Medyada taşlar yerinden mi oynuyor?: Sarphan Uzunoğlu yanıtladı
Kısa Dalga - Medya, Halk TV’de yaşanan Rasim Ozan Kütahyalı krizini konuşurken, uzun yıllardır bağımsız gazetecilik macerasını sürdürmeyi başaran Gazete Duvar’ın yayın hayatını sonlandırması ile karşı karşıya kaldı.
Medyanın bağımsızlığını yitirdiğinin konuşulduğu bugünlerde, İzmir Ekonomi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doktor Sarphan Uzunoğlu ile medyanın hali üzerine konuştuk.
Uzunoğlu, Türkiye medyasının fotoğrafını çekerken medya sahiplikleri, erk ve iktidarlar ile olan ilişkileri, Halk TV’nin yaşadıklarını ve Gazete Duvar’ın vedasını değerlendirdi.
Medyada taşların yerinden oynadığı yorumları yapılıyor. Katılıyor musunuz?
Türkiye'de zemin o kadar kaygan ve bozuk ki modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana taşlar hiçbir zaman yerine oturmadı. Türkiye’nin medya sistemi ölü doğan bir sistem. Çünkü Türkiye bir Akdeniz ülkesi ve politik paralel dediğimiz bir yapıya sahip.

Politik paralel nedir?
Her siyasi parti bir gazetesi olan, kâğıt üstünde o bağın kanıtlanabildiği ya da kanıtlanamadığı, ideolojilere paralel yayınlar yapan, aynı zamanda tamamen varlığını polarizasyon üzerine kurmuş, yani birinin birinden nefreti üzerine kurmuş, profesyonelleşmenin çok düşük olduğu, bir anda gazetecinin siyasetçi, siyasetçinin gazeteci olabildiği, benzer bir şekilde halkla ilişkilerle gazetecilik alanında çok geçişlilik olan bir medya sistemimiz var. Türkiye’de herkes çoğu gazetenin kime/neye çalıştığını bilir. Gazeteyi okuyanlar da gazetede çalışanlar da.
Özellikle 1980 darbesi sonrasında Türkiye'de gazetecilerin sahip olduğu gazetelerden, iş insanlarının sahip olduğu gazetelere geçiş süreciyle birlikte, zaten bu medya sisteminin ölü doğumu daha da korkunç bir hal aldı. 90'lı yılların sonunda Türkiye'nin yaşadığı finansal kriz, 28 Şubat ve sonrasındaki bazı politik krizlerle de birleşince aslında karşımızda bir medya çokeli vardı. Büyük medya patronlarının Türkiye'deki hem siyaseti yönlendirebildiği hem de ordu ve benzeri kurumlarla iş birlikleri etrafında siyasetinden bürokrasiye, sermayenin akışına kadar her şey üzerinde söz sahibi olabildiği ve hiçbir demokrasi için ideal olmayan bir durum ortaya çıkmıştı. Ardından Türkiye tarihinde ilk kez de bir siyasi parti bu kadar uzun, ardı ardına seçim kazanma şerefine nail oldu ve ilk kez aslında bu medya sistemini kökten değiştirme fırsatı buldu. O nedenle Türkiye'nin medya sistemi çok iyiydi de çok bozuldu söylemi tam anlamıyla yanılsama.
Yani durum zaten böyle miydi?
Türkiye'nin medya sistemi zaten ölü doğduğu için her zaman dış müdahalelere açıktı. Erk sahiplerinin brifleriyle, genel yayın yönetmenlerinin sürekli olarak güç kimdeyse onu ziyaret etmesiyle yön bulan bir sistemdi. Bu sistem aynı şekilde devam ediyor. Yerinden oynayan taşlarsa, 10 yılda bir, 5 yılda bir, depremle yerle bir olup sonra tekrar inşa edildiği sanılan bir coğrafyanın üstündeki yapıların taşları aslında. Sadece bazı tarihsel gelişmeler, şok doktrini etkisi yaratarak bu yerine oturmamış yapıların yıkılıp yıkılıp tekrar kurulmasına sebep oluyor. Asıl problemli olansa zeminin ta kendisi. Yani taşlar hiçbir zaman yerine oturmuyor. Hatta sistem tamamen taşların yerine oturmaması üzerine kurulu. Bu bir satranç tahtası çünkü.
Düzenli olarak var olan, kendi devamlılığını sürdürebilen, editoryal olarak kendi politikasına sadık, hafızası olan bir medya ortamımız olsaydı taşlar bu kadar kolay yerinden oynamaz zaten. Bu özelliklere sahip medya kuruluşu sayısı bir elin parmağını geçmiyor medya tarihimize bakınca da.
Ama bugün genel bir söylem olarak medyanın yüzde 95’inin iktidar tarafından kontrol edildiği söyleniyor…
Bence yüzdelikle açıklanan istatistiklerin yanıltıcı bir tarafı var, etki, ulaşılan kişi sayısı, toplam maddi değer vs. gibi birçok açıdan bakabiliriz buna. Bir de medyanın tamamını kimin kontrol ettiğinden ziyade, medyanın neden bu kadar kontrole açık olduğu asıl tartışma konusu. Yani iktidarlar, mikro iktidarlar, muhalefet içerisindeki muhalefetin iktidar odakları vs. derken medya zaten iktidarın her türüyle her zaman sorunlu bir ilişki içerisinde. Bugün işte Amerika'ya gittiğinizde Cumhuriyetçilerin de oradaki medyaya açtığı savaşın temelinde medyanın farklı iktidar odakları ilişkileri var değil mi? O nedenle Türkiye'de %90, %95 gibi oranları veren çalışmalar neye dayanıyor? Bu şirketlerin toplam değeri üzerinden mi yapılıyor? Sahip oldukları sermayeyi oluşturan kişi tarafından mı bakılıyor? Onun için ben bu ezbere çok karşıyım.
Sizin 30 tane gazeteniz olabilir, ama bu 30 gazete 300 bin satan ve aylık tıkı 25 milyon olan bir muhalif gazetenin etki alanına sahip değildir. O zaman nasıl biz %95 gibi bir orandan kolaylıkla bahsedeceğiz? Tabii ki herhangi bir iktidar türünün medya sahibiyetindeki veya medyanın üzerindeki etkisini hiçbir şekilde meşrulaştırmaz benim söylediğim. Ama Türkiye'de medya hikayesi bitmiş tamamıyla artık kurtarılamaz durumda bir şey değil. Bir sistem ölü doğduysa yeni bir sistemle onu tekrar doğurmak gerekir. Ama biz sistem, değil aktörler üzerinden konuştuğumuz için bu sıkıntıyı yaşıyoruz.
Birinin bir medyaya sahip olma sürecinde dair düzenleme var mı? Bu kontrolün üzerinde bir öz denetim aktörü ya da denetim aktörü var mı? RTÜK ne işe yarıyor? Bunları konuşmamız gerekiyor.
Ama toplumun genelinde bir avuç bağımsız medya, gerisi iktidar kontrolünde algısı oturmuş gibi. Bu biraz karikatürize bir şey. Türkiye'de herkes beğenmediği kişiye trol diyor değil mi? Biz aslında medyaya dair yorumlarımızı da şahıslar ve ideolojiler üzerinden yapıyoruz. Yani onlar şu gazeteyi okuyor, şu televizyonu izliyor, şu radyoyu dinliyor, şu diziyi izliyor. Biz insanları oralarla ilişkilendiriyoruz. Bu ilişkilendirme de senin dediğin gibi halkın meydanın yüz bilmem kaçı şunların elinde, bilmem kaçı bunların elinde, bu bunların televizyonu gibi…
Bizim toplum bunları anlayacak kadar okur yazar. Ki hangi partiye oy veriyorsanız o partiye yakın bir gazetenin, hangi değerlerin insanıysanız o değerlere yakın bir gazetenin varlığının herkes farkında. Ama çoğumuzun farkında olmadığı şey, kendimizin de aynı dilemmanın içerisinde olmamız ve kendi ideolojik yaklaşımımızı nihayet gerçeklik olarak görmemiz. Aslında herkes katile probleminin farkında, ama kimse kendi ürettiği ile ilgili bir şey söylemiyor. Çünkü orada bizim kanaatlerimiz derinleştirilmesi ya da kanaatlerin sertleştirilmesi için medyayı kullanıyoruz. Hiçbirimiz bilgi almak, ortaya yeni bir kanaat koymak, gerekirse eleştiri olarak kendi kanaatimizi değiştirmek için yaklaşmıyoruz. Sağ bir seçmen, milliyetçi-mukaddesatçı yaklaşımını güçlendirmek için kullanıyor okuduğu medyayı. Sol bir seçmem, emek özgürlük temelli görüşleri için kullanıyor.
Oysa medya bilgilendirmek ve bundan sonra da bilgi almış vatandaş gibi davranmamız için vardır. Türkiye medyası bu fonksiyonunu kaybettiği için ona hizmet ediyor, buna hizmet ediyor gibi görülen bir durum aldı. Ona buna hizmet eden şey, satın alınabilen bir servistir.
Oysa gazetecilik dediğiniz şey, satın alınamayan bir şeydir normal şartlarda. Satın alınabilen servise biz reklam diyoruz. Satın alınmayan ama bir tür ikna aracı olarak kullanılan mecralar halkla ilişkiler materyali oluyor. Türkiye'de gazetecilik sistemi bir reklamcılık yahut propaganda faaliyetinin halkası gibi görülüyor halk tarafından. Tabela gibi, siyasetçilerin tabelaları, kurumların tabelaları, bürokratların tabelaları. Biraz daha yumuşağında da aslında onların halka ilişkiler aparatına dönüştürülmüş durumda.
Zaten birçok insan da gazetelerde kendini bulamıyor. Ben bir araştırma yapmıştım bu konuda. Emekliler nerelerinde bu gazetelerin? Yaşlılar nerelerinde? Çocuklar nerelerinde? Yoklar. Birçok aşamada baktığınızda Türkiye'de gazetecilerin faaliyetlerinin günlük akışının içerisinde Türkiye'de sokağa indiğinizde gördüğünüz insanların önemli bir kısmı yok. Türkiye'de gazete dediğiniz şey sokağın izolasyonu. Televizyon da sokağın izolasyonu. Benim uzmanlık alanım diziler ya da filmler değil. Televizyona baktığınızda 2024 modelden aşağı bir araba görmeniz mümkün değil. Sokağa baktığınızda 20-30 yıllık arabalar kullanan insanlar veya 10 yıllık 20 yıllık arabalar kullananlar trafiğin çoğunluğunu oluşturuyor. Öte yandan baktığınızda hiçbir dizide siz trafikte kalan bir şey görmüyorsunuz. Özellikle Boğaz'a yakın yalılardan, deniz kenarından, günün uygun saatlerinde yapılan çekimlerde geçip giden insanlar görüyorsunuz. Yani gerçeklikle temsiller fark var ve bu fark gazetecilere yansıyor.
Yaşadığınız şehrin problemini yaşadığınız şehirdeki herhangi bir otoriteyle hiçbir şekilde ilişkilendirmeden anlatmaya çalıştığınız iş oldu gazetecilik; belediyeyle ilişkilendirmeyeceksin, valilikle ilişkilendirmeyeceksin vs. Ve gazetecilerin de bunu yapa yapa bütün kredibilitelerini yitirdiler. Onun için taşlar yerinden oynaması filan önemli değil, çünkü taşın bir ağırlığı yok, taş değil o. Bir kum tanesi bile değil.
Yani gazetecilere ‘işe yarar-yaramaz’ gözüyle mi bakılıyor?
Kullanışlılıkla ilişkilendiriliyor genellikle gazetecilerin durumu. Hatta bu Lenin'e atfedilen ama aslında Lenin'in kullanmadığı ‘kullanışlı aptal’ lafı vardır. Bazen bu gazeteciler için kullanılır. Belirli dönemlerde özellikle tarihsel dönüşüm aşamalarında gazeteciler, dönüşüm süreçlerini görünür kıldığında, buna görünür ya da görünmez düzeyde destek verdiğinde hemen bu kavram ortaya atılır. Benzer bir şekilde gazetecilere atfedilen rol de buna indirgendi ve artık ironik bir şekilde erk sahibi olan herhangi birinin gazeteciden beklentisi, gazetecilik görevinin dışına çıkıp tam anlamıyla hikayeyi onun tarifine göre anlatması.
Her şeyin içerisinde birden fazla özne vardır, ama Türkiye'de de bir merkezilik var. Bu merkezilik gazetecinin geldiği ideolojik spektruma göre değişiyor. Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndan ondan sonra Dışişleri Bakanlığı, Millî İstihbarat Teşkilatı gibi yerlere. Bunlar ana haber kaynakları. Başkanlık sisteminin gelmesiyle birlikte meclis önemli bir haber kaynağı olmaktan çok uzun süredir çıkmış oldu. Ama bir yandan da muhalefet partilerine baktığınızda parti genel merkezleri ve meclis koridorları, haber kaynakları, haberin alındığı, çekildiği noktalar haline geliyor. Ama haber kaynakları güce ve gazetecinin geldiği yere göre çeşitlilik göstermez. Türkiye'de haberlerin önemli bir kısmı eksik. Zaten eksik haber verdiği için gazetecilik fonksiyonu da eksik görülüyor. Eksik gazetecilik çıkıyor. Eksik gazetecilik de oradan oraya savrulur ve sürekli mahallenin dayak yiyen gariban çocuğu oluyor.
Biz her gün şu sıralarda yeni süreci, diplomayı, davaları, adayları konuşuyoruz. Bunu da genelde şahıslar üzerinden konuşuyoruz.
Birincisi şahıslar soruların merkezinde olduğu sürece en başında da söylediğim gibi hikâyeyi çözmek mümkün değil. Ekrem İmamoğlu’nu 15 yıl önce kaç kişi tanıyordu? Mesela o dönemde de aynı durum yok muydu? Medya sahiplerinin siyasi yaklaşımı, hangi ihaleyi almak istedikleri vesaire günün sonunda her şeyi belirlemiyor muydu? Hikâyenin nereye gideceğini belirlemiyor muydu? 2008 yılı ya da 2025 yılı arasında sadece bu isimlerin ve onların hangi partiyle ilişkili olduğunun değiştiğini görüyoruz.
Bu sistem ne zaman bu hale geldi? Medya ne zaman böyle alınıp satılabilir bir şey haline geldi ki biz siyasetçilerin artık hangisi bunları satın alabilir olsun, hangisi satın alamaz olsun, hangisi aldığında etiktir, hangisi aldığında etik değildir üzerinden tartışıyoruz. Türkiye'deki mevcut medya ağlarının tamamına baktığınızda ya da mülkiyet ağları vesaire üzerinden baktığınızda aldıkları ihaleler üzerinden baktığınızda siyasal erkle ilişkisini tartışmıyor. Ki şu an tek bir kişi ve o kişinin etrafında oluşan ağın yaptığı söylenen şeyi tartışıyoruz. Bu ağın -eğer oluştuysa- oluşabilmesinin nedeni, Türkiye'de medya yönelik sermaye denetimi uygulansa da nasıl uygulandığının belirsiz olmasıdır olsa olsa, Türkiye'de medya sahipliği kriterlerinin oldukça anlamsız olmasıdır, yapılan bunca kanunlara rağmen… Biz ölü doğan sistemi kokmasın, böcek yapmasın diye sürekli kireçliyoruz.
Gazetecilerin anı kitaplarını bir okuyun. Her siyasetçinin bir gazeteciyle özel bir ilişkisi vardır ve geçmişten bugüne o özel ilişkilerin ortaya konulduğu bir sürü hatırat var. O hatıratlara bile bakıldığında birçok insan için ‘sürpriz olan’ bu yeni konunun bir standart olduğunu görüyoruz. Bu standardı yok edebiliriz bu arada. Peki bu standardı kim yok edebilir? Birincisi gazetecilik örgütleri, Basın Konseyi vesaire gibi kurumlar bununla ilgili eğer güç sahibi olursa yok edebilir. Ama işte Türkiye'de gazetecilik örgütlerinin kuvveti belli. Kendilerini zar zor çeviren, birçoğu zaten projecilikte tembelliştirilmiş örgütlerden bahsediyoruz. Öte yandan baktığınızda siyaset kurumunun da uzun yıllardır değişime uğramamış olması tek elden yönetiliyor olması, kendi içindeki dinamik değişiklikleri rağmen denetim organlarının da aynı atıllıkta kalmasına sebep oluyor. Türkiye'de aslında herkes çok aktif, herkes çok çalışkan, ama kimse bir şeyi düzeltmek için uğraşmıyor. Herkes kendilerine verilen görevi sesini yükseltmeden yapmaya çalışıyor.
Var olanın içine dahil olmanın çabası mı?
Bugün şey düşünsenize Türkiye'deki gazetecilerin ekranda görünme koşulları ile ilgili bir standart çıktı. Cinsiyeti olabilir, uzmanlık alanı olabilir vs. Bu tarz şeylere bakılarak artık insanlar çıkacak denilebilir ve çeşitlilik hedeflenir.
Çıkabilecek kavgayı düşünebiliyor musunuz? Ulusal kanallarda tek işi malumatfuruşluk olmuş olan, gazeteci de olmayan ve kendilerine müvekkil elde eden, görünürlük elde eden, ileri aşamada siyasi kapital elde eden, bir anda kendilerini cumhurbaşkanı adayı ilan eden insanların yaşayacağı böyle bir öz denetim. Sadece konuk rejimiyle ilgili bile söylüyorum bunu. Böyle bir öz denetim ya da denetim durumu oluştuğunda oluşabilecek kaosu ve bu kişilerin buna karşı nasıl ses çıkarabileceğini düşünüyor musunuz? Bu kişiler sadece bir tek kendi şöhretleri için bunu yapıyorlar.
Sistem değişimi zordur. Cesaretli insanlar ister. Bir şeyleri gerçekten değiştirmek isteyen insanlar ister. Ama Türkiye'deki sistem siyasal iradenin kendini yenilemesi için kurulmuş bir sistem. Yani başından ölü doğmuş bir sistem. Kendisini öldürmeye bile razı olan sistemi değiştirmek mevcut sistem içerisinde gücü elde eden her kim olursa olsun onun için de bir intihar olur. Çünkü Türkiye'nin böyle bir özgürlük, demokrasi, eşit temsil veya eşit fırsat alanında siyaset yaptığı tarihinde bir an yok, böyle bir momentum yok.
Somut bir olayla ete kemiğe büründürmek namına Halk TV’deki ROK krizini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Rasim Ozan Kütahyalı bir malumatfuruştur. Her konuyla ilgili fikri olan bir kanaat yayıcıdır ve onun bir işlevi var. Yakın olduğu siyasal odaklar bağlamında bir işlevi var. Halk TV de öyle ya da böyle gazetecilik faaliyeti yürüten bir medya kuruluşu. Birincisi her şeyden önce medya kuruluşunun sahibi genel yayın yönetmeni midir? Yani Cafer Mahiroğlu bu kurumun yayın politikası üzerinde kurumun sahibi olduğu için bir güce sahip mi? İlk soru bu. İkincisi bu etik mi?
Üçüncüsü sahibin de yayın yönetmeninin aynı kişi olduğu bu durumda Cafer Mahiroğlu'nun bir kurumun yayın politikasını belirlemede yeterli olacak kadar gazetecilik formasyonu var mı? Ben bu soruların yanıtının aşağı yukarı hayır olduğunu tahmin ediyorum. Sonuçta kendisi gazetecilikten gelmiyor ve bildiğim kadarıyla bir iş insanı. O nedenle bir iş insanının iş insanı gibi davranıp bu süreci yönettiğini görüyorum ben. Gazetecilik sorumluluğu kapsamında baksaydınız, daha farklı bir hikâye olurdu. Ben Rasim Ozan Kütahyalı da olduğu gibi herkesle söyleşi yapabilir. Yeter ki doğru soruları sormaktan çekinmesinler. Yani Türkiye'de gazetecilikle ilgili en önemli sıkıntılardan biri bu. İnsanlar röportaj yaptıkları kişiyi ağırlıyorlar. Rasim Ozan Kütahyalı'yı ağırlamak var, Rasim Ozan Kütahyalı'yla röportaj yapmak var. Eğer Rasim Ozan Kütahyalı'yla röportaj yapılıyor olsaydı, onun sıkıştığı bir hard talk formatında zor soruların sorulduğu bir formatta bu iş yapılmış olsaydı… Röportajın dört beş noktasında onu söylemeyeyim, başka bir yerde ağzımdan kaçırdım falan filan gibi yerler var. İyi bir gazetecilik aslında bu boşlukların tamamında karşı tarafa yumruk atmak ile olur. Şimdi bu yumrukların hiçbiri atılmadığı için kanal da Halk TV olduğu için, Halk TV de belli bir ideolojik pazarlama yaptığı için belli bir partiye oy veren insanlar ya da o partiye oy verme ihtimali olan insanlar izliyor; o hikâye orada biraz kilitleniyor. O nedenle işte bu ambalajlı ürün uyumu.
Ben sana vegan diye bir ürün satıyorum, içinden kurutulmuş et çıkıyor gibi bir hikâye var. İnsanlar böyle bakıyor. Gelelim gazeteci tarafına, orası ayrı bir hikâye. Yani siyah listeler, beyaz listeler varsa buna karşı mücadele etmek de içerideki gazetecinin görevi. Patronuna karşı mücadele etmek de gazetecinin görevi. Bu sistemiyle tekrar yapmasını engellemek de gazetecinin görevlerinden biri. Buna karşı örgütlenmek de gazetecinin görevi. Gazeteciler öyle bir finansal darboğaza sokulmuş durumda ki mevcut sektör nedeniyle ve insanların önemli kısmı da geçmişte klasikleşmiş bağlamda ana akım medyada çalışıp ondan sonra çepere itilmiş insanlar. Ve az sayıda da çeperdeki medyalarda yükselmiş insan çalışıyor bu tarz yerlerde veya kariyerinin başındaki gazeteciler de böyle kurumlarda çalışıyor. Bu da bir prekarya durumu, bir güvencesizlik ortamı yaratıyor. Sözleşmelerin belirsiz olduğu, insanların kafalarına göre patronlar tarafından işten çıkarıldığı, birçok iş mahkemesinin de gazetecinin güvencesini sağlayamadığı bir ortamdan bahsediyoruz. Şimdi bu ortamda gazeteciler nasıl ses çıkarsın?
Gazetecinin sorumluluklarından biri de dünyanın her yerinde olduğu gibi editoryal bağımsızlığı için kendi mesleki ilkeleri etrafında savaşmak. Bunu yapabilmek ve bunun yapabilme şartlarını oluşturmak da bir stratejiden geçiyor. Ve fakat kara liste, beyaz liste olayı bir erk olayı. Muhalefet de kendi alanında iktidarlar aslında. Ulusaldan yerele erkle ilişkileri olan medyaların tamamında bunların böyle olacağını tahmin edebiliriz mevcut durum içerisinde. Bir de mikro iktidar alanları da vardır, yayın yönetmeniyle kavgalısındır seni asla çağırmaz. Türkiye'nin medya ortamını konuşurken profesyonelleşme ve polarizasyon konuşmak gerekiyor derken bunu bahsediyorum.
Profesyonelleşme eksikliği ve polarizasyon mesele. Polarizasyon her alanda var. Herhangi bir anlaşamama, Fenerbahçe-Galatasaray meselesi, siyasi meseleler, bunlar bile bir polarizasyonun Türkiye'de temel sebebi olabilir.
Mesela yeni başlayan sürece dair de bunları görüyoruz?
Türkiye tarihindeki en önemli dönüm noktalarından bir tanesini daha yaşıyoruz. Altının çizilmesi gereken bir şey var, muhalefet üzerinden kendini konumlamış bir medya, bir değerler medyası olamaz. Tıpkı iktidar üzerinden kendini konumlamış bir medyanın değerler medyası olmadığı gibi.
Değerleri olmayan, hafızası olmayan bir medyada yaşananlar nasıl anlatılır. Bir önceki genel seçimlerde meclise giren ve o dönem muhalefetin listelerinden meclise giren, röportaj yapılan ve omuzlar üstünde tutulan isimler siyasal yönelimlerini değiştirdiler ve aynı gazeteler onlarla çok öve öve yayınlar yapan gazeteler, şimdi yere yere yayınlar yapabiliyorlar. Bir gazetenin ağırlığı olursa, o zaman o gazetenin hafızası var demektir. Savrulma hafızası olmayan gazetelerin kaderi haline gelir. Bu kadar savrulan gazeteyi ise kimse sevmez, kimse istemez. Bizim medya unutkanlık içinde. Bir gazetenin kendi tarihini unutması, haberini yaptığı öznenin tarihini unutması, geçmişte kullandığı kavramların tarihini unutması, bir de kendisi dışındaki bazı konuları tamamen unutması… Yaşlıları unutması, kadınları unutması, çocukları unutması, emekliyi unutması, amatör sporcuyu unutması. Bu amnezi problemi, gazetecilerin de sonsuz bir itibarsızlık krizi yaşamasına neden oluyor. Bu itibarsızlık krizinde gazeteler, sosyal ve finansal kapital ihtiyaçlarını siyasal erklerle kurdukları ilişkiler üzerinden tesis ediyorlar. Bu itibarsızlık bir iktidarsızlıkla; yani güç sahipliği olamama ve tam tersinde güce yamanma ile birleştiğinde de ortaya kendisinin karikatürü olmuş bir gazeteci ve gazete figürü çıkıyor. Ondan sonra da patronların ayakları altında ezilen etik değerleri biz böyle konuşmak zorunda kalıyoruz.
Gelelim Duvar’ın kapanmasına. Bu konuya ne diyorsunuz?
Bir gazetenin mevcut şartlarda web sitesine bağlı bir şekilde hayatta kalması zaten neredeyse imkânsız. Ödeme duvarı olmayan, güçlü Youtube katıl gelirleri olmayan, direkt reklam alamayan dijital gazeteler, 2024’teki algoritma değişimlerinden sonra zaten ciddi bir sıkıntı içerisindeler. BİK kriterlerine uyumlanmak için insan kaynaklarını artıran tüm gazeteler şu an algoritmik değişimle birlikte büyük tehdit altındalar. Bu genel durum.
Duvar’a gelecek olursak. Profesyoneller tarafından profesyonelce yürütülen bir kurumdan bahsediyoruz. Duvar, editoryal anlamda başarılı bir gazeteydi. Belli ki editoryal başarılarını yeni algoritmik ve finansal sistem içerisinde gölgeleyecek, bağımsızlıklarını yaralayacak bir sürece girmek istemediler. Bence Gazete Duvar’ın kimliğini yitirmeden kapanma kararı vermesi kimliğini ve özgürlüğünü yitirmesine göre çok daha iyi bir durum.
Bundan bir yıl önce bir yazımda mealen şöyle demiştim. Böyle bir dönemde insan kaynaklarını (hele ki editoryal tarafı) büyütmek isteyen gazete patronları kafayı yemiş olmalılar. Şimdi el arttırıyorum. Böyle bir dönemde küçülmeyi göze almazsanız yok olmayı göze almış olursunuz.
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.