NE? NASIL? / BOĞAZİÇİ'NDEKİ DÜĞÜM NASIL ÇÖZÜLÜR?

NE? NASIL? / BOĞAZİÇİ'NDEKİ DÜĞÜM NASIL ÇÖZÜLÜR?
Rengin Arslan'ın hazırlayıp sunduğu Ne, Nasıl? programında bu hafta konu Boğaziçi Üniversitesi'ndeki kriz ve halet-i ruhiyemiz.

Rengin Arslan'ın hazırlayıp sunduğu Ne? Nasıl? serisinde bu hafta konu Boğaziçi Üniversitesi'ndeki kriz ve halet-i ruhiyemiz.
Boğaziçi'nde derslerine, Cumhurbaşkanı'nın atadığı rektör tarafından son verilen Can Candan hem nasıl bir Boğaziçi hayal ettiğini hem de Türkiye'nin en prestijli üniversitesindeki düğümün nasıl çözülebileceğini anlattı.
Psikiyatrist Agâh Aydın ise, tıp dergisi Lancet'te yayımlanan ve Türkiye'deki anksiyete ve depresyon oranlarındaki yükselişi gösteren araştırmayı yorumladı.


PODCASTİ DİNLEMEK İÇİN PLAY'E TIKLAYIN




Türkiye’nin ve dünyanın en prestijli üniversitelerinden biri olan Boğaziçi’nde öğrencilerin ve akademisyenlerin protestoları aylardır devam ediyor. Her seferinde öğrencilerin gözaltına alınmasıyla sonuçlanan eylemler üniversiteye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdogan tarafından Prof. Melih Bulu’nun atanmasıyla başlamıştı. Bulu görevden alındıktan ve yerine Prof. Naci İnci atandıktan sonra da devam etti. Böylece neredeyse bir yıl geçti ve atanan rektörlere karşı ortaya çıkan protestolar 300 günü geride bıraktı. 

Bu yılın Ocak ayında başlayan eylemlerde onlarca öğrenci gözaltına alındı. İkisi hala tutuklu. Biri kadrolu olmak üzere üniversitede ders veren akademisyenlerin bazıları artık okullarına giremiyor.    Teknoloji Bakanı Mustafa Varank dahil hükümet Boğaziçi üniversitesi bileşenlerinin “itiraz etme hakkını” bile yok sayabiliyor. 

Peki 45 haftadır bir direnişe sahne olan Boğaziçi Üniversitesi’nde düğüm nasıl çözülecek? 

Bu soruyu üniversitede Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümü Öğretim Görevlisi iken görevinden alınan ve artık kampüse girmesine dahi izin verilmeyen Can Candan ile konuşalım. 

SİNDİRME, CEZALANDIRMA

Rengin Arslan: Öncelikle şunu sorarak başlamak istiyorum. Protestolara katılan pek çok akademisyen var. Kadrolu bir öğretim görevlisi olarak neden sizin okuldan atıldınız ve neden siz artık kampüse giremiyorsunuz?

Can Candan: Boğaziçi üniversitesinden tam zamanlı olarak görevine son verilen tek kişi benim şu anda, bu kriz ve direniş sırasında. Daha önce yarı zamanlı olarak Film Çalışmaları Programı’nda ders veren Feyzi Erçin’in yaz okulunda vermesi planlanan ve bölümün ve fakültesinin onayladığı dersin açılması yine atanmış yönetim tarafından engellendi. Bu ilk müdahaleydi. Daha sonra Feyzi Erçin’in o alanda formel eğitimi olmaması gerekçe gösterilerek derslerinin verilmeyeceğine dair bir karar ulaştı. Tabii yarı zamanlı öğretim üyelerinin durumu daha farklı. Çünkü onlar sözleşmeli olarak çalışıyorlar. Benim durumumda ise ben 14 yıldır tam zamanlı ve kadrolu olarak çalışıyorum. 16 Temmuz’da görevime son verildi. 11 Ekim’de de o gün vereceğim açık dersi vermem engellendi ve daha sonra da 25 Ekim’de sinema kulübümüzün düzenlediği ve benim konuk olduğum bir etkinlik de iptal edildi. Neden ben hedefteyim?... Ben direnişi başından beri fotoğraflarla ve video kayıtlarla belgeleyen, basın Ocak ayından bu yana üniversitemize alınmadığı için bunu basın ile paylaşan ve basın ile istendiği zaman konuşan, derdimizi anlatmaya çalışan biriyim, biriydim ve hala öyleyim. Bu yüzden de hedefte olduğumu düşünüyorum. Bir nevi, direnen akademisyenlere bir mesaj verilmeye çalışıldı. Bakın, aranızdan tam kadrolu birini bile atarız, görevine son veririz, kendinize dikkat edin, mukayyet olun. Bir nevi sindirme ve cezalandırma operasyonu olarak görüyorum ben bunu. 

Rengin Arslan: Peki Boğaziçi’nde olanlar neden önemli? Bunun kamuyla illiyet bağı nedir örneğin? 

Can Candan: Biz tam tersini düşünüyoruz. Boğaziçi’nde olanlar tüm toplumu ilgilendiriyor. Neden? Çünkü herhangi bir toplumda üniversite dediğimiz kurumun yeri çok özel bir yer. Toplumun ilerlemesini sağlayan kurumların başında geliyor. Tüm vatandaşların dünya standartlarında kaliteli eğitime hakkı olduğunu düşünüyoruz. Başından beri de bunu böyle anlatmaya çalışıyoruz Boğaziçi bileşenleri, akademisyenleri olarak. Olup biten hepimizi ilgilendiriyor çünkü kurumsal özerklik dediğimiz, yani bir üniversitenin özerk olması, kendi kararlarını kendi alabilmesi, bir üniversitede akademisyenlerin özgürce çalışabilmesi ve demokratik işleyişler dediğimiz, bir üniversitenin özerk olması, şeffaf olması, hesap verebilir olması, tüm bunlar bir üniversitenin işlemesi için gerekli olan şeyler. Kayyum rektörler atanana kadar biz Boğaziçi’nde bunu elimizden geldiğince sağlamaya çalışıyorduk. Fakat bu şu anda işlemez durumda ve Boğaziçi şu anda yönetilemiyor. Bir üniversitenin, hele de Türkiye’nin öncü üniversitelerinden biri olarak bilinen ve öyle de olan Boğaziçi Üniversitesi’nin yönetilemiyor olması çok ciddi bir kamu zararı oluşturuyor. Boğaziçi Üniversitesi gibi bir üniversitenin 10 aydır yönetilemiyor olması çok büyük bir kamu zararı anlamına geliyor. Dolayısıyla da bütün Türkiye’yi ilgilendiriyor. Biz sadece Boğaziçi’ni “kurtarmak” derdinde değiliz. Bizim derdimiz Türkiye’deki tüm üniversitelerin en az Boğaziçi kadar, özerk, özgür ve demokratik kurumlar olması. O anlamda bunun toplumda da bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Nisan ayında yapılan bir kamuoyu yoklamasında yüzde 70’e yakın destek aldığımızı gördük. Bu da tabii bizi çok mutlu etti. Çünkü insanlar şunu görüyorlar, iyi üniversiteler herkese hizmet eder ve toplumun bireylerinin, vatandaşların eğitim hakları önemlidir. Herkes kendini, çoluğunu çocuğunu iyi bir üniversitede görmek istiyor. Bunu zaten biliyoruz. Neden insanlar bu kadar çabalar gösteriyor da, Boğaziçi’ni kazanmak için uğraşıyorlar? Çünkü Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’de kaliteli bir eğitim kurumu. Buna hasar vermek, bunu ortadan kaldırmak, bunu vasat hale getirmek toplumun kabul edebileceği bir şey değil. 

BU DÜĞÜM NASIL ÇÖZÜLÜR?

Rengin Arslan: Peki bu düğüm nasıl çözülür? İki şeyi sormak istiyorum. Bir üniversite hayal ettiğinizde, Boğaziçi Üniversitesi’ni hayal ettiğiniz zaman bu kriz nasıl aşılır? İkincisi, nasıl bir Boğaziçi hayal ediyorsunuz?

Can Candan: Bu krizin çözülebilmesi için bizlerin iradesi dışında atanan ve yaptığımız güven oylamasında da yüzde 95 oranında güvensizlik oyu alan Naci İnci’nin bu görevde olmaması gerekiyor. Zaten Naci İnci bu üniversiteyi yönetemiyor, zaten biz yaptığımız güven oylamasında da kendisine güvenmediğimizi ve üniversiteyi yönetecek kapasitede ve durumda olduğunu görmediğimizi söyledik. Bu 30 Temmuz’da açıkladığımız, çok yüksek katılımlı bir güven oyu yoklamasıydı.
Dolayısıyla Naci İnci ile devam edebilmemiz mümkün değil. Zaten itirazımız da buna yönelik. Yani atanmış bir rektör ile bizim seçmediğimiz bir rektör ile bizim birlikte çalışabilmemiz mümkün değil. İkincisi Naci İnci zaten Melih Bulu döneminde rektör yardımcısı olmayı kabul ederek o günden bugüne Boğaziçi’ne sayısız hasar ve zarar verdi. Böyle biriyle bizim çalışmamız mümkün değil. Dolayısıyla bu krizin çözümü çok basit. Rektörümüzü kendimizin seçmesi gerekiyor, birlikte çalışacağımız arkadaşımızı bu pozisyona getirmemiz ve görevlendirmemiz gerekiyor ve şu ana kadar yapılan hasarları telafi etmek için hep birlikte çalışmamız gerekiyor. Bunun çözümü için tabii yasanın değişmesi gerekiyor. Biz bu konuda da bir dava açtık. Anayasa’da üniversitelerin özerk olması gerektiğine dair bir madde var. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın üniversiteye rektör ataması Anayasa ile çelişen bir durum. Dolayısıyla çözüm için bu da gerekiyor. İkinci sorunuza gelince. Nasıl bir Boğaziçi hayal ediyorum? Boğaziçi’ni önceden olduğu gibi ama eskisinden de daha iyi bir yerde görmek istiyorum. Bu da gerçek anlamda özerk bir üniversite olması, gerçek anlamda akademik özgürlüklerin yaşandığı bir yer olmasını hayal ediyorum. Demokratik, şeffaf ve hesap veren bir kurum olması gerektiğini düşünüyorum. Bu direnişte öğrendiğimiz birlikte olma, birlikte çalışma halinin daha güçlenerek devam etmesini hayal ediyorum. Biz bu süreçte çok şey öğrendik. Direniş bize çok şey öğretti. Tekrar tekrar üniversite nasıl olmalıdır, bunu düşünmemiz için bir vesile oldu. Aynı zamanda OHAL döneminde atanan ilk kayyumdan sonra veremediğimiz tepkileri, organize edemediğimiz itirazımızı organize etmek için bir fırsat yarattı bu kriz bizim için. Dolayısıyla bu anlamda bir fırsat oldu, öğretici bir süreç oldu. Bu fırsatı da değerlendirerek daha iyi bir Boğaziçi yaratmak için çalışmamızı hayal ediyorum. Aynı zamanda Boğaziçi’nde hayal ettiğimizi, Türkiye’deki tüm üniversiteler için hayal ediyorum. Bu hem bizim akademisyenler olarak kendimize borcumuz hem de topluma borcumuz. 

Rengin Arslan: Bu bölümü bitirirken kısa bir hatırlatma yapmakta fayda var sanırım. Boğaziçi Üniversitesi Cumhurbaşkanı’nın neredeyse sınırsız bir yetki ile rektör atadığı ilk üniversite elbette değil. Candan’ın da söylediği gibi Boğaziçi’ne aslında Melih Bulu’dan önce de bir rektör atanmıştı. Bunun yanında 2016’daki darbe girişiminin ardından yayımlanan bir Kanun Hükmünde Kararname Cumhurbaşkanı’na rektör atama konusunda neredeyse sınırsız bir yetki vermişti. 

Bu yetki 29 Ekim’de yayınlanan KHK’da aynen şöyle tarif edildi. Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak görev yapan üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. 

Yani üniversiteye atanan rektörler arasında görünürde sadece iki kurumun sözü var. Biri YÖK diğeri ise Cumhurbaşkanlığı. YÖK üyelerinin ise 21’inden 14’ü cumhurbaşkanı tarafından atandığı için rektör atamasını Cumhurbaşkanı’nı tek başına söz sahibi.  Dünyanın önde gelen ülkelerinde ise böyle bir uygulama söz konusu bile değil. 

Programın Boğaziçi ile ilgili bölümü için Naci İnci’ye röportaj talebimi ilettim ancak, programın hazırlandığı güne kadar bir yanıt alamadım. Önceki rektör Melih Bulu ise mülakat vermek istemediğini söyledi. Elbette mikrofonumuz her ikisine açık. 

***

KENDİMİZİ NASIL DAHA İYİ HİSSEDERİZ?

Ne Nasıl’a şimdi geçen haftadan bakiye kalan bir konu ile devam edelim. Bir önceki programı dinleyenler hatırlayacaklar. Prestijli tıp dergisi Lancet’te yayınlanan bir araştırma Kovid-19 kaynaklı depresyon ve anksiyete vakalarının artışında Türkiye, Avrupa’da ilk sırada olduğunu söylüyor. 

Bu araştırmadan yola çıkarak benim sorum, kendimizi nasıl daha iyi hissederiz oldu. Bu soruyu Psikiyatrist Agâh Aydın’a sordum. Bence “evrene mesaj verin, gerçekleşsin” gurularının gittikçe daha popüler hale geldiği bu zamanlarda söylediklerine kulak vermek, ayağımızın yere basmasını da sağlayabilir.

Rengin Arslan: Sevgili Agah Aydın Ne? Nasıl? Programına hoş geldiniz. Geçen programda bahsettiğim araştırmaya göre Türkiye’deki anksiyete, majör depresyon oranların Avrupa’nın en yükseği. Özellikle sosyal medyada son zamanlarda çok görüyorum. Hatta daha dün karşıma çıktı. “Nasıl iyi olabiliyorsunuz?”, “Nasıl iyi kalıyorsunuz?” “Kendinizi iyi hissetmeyi nasıl başarabiliyorsunuz?” gibi biraz tersinden sorular soruluyor. Dün çokça etkileşim alan bir sosyal medya gönderisinin altına yazılan yanıtlara baktım. “Ruh sağlığımız yok ki!” yanıtı o kadar çok verilmiş ki. Ruh sağlığımızı biraz düşünmeye ve konuşmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Öncelikle siz bu durumu nasıl görüyorsunuz? Ve ayrıca bunun bir çözümü var mıdır? Biz kendimizi nasıl daha iyi hissederiz?  

Agah Aydın: Bir konuda soru yanlış olduğunda doğru cevabın verilmesi mümkün değil. Soru yanlışsa istediğiniz kadar uğraşın doğru cevap çıkmaz oradan. Lancet çok prestijli bir dergi, çok da kıymetli yayınlar çıkıyor. Ama bilim insanları bilgiyi üretir ama bu bilgi güç tarafından, dünyayı yönetenler tarafından canlarının istediği gibi eğip bükülür. Siz atom bombası gibi teknolojik bir icadı yaparsınız ama devletler, hükümetler götürüp onu Japonların üstüne atar. Sorunun yanlış olmasından kastım şu: Nasıl mutlu oluruz sorusu, zaten hilenin kendisi. 1990 yılında Dünya Sağlık Örgütü, 2020 yılında dünyada en yaygın görülen ikinci hastalık depresyon olacak diye açıklama yaptı. 2004 yılında da yine aynı örgüt, depresyonun en yaygın görülen üçüncü hastalık olduğunu açıklamıştı. O zaman 2030 yılında depresyonun dünyada en yaygın görülen hastalık olacağını söylemek çok zor olmasa gerek. Depresyon nasıl bir hastalık? İnsanın kederli, umutsuz, mutsuz, güçsüz, öngörülemeyen bir gelecek, yorgunluğa vurgu yapılan bir hastalık tarifi var. Peki depresyon tek başına biyolojik bir hastalık mı? Değil. Tek başına kişinin psikodinamik süreçleriyle, ruhsal yaşantısıyla, travmalarıyla, kişiliğiyle ilgili bir hastalık mı? Değil. Tek başına toplumsal mı, kültürel mi, ekonomik mi... Bunların hepsinin olduğu bir hastalıktan bahsediyoruz. Yani tek başına bireyin biyolojisiyle, ruhsal dinamikleriyle ilgili bir hastalıktan bahsetmiyoruz. Mevzuyu psikiyatrik değil; ekonomik, sosyolojik ve politik bir açıdan tartışmaya ihtiyaç var. Ama soru yanlış olunca dediğimde de bunu kast ediyorum. Dünyayı yönetenler bunu bireysel bir sorunmuş gibi algılamamızı sağlayıp, psikiyatristler ve psikologlar üzerinden bireysel bir çözüm üretilmesine yönlendiriliyorlar. Çünkü orada gizledikleri gerçekler var. 21. yüzyılın başında Ruh Sağlığı Federasyonu şöyle bir açıklama yapmıştı. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde ekonomik krizler, işsizlik, güvensizlik ve çalışma koşullarının ağırlaşmasına bağlı olarak depresyon çok hızlı artmaktadır. Depresyonun kişiye has, kişinin kendine has nedenlerini dışarıda bırakırsak ama toplumsal ya da kültürel veya sosyo ekonomik nedenleri düşündüğümüzde depresyonun en önemli iki nedeni yoksulluk ve şiddettir. Ruh Sağlığı Federasyonu’nun açıklamasına kulak verirsek, diyor ki gelişmekte olan ülkelerde yani ekonomik kriz yaşayan ülkelerde yani alım gücü kaybı olmuşsa, gelir düşüklüğü olmuşsa işsizlik ve yoksulluk olmuşsa orada depresyon artar. İntihar oranları artar. Mesela yapılan çalışmalar gösteriyor ki, işsizlik oranı yüzde 1 arttığında intihar oranı yüzde 0.71 artıyor. 

Rengin Arslan: Çizdiğiniz tablonun bütünü Türkiye gibi. Ekonomik zorluklar var, yoksulluk var, gittikçe derinleşiyor. Enflasyon resmi rakamların gösterdiğinin de üzerinde. İşsizlik var mı? Çok yüksek oranlarda. Gençlik umutsuz mu, umutsuz. Bunu her gün sokaklarda, haberlerde, sosyal medyada kendini ifade edenler aracılığıyla görebiliyoruz. O zaman bunların ortasında kendimizi hiç mutlu hissetme iyi olma şansımız yok mu?

Agah Aydın: Tam da bunu kast ediyorum. Sanki sosyo-ekonomik konularda hiçbir şey değiştiremeyecekmişiz gibi bir çaresizlik yaratılmış üzerimizde. Eğer bunlar varsa, biz iyileşemeyecek miyiz, mutlu olamayacak mıyız gibi bir soru geliyor akla. Daha dramatik olan bu. Oysa depresyonda değiştirilebilir iki neden var. Sosyo ekonomik nedenler. Yoksulluk ve şiddet değiştirilebilir. Elimizde olan tek şey bu. Bir insanın kişisel tarihini değiştiremeyiz. Ama bir insanın sosyo-ekonomik koşullarını değiştirebiliriz. Psikiyatrinin veya ruh sağlığı çalışanlarının kullandığı kabaca iki yöntem vardır. Biri tanımlayıcı psikiyatridir. Başını Amerikan Psikiyatri Derneği çeker. Bu şu demek, belirtilere bakar, o belirtilere göre size bir hastalık tanısı koyar. Umutsuzluk varsa, enerji azlığı varsa, depresif duygu durumu varsa diye gider. Bunlar gün boyu ve aralıksız sürüyorsa bu durum herhangi bir üzüntüden farklı olarak depresyondur. Evet böyle bir hastalık var. Ama kelimelere dikkat edin. Depresyon ne demek? Böyle bir duygu durumu yok ki Türkçede. “Kederliyim”, “O beni terk ettikten sonra canım çok yandı”, “işten atıldıktan sonra onurum kırıldı” denir. Enerji azlığı ne ya? Pil miyim ben ki enerji azlığım olsun. Dikkat ederseniz nesneleştiriyor ve bireye indirgiyor. Rastlantısal gibi görünüyor bu tanımlar ama böyle. Bir de nedene yönelik düşünmek vardır. Burada tartıştığımız konu açısından bu ayrım çok önemli. Yas bitmez. Her şeyi düzeltmeye çalışıyor neoliberal sistem. Pil miyiz biz enerjimizi dolduruyorsunuz? Ormanlar yanıyor, geyikler yanıyor, günlerce onların fotoğraflarını görüyor, videolarını seyrediyoruz ve üzülmeyeceğiz, donakalmayacağız, ağlamayacağız, elimiz ayağımız işten kesilmeyecek, böyle bir şey olabilir mi? Tabii ki öyle olacak. Türkiye’nin en çekici sahilleri yanmış, depremde arkadaşlarımızı, akrabalarımızı, yurttaşlarımızı kaybetmişiz, on binlerce kişi Covid 19’dan ölmüş ve biz kendimizi kederli hissediyoruz. E lütfen, tabii ki kederli hissedeceğiz. Ben kendimi niye iyi hissedeyim ya? İyi hissetmek için bir nedenim yok ki. Burada dikkat ederseniz düzeltmeye çalışıyorlar. Yas iyileşmez. Yas sanıldığının aksine bitmez. Yas ömür boyu sürer. İnsanın, insan oluşu kaybettiklerinin yasıdır. Biz kaybettiklerimizle kuruluyoruz. Bir ülke de öyle kuruluyor. Kaybettiklerimizin yasını tutmak, o yası bitirmek değil. Yerine geçenler ve yer değiştirenlerdir. Kaybettiklerimizin yerine koyacağımız yeni şeylerle mümkündür. Mesela ben çok yoksulum, arabam yok, elektrik faturasını ödeyemiyorum diyelim. Siz de bana, “herkesin arabası var, cebinden çıkar telefonu, kaç paralık telefon kullanıyorsun” dediğinizde ben yasımın yerine yenisini koyamam. Suçlu hissederim kendimi. İnsan acısının tanınmasını ister. Giderilmesini değil. Açlığa katlanabiliriz hep birlikte. Ama acılar tanınmıyor. Nasıl mutlu oluruz? Birbirimizin acısını tanıyarak. Yani illa gelişmek, ilerlemek zorunda değiliz. Yoksul da olabiliriz. Olabilir. Dünyada çok güçlü devletler var, bize az para veriyorlar. Hangi hükümet gelirse gelsin Amerikalılar vermeyecek F-35’leri. Aldılar parasını, biz haklıyız ama vermiyorlar işte. Ne yapacaksınız? Mahallenin kabadayısı. Hiçbir şey de yapamıyoruz. 

 

Rengin Arslan: Anladığım kadarıyla sizin öneriniz, insanların birbirlerinin duygusuna eşlik etmesi, birbirinin duygusunu tanıması ve dayanışma. 

Agah Aydın: Aynen öyle. İnsanı hayata göre ayarlamak yerine, bizim bu hızlı ilerleyen ve sürekli büyümek, kar etmek, yükselmek, yücelmek isteyen sisteme uydurdukları için bedenimiz buna direniyor. Çökkünlük, bitkinlik, halsizlik bir anlamda devrimci bir şeydir. Ben yarış atı mıyım ya? Ben senin istediğin gibi olmayacağım demektir. “Yeter be adam, yeter be kadın çok koştun, dur” demektir. Beden durduruyor bizi. İyileştirmek zorunda değiliz. Bu zaten iyileşme girişiminin ta kendisi. Uyarıyor bizi. “Rengin bak bu kadar kitap yazdın, gazetede yazdın, neler yaptın.” Artık sistem o kadar saldırıyor ki, beni yok edeceksin onlarla mücadele ederken. Dur diyor. Durmamız lazım o zaman. 

"BİRBİRİMİZİ İYİLEŞTİRİYORUZ"

Rengin Arslan: İnsanın belinin, ayağının ağrıması gibi bir şey değil mi bu aynı zamanda? Aslında sizin söylediğinizin hatırlattığı şu oldu. Vücudumuzun ve zihnimizin bize verdiği ağrı sinyallerini dikkate almamız gerekiyor ama sistem içerisinde, her gün fabrikada mesai yapmak zorundaysanız, bu ağrıları olabildiğince hızlı ekarte edip, iyileşmesini beklemeden bir an önce yola devam etmeniz gerekiyor. 

Agah Aydın: Kesinlikle katılıyorum burada size. Buradaki çözüm insanların bu hıza uymasını beklemek değil, bu insanlar çok hırpalandı, çok yoruldu deyip mesai saatlerini 12’den 8 saate düşürmektir. Yani sizin ekonomik ya da sosyolojik ya da toplumsal ya da kültürel olarak yaptığınız hataları, psikiyatristlerden veya psikologlardan medet umarak düzeltemezsiniz. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Sen orada yok ediyorsun, bu tarafta da yeniden yap, yıkama yağlama yap; ben yeniden kullanacağım diyorsun. Olmaz. Bunu sadece sağlık sistemine indirgesek bile bizim durumumuz çok zor. 

Rengin Arslan: Belki de böyle hallerde insanlar gerçekten raporlu olabilmeli ve işe gitmeme hakkını da kullanabilmeli. Sizin söylediklerinizin bana düşündürdüğü çözümlerden biri de bu oldu. Çok teşekkürler Agah Aydın.

Agah Aydın: Ben teşekkür ederim. Biz birbirimizi iyileştiriyoruz. Ben de sevdiğim bir gazetecinin sözüyle size karşılık vereyim. Öyle veda etmiş olayım size. Tanıyorsunuz o gazeteciyi. “Vasata hasret” diye bir şey yazmıştı yıllar önce. Ben de size öyle ucuz cevaplar vererek kurtulamayacağımı biliyorum. Böyle bir gazetecinin de beni sıkıştıracağını biliyorum. Birbirimizi sıkıştırırsak, safları sık tutarsak dünyaya hepimiz sığarız. Hepimiz de birbirimizi iyileştiririz. Çünkü biz birbirimizden utanarak insanlaşıyoruz. Kattıklarınız için ben de kendi adıma size teşekkür ederim. 

Rengin Arslan: “Vasata hasret” diye yıllar önce Twitter’da yazmıştım gerçekten. Bunu hatırlatmanız benim için çok kıymetli. Ve inanıyorum değişecek. Çok teşekkürler tekrar. 

***

İYİMSER OLMAYAN UMUT

Bu bölümü Terry Eagleton’ın İyimser Olmayan Umut kitabından bir alıntıyla kapatmak istiyorum. Bu hafta, daha doğrusu Kasım ayında Kardeş Bayramlara bir ara veriyoruz. Hatırlayacaksınız, her bölümde hem Anadolu’da yaşayan kadim medeniyetlerin yılın her ayını nasıl bir bayramla donattığını hatırlamak için, hem de üzerinde yaşadığımız bereketli toprakların bayramlarını kutlamak için bir vesile olur diye Anadolu’da kutlanan bayramları hatırlatıyorum. Fakat Kasım ayına denk gelen bir bayram en azından bu yıl yok. Yani Aralık’taki bayramlara kadar mola!

Evet, lafı daha fazla uzatmadan Marksist edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton’ın 2015 yılında İngilizcede Hope Without Optimism ismiyle yayımlanan kitabından bu hafta için seçtiğim alıntıyla veda edelim. 

“Kapitalizmin daha önceki bir evresinde, ufukta göz kamaştırıcı bir gelecek görmek mümkün olduğundan, umutlu da olunabiliyordu. Buna karşılık, aynı sistemin daha sonraki bir evresinde, şayet halen cılız bir beklenti söz konusuysa, o da geleceğin şimdinin bir nakaratı olacağı varsayımıdır. Etrafta öyle pek umut yok; ama bu durumun kendisi umut verici bir işaret, zira bu artık ortada kurtarılacak hiçbir şey kalmadığı anlamına geliyor.” 

Podcast