğan’ın “Türkiye’de gençler nereye, nerede” başlıklı yazısında pek güzel ifade ettiği gibi durum her yıl daha da vahimleşiyor:

“Elindeki kıymetli kaynağa hak ettiği eğitimi veremeyen, iş olanakları yaratamayan, maddi güvence veremeyen bir ülkeyle karşı karşıyayız. Buna gençlerin aldıkları eğitimden memnun olmadıklarını, özellikle de pandemi dönemindeki uzaktan eğitimin yoksul gençleri eğitimden daha da uzaklaştırdığını ekleyelim. (…) Resmi istatistiklere göre gençlerin yüzde 44’ü kendisinin mutlu olduğunu söylemiş. 18-29 yaş kentsel gençleri kapsayan başka bir araştırma da gençlerin arasında mutlu olanların oranının yüzde 50 olduğunu ortaya koyuyor, bu oran 2017 yılında yüzde 70 imiş. İşsiz gençlerin arasında mutlu olanların oranı yüzde 38’ken, çalışanlarda bu oran yüzde 55; doğal olarak çalışmak para, para da mutluluk getiriyor. Gelecekten umutlu olan gençlerin oranıysa yüzde 46. Aynı araştırma, 2017’den bu yana çalışan gençlerin oranında 10, öğrencilerin oranında 6 yüzdelik puanlık düşüş olduğunu gösteriyor; yani gençler çalışmayı ve öğrenciliği bırakıp işsizliğe ya da ev gençliğine geçiş yapıyorlar. Dört gençten üçü iş bulma konusunda umutsuz -işsizlerde bu oran yüzde 90- ve sonuçta da yüzde 43’ü -öğrencilerin ve işsizlerin yüzde 55’i- başka bir ülkeye yerleşmek istiyor.” (1)

Cuma günü Kısa Dalga’nın gündeme getirdiği intihar vakalarının artması meselesinin akademik arka planını detaylandırmak üzere Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cem Özatalay’la yaptığımız söyleşiye geçelim.

Son zamanlarda özellikle gençler arasında artan intihar vakaları dikkat çekiyor ve bu son derece hassas bir mesele. Cuma günkü haberimizi hazırlarken, intihar konusunun sosyal bilimciler arasında, başka konularla karşılaştırıldığında üzerinde daha az çalışılmış bir alan olduğunu gözlemledik. Oysa intihar, sosyolojinin önemli isimlerinden Émile Durkheim’ın en temel aldığı konulardan biriydi. Durkheim’in yıllarca üzerinde çalıştığı intihar olgusuna bakış açısını kısaca özetleyerek belki de her şeye en başından başlamak gerekiyor.

İntihar, sosyoloji tarihinde özel yere sahip olan bir konu olmasına karşın, Durkheim sonrasında üzerinde en fazla çalışılan konular arasında yer almıyor. Bunun temel nedeni intihar olgusunun toplumsal olmayan birçok nedeninin de olması. Yani genetik, psikolojik, nörolojik birçok bireysel yönü olan bir olgudan bahsediyoruz. Durkheim, biraz da sosyolojiyi özerk bir disiplin olarak kuruyor olmanın heyecanıyla, en fazla bireysel olarak görünen olguların bile aslında toplumsal etmenlerden izole olmadığını gösterme çabasındaydı. Bu bağlamda ünlü “İntihar” araştırmasını yapmıştı. Buna karşın aslında Durkheim'in intihar çalışması, bireysel intiharların nedenleri hakkında pek az şey söyler. Daha çok intihardan hareketle topluma dair kavramsal bir çerçeve sunmaya çalışır.

Durkheim için norm kavramı çok önemli. Normlara bakış açısı bağlamında intihar olgusu nerede duruyor?

İki değişkenden bahseder Durkheim. İlk değişken, insanların değer sistemlerinden hareketle oluşmuş toplumsal normlar ve kurallardır. Bunlar değişim dönemlerinde insanların davranışlarını düzenlemekte yetersiz kalabilirler. Tersine durağanlık dönemlerinde ise aşırı baskıcı haller kazanabilirler. Hep normali arayan bir sosyolog olan Durkheim, normların tabiri caizse ayarında olması gerektiğini ileri sürer.

Normların kifayetsizliği ya da aşırılığı hallerinde bir toplumsal kriz ortaya çıkar. Durkheim, intiharları bu kriz durumlarının kendisini dışa vurma emarelerinden biri olarak inceler. Araştırmasından çıkardığı temel sonuç şu olur: Toplumu bir arada tutması gerektiğini düşündüğü normların artık çoğunlukça benimsenmediği durumlarda intiharlar yaşanmaya başlar. Bunları anomik intiharlar olarak niteler Fransız sosyolog. Ancak anomi Durkheim’e göre aslında yazılı ve sözlü kurallar olan normlarda bir reforma ihtiyaç olduğunun da işaretidir. Değişimin ufukta görünmediği geleneksel toplumlarda ise bu kez normların ve kuralların ağırlığıyla intiharlar arasında bir ilişki tespit eder Durkheim. Bu tarz toplumlar, ataerkil (erkek egemen), heteronormatif (farklı cinsel yönelimleri baskılayan), gerontokratik (orta yaşlı/yaşlı egemenliğine dayalı) tahakküm ilişkilerine dayanan muhafazakâr toplumlar olduğu için buralarda çıkışsızlığa düşen kadınlar, gençler, LGBTİ+’lar intihara meylederler. Bunları da kaderci intiharlar olarak niteler Durkheim.

İkinci değişken ise insanların grup aidiyetlerinin düzeyine işaret eden “toplumsal bütünleşme” değişkenidir. Ancak bu ikinci değişken, 20. yüzyılda yürütülen birçok intihar araştırmasında doğrulanmadı. Bu nedenle üzerinde fazla durmayacağım. Sadece şunu söyleyebilirim. Bu değişkene göre, bekarların evlilerden, çocuksuzların çocuklulardan, göçmenlerin yerleşiklerden daha fazla intihar etmesi beklenir. Bu belki vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü 19. yüzyılda geçerliydi. Ancak 20. yüzyılda ve hatta 21. yüzyılda elde edilmiş istatistikler buna işaret etmiyor. Tersine evli, çocuklu insanlar içine düştükleri zor durumlarda “başarısızlık utancı”yla ya da “çıkışsızlık duygusu”yla intihara başvurabiliyorlar.

Bu ikincisine dair en tipik örnek günümüz Çin toplumu. Çin’de özellikle de kırsal bölgelerde, evli kadın intiharları çok fazla gözlemleniyor. Araştırmacılar bu intiharları kaderci intihar olarak nitelendiriyorlar. Diğer yandan birçok ülkede kentsel yerleşim alanlarında da evli ve çocuklu erkek intiharları sayısal olarak ciddi boyutlara ulaşabiliyor. Avrupa’nın en yüksek intihar oranları eski sosyalist ülkelerde görülüyor. Bu oranlar sosyalizm çökmeden önce de benzeri düzeylerde seyretmiş. Burada kişilerin grupsal aidiyetlerinin düzeyinden çok, sahip oldukları desteklerin (ya da maddi kaynakların) düzeyi ve bu desteklerin sonucunda bireyleşebilme, özerkleşebilme düzeyleri daha fazla belirleyici gibi duruyor. Bireyleşmeye, özerkleşmeye izin vermeyen toplum yapılarında intihar oranları yükseliyor.

Peki Durkheim bugün yaşasaydı, Türkiye toplumu üzerinden artan genç intiharlarını nasıl değerlendirirdi sizce?

Durkheim günümüzde yaşıyor olsaydı artış gösteren eğitimli ve kentli gençlik intiharlarının anomik bir yanının olduğunu muhtemelen düşünürdü. Öyle ki, neoliberal kapitalizmin bireyci, rekabetçi, başarı odaklı ve piyasa merkezli bir yaşam perspektifine dayandığını, buna göre düzenlenmiş bir okul ve çalışma hayatını şekillendirdiğini görüyoruz. Ancak eğitimli işsizlik oranlarının ulaştığı boyutlar da ortada. İş bulabilen eğitimli gençler de güvencesiz çalışma şartlarına tabi oluyorlar.

Bugün prekaryayı esas olarak genç eğitimli beyaz yakalılar oluşturuyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de siyasi iktidarın eğitimli meslek sahiplerine (hekimlere, avukatlara, mimarlara, eczacılara vb.) dönük itibarsızlaştırma söylemlerinin ardı arkası kesilmiyor. Yaklaşık 40 yıl önce başlayan, ancak 2000’lerden sonra inanılmaz hız kazanan neoliberalleşme sürecinin gençler nezdinde normlara dair bir güvensizliği, şüpheyi doğurması kaçınılmaz. Bence Durkheim bir yandan buna işaret ederdi.

Ancak diğer yandan, piyasa başarısızlığı ihtimalinin ya da realitesinin gençleri ailelerine ya da cemaatsel ilişkilere sığınmaya doğru ittiğini görüyoruz. Burada da karşılarına “mahalle baskısı” çıkıyor. Zira muhafazakarlaşmanın geçer akçe olduğu bir ortamda açığa çıkan ailevi veya cemaatsel baskıların, diğer yaş gruplarından çok daha fazla bireyleşme çabası içindeki gençler açısından ciddi bir sıkıntı yaratmaması düşünülemez. Durkheim bunu da vurgulardı.

Yani bir tarafta aşırı bireyci, rekabetçi ve istihdam olanaklarıyla birlikte başarı oranının giderek düştüğü, liyakatin bir mitten ibaret olduğu piyasalaşmış neoliberal toplum formu, diğer tarafta özellikle gençleri ve kadınları kısıtlayan ailelerin, cemaatlerin, mahallelerin sergilediği muhafazakâr baskıya dayanan bir toplum formu… Adeta iki tarafı da uçurum olan dar bir patika yolunda varlık mücadelesi veriyor gençler.

İntihar olgusunun toplumlar ve cinsiyet, yaş, sınıfsal özellikler açısından değişkenlikler gösterdiğini söyleyebilir miyiz?

Kuşkusuz söyleyebiliriz. İntihar olgusunun yaşanma biçimleri hem toplumlar arasında değişkenlik gösteriyor hem de sınıflar arasında. Hatta aynı toplumların tarihsel evrimi içinde de farklılık gösterdiğini söyleyebiliriz. Christian Baudelot ve Roger Establet, 2006'da yayınladıkları "Dünyamızın Görünmeyen Tarafı: İntihar" (Suicide, l'envers de notre monde) başlıklı kitaplarında, farklı ülkelerin yüzyıllık intihar istatistiklerinden hareketle, intiharın ilişkili olduğu birçok toplumsal kriteri belirginleştirmeye çalışırlar.

Bunlardan biri zenginliktir. 19. yüzyılın aksine, 20. yüzyılda zengin ülkelerde intihar oranları düşerken yoksul ülkelerde intihar oranları artar. Dahası intihar oranlarının düştüğü görece zengin ülkelerde boşanma oranları da, çocuksuz evliliklerin de sayısı artmıştır. Yani Durkheim’in araştırma sonuçlarından çıkardığı, bekarların evlilerden, çocuksuzların çocuklulardan daha fazla intihar ettiği varsayımı yanlışlanır.

Ancak 1970’lerden sonra istatistiklere yansıyan manzara bir anda değişir. Sosyoekonomik hiyerarşide aşağı doğru indikçe intihar oranlarının giderek daha fazla oranda arttığı görülür. Aslında bu tarihsel bir dönüşümle de alakalı. Neden 1970’lerden sonra? Çünkü bu tarihten sonra insanlara hem zora düştüklerinde yararlanabildikleri hem de bireyleşebilmek için ihtiyaç duydukları destekleri sunan sosyal devletler tasfiye edilmeye başlanır.

Baudelot ve Establet araştırmalarını 20. yüzyıl verilerine dayandırmışlardı. 21. yüzyılda durumun çok daha vahim hale geldiğini görüyoruz. Bu artışın küresel ekonomik durgunluğun yaşandığı 2010’lardan sonra iyice şiddetlendiğine tanıklık ediyoruz. Eşitsizliklerin ulaştığı düzeyi Thomas Piketty “21. Yüzyılda Kapital” kitabında gözler önüne sermişti. Giderek daha rekabetçi olan bir ortamda eşitsizliklerin artması, rekabetin kaybedenlerinin kazananlarından kat be kat fazla olmasını da beraberinde getirdi.

Dahası kaybedenlerin destek alabilecekleri bir sosyal devletleri de yok artık. İntiharların artışı da, popülist-faşist partilerin yükselişi de içinde bulunduğumuz toplumsal krizin semptomları… Yani toplumun tek tek intiharların nedenlerini aydınlatabileceğini düşünmüyorum. Ancak intiharlar ve intihar türleri toplumumuzun çarpıklıklarının, işlemeyen yönlerinin altını çiziyorlar. Tek tek bireysel ve ailevi trajedilere, onulmaz üzüntülere yol açan intiharların paradoksal biçimde geleceğe dönük tek iyi yanı olabilir: Hangi sınıftan, hangi kimlikten insanların, neden ve nasıl çıkışsızlığa düştüklerini anlayabiliriz. Bu bir çıkış yolu bulmamızı olanaklı kılar.

Tüm bu anlattığınız çerçeve içinde bugünün Türkiye’si nerede konumlanıyor?

Türkiye üzerine konuşacak olursa, öncelikle bizim ülkemizdeki intihar sayılarının ve intiharların toplam ölümler içindeki oranının halen dünyanın birçok ülkesinden düşük olduğunu söyleyebiliriz. Tabii son iki yıl hakkında elimizde hiç veri yok. Zira TÜİK Haziran 2021'de açıklaması gereken ölüm istatistiklerini açıklamadı. Bunun kuşkusuz pandemi rakamları üzerinden dönen tartışmalarla alakası vardı. Ve yine biliyoruz ki pandemi döneminde tüm dünyada intihar vakaları da yükselmişti. Elimizde olan en son rakamlara göre, Türkiye'de 2019'da intihar eden insanların sayısı 3.406 kişidir. 2000'li yıllarda yıllık intihar sayısı 2500'ler civarında seyrederken, 2010'lardan sonra bu rakamın 3000'leri geçtiğini gördük. 2016'dan sonra ilan edilen OHAL ve bağlantılı "sivil ölüm" cezalandırmalarının da bu artışta etkisinin olmaması düşünülemez. Zaten 2019'da 3500 sınırına dayanmıştık. Yaşanan iktisadi krizi de düşünecek olursak intihar sayılarının yıllık 3500'ü geçmiş olması, 4000’e dayanmış olması kuvvetle muhtemeldir. Biliyorsunuz pandemiyle bağlantılı müzisyen intiharları da kamuoyunun gündemine gelmiş, tartışılmıştı.

Üstelik bunlar resmi rakamlar, bir de kayıtlara intihar olarak geçmeyen vakalar da var değil mi?

İntihar olarak kaydedilmemiş çok sayıda ölüm vakası da söz konusu. Örneğin bir araçla giderken bilerek uçurumdan aşağıya uçan bir aracın şoförünün ölümü kayıtlara trafik kazası olarak geçiyor Türkiye'de. Çünkü eğer bir cinayet şüphesi yoksa ölümün nedenlerini araştırmak için kapsamlı bir çalışma yapılmıyor. Dolayısıyla gerçek rakamın her zaman bir miktar daha fazla olduğunu düşünebiliriz. Ancak buna karşın, Türkiye'deki intihar rakamları diğer ülkelerle kıyaslandığında göreli olarak düşük. Tüm dünyada intihar oranlarının, 1970’lerde başlayan yükselişinin 2000'lerden sonra bir sıçrama yaptığını görüyoruz. Örneğin Fransa'da 2014'te 8.885 civarı intihar vakası kayda geçmiş. Üstelik Fransa, ölümler içinde intihar oranının en yüksek olduğu Avrupa ülkesi de değil. İntihar oranları bakımından Litvanya, Letonya, Slovenya, Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkeleri Batı Avrupa'nın çok ilerisinde.

Bazı ülkelerde intihar oranlarının düşük olmasını sosyal dayanışma ya da aile gibi faktörlere bağlayabilir miyiz? Bu çerçevede konuyu sınıfsallık ya da sosyal mülkiyet gibi konular bağlamında nereye koyabiliriz?

Avrupa'da en düşük intihar oranları Akdeniz ülkelerinde görülüyor. Amerika kıtasında da Latin Amerika ülkelerinde. Bu iki kategorinin ortak özelliği aile kurumunun görece güçlü olması. Ancak bunu kültürel bir fark olarak değil sosyal refah rejimlerine atıfla ele almak gerekiyor. Sosyolog Robert Castel, insanın bir desteğe sahip olmaksızın bağımlılık ilişkilerinin boyunduruğundan kurtulamayacağına işaret eder. Modern kapitalist toplumlarda iki tür destek türü öne çıkar: Özel Mülkiyet ve Sosyal Mülkiyet...

Özel mülkiyet, niteliği gereği bireyseldir, eşitsiz biçimde dağılır ve ancak sahibine bağımsızlık sağlar. Burjuva sınıfı geleneksel toplumsal bağımlılık ilişkilerinden özel mülkiyet sayesinde kurtulmuştur. 20. yüzyıla girilirken ortaya çıkan sosyal mülkiyet ise bizim sosyal devlet olarak bildiğimiz yapının sağladığı desteklerdir: İstihdam olanakları, kira yardımı, ücretsiz sağlık, ücretsiz eğitim, emeklilik sistemi, sosyal sigorta sistemi vb. bunun içinde sayılabilir. İşte intihar oranlarının düşmesine de eşlik eden sosyal mülkiyet modeli tasfiye edildi neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte. Tekrar özel mülkiyete dönüldü. Bir de, belki de ABD’deki cemaatçilik akımından esinlendiği ileri sürülebilecek, “cemaat mülkiyeti” diyebileceğimiz bir modelle özel mülkiyetin dağılımındaki eşitsizlikler azaltılmaya çalışıldı. Özel mülkiyeti olmayanlar çareyi cemaat yapılarına sığınmakta, cemaat etrafında örülen sosyal dayanışmada buldu. “Cemaat mülkiyeti” modeli içinde aile kurumu da her zaman merkezi bir yere sahip oldu. Türkiye de 1980’lerden bu yana esasen aileyi merkezine alan bir sosyal politika modelini izliyordu. 1990’lardan bu yana da çoğunlukla muhafazakâr olan cemaatlerle bu modeli tahkim etme yoluna gitti.

Türkiye’nin izlediğini söylediği aileyi merkezine alan sosyal politika modelinin gençlik üzerindeki baskıcı etkilerini biraz daha açar mısınız?

Aileyi merkezine alan sosyal politikalar, yaşlı, engelli, çocuk bakımının bizzat aileler tarafından üstlenilmesi perspektifine dayanıyor. Bu çerçevede kreş açmak, gençlere kira desteği sunmak, yaşlılara nitelikli hizmet verecek bakım evleri açmak yerine -ki bunların çok daha maliyetli olduğu açık- devlet işin kolayına kaçıyor. Ailelere cüzi mali destekler sunarak sorumluluğu ailenin sırtına yıkıyor. Ancak çok açık ki bu bir yandan kadının iş yaşamının ve toplumsal yaşamın dışında ya da kıyısında kalmasına neden oluyor, genci de -tıpkı yaşlıyı olduğu gibi- ailesine bağımlı kılıyor. Aile odaklı muhafazakâr sosyal politikanın hâkim olduğu toplumlarda en fazla kadınların, gençlerin, yaşlıların intihar etmesi tesadüf değil.

Türkiye ve diğer Müslüman Akdeniz ülkelerinde dini sosyal dayanışma mekanizmalarının ne kadar geliştiğini de yakından gözlemleyebiliyoruz. Devletin dini vakıflar üzerinden sosyal yardımlaşma faaliyetlerini teşvik ettiğini biliyoruz. Ancak devletten bağımsız olarak da boşluğu gören tarikatlar, cemaatler sosyal alanda faaliyet yürütüyor. Bu birçok Ortadoğu ülkesinde başvurulan bir model olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de özellikle mütevazı koşullara sahip ailelerden gelen öğrencilerin cemaatlerin dershanelerine, yurtlarına, okullarına ve hatta üniversitelerine nasıl mecbur bırakıldıklarını Gülen Cemaati vakası üzerinden biliyoruz. Ancak Gülen Cemaati bu alanda faaliyet yürüten tek cemaat de değil. Okuyabilmek için bu cemaatlere girmek zorunda bırakılan gençler yakalarını kolaylıkla kurtaramıyorlar. Kendilerinden “borçları”nı ödemeleri bekleniyor. Büyük sıkıntılar yaşıyorlar. Son birkaç yıl içinde bu nedenlerle birçok gencin ya intihar ettiğini ya da intiharın sınırına geldiğine tanık olduk. Devlet de zaten sosyal görevlerini ailelerle birlikte bu cemaatlere devrettiği için olan bitene seyirci kalıyor. Bir anlamda gençler gibi devlet de kendisini bu cemaatlere “borçlu” hissediyor.

Peki bir insanın, yönelebileceği en uç nokta olan, onu intihara götürecek süreçleri tersine çevirecek ne gibi mekanizmalar söz konusu olabilir?

Nasıl ki kadın intiharları bir toplumda özgürlüklerin yitmekte olduğunun habercisiyse gençlik intiharları da toplumda umudun yitmekte olduğunun habercisi, alametidir. Tabii toplumun verili yapısına dair intihar vakalarında açığa çıkan umut yitimi illa, yaşamın kendisine dair bir inanç yitimi olmak zorunda değil. Toplumun kültürel hedeflerinin de kurumsal araçlarının da krizde olduğu durumlarda, Merton’ın ifadesiyle, "geri çekilme" kadar "isyan" tavrı da boy verir. Bu verili toplumsal ilişkilerin, tahakküm mekanizmalarının yerine daha özgürlükçü, daha eşitlikçi alternatiflerini yaratma çabasını içerir. İnsanlık varoluşunu zaten buna, yani varlığında ısrar çabasına borçludur. Bu noktada gençler kadar genç olmayanların da yan yana durarak toplumsal krizi sorgulaması ve krizi çözmek yönünde elini taşın altında koyması gerekiyor. Bu da her biri kendi başına bir dünya, bir değer olan, kaybettiğimiz gençlere karşı bizzat bizim borcumuz...

1- https://www.politikyol.com/turkiyede-gencler-nereye-nerede/

Gündem