AHMET DAVUTOĞLU: “ÇİN MODELİ SAFSATADAN İBARET”

AHMET DAVUTOĞLU: “ÇİN MODELİ SAFSATADAN İBARET”
Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Kısa Dalga'da Beril Eski'nin sorularını yanıtladı.  Söyleşimizin ilk bölümünde Davutoğlu’nun ekonomide Çin modeli, SADAT-MİT ilişkisi, erken seçim, ittifak görüşmeleri ve Demirtaş’ın tutukluluğuna dair yanıtlarını bulacaksınız. "Çin modeli, denizin tükendiği yerde akla gelen bir safsatadan ibaret” “Çin, fakir bir halkı emek gücü olarak kullanıp bir noktaya ulaştı. Bunlar orta sınıfı yoksullaştırarak bu modele gitmeye çalışıyor…” “Çin modeli otoriter bir rejim ile sürdürülebilir. Halk böyle bir fakirleşmeyi, otoriterleşmeyi kabul etmez…” "Başak Demirtaş’ı aradım, “Sizin onurunuz benim eşimin onuru gibidir” dedim"


PODCASTİ DİNLEMEK İÇİN PLAY'E TIKLAYIN



Ahmet Davutoğlu Türkiye siyasetinin en önemli isimlerinden biri. Akademisyen Davutoğlu, Ak Parti’yle birlikte başladığı siyasi hayatında Parti Genel Başkanlığı, Dış İşleri Bakanlığı ve Başbakanlık gibi üst düzey görevlerde yer aldı. Ancak 2016’da yaşanan parti içi ihtilaflar neticesinden Başbakanlıktan ayrıldı. 2019 yılından bu yana kurucusu olduğu Gelecek Partisi’nin Genel Başkanlığını yürütüyor.

 Davutoğlu siyaseten önemli olduğu kadar da tartışmalı bir figür. Bazı çevrelerden çok destek gören politikaları, başka çevreler tarafından ciddi şekilde eleştiriliyor. Davutoğlu’nun tartışmalı politikaları arasında Dışişleri Bakanıyken uygulamaya koyduğu “Komşularla sıfır sorun” ve Suriye politikalarının yanı sıra; Başbakanlığı döneminde yürütülen Cizre, Sur ve Nusaybin merkezli operasyonların sebep olduğu insan hakları ihlalleri de yer alıyor.

 Görüşmemize “her türlü soruya açığım” sözleriyle başlayan Ahmet Davutoğlu’yla ekonomik krizden erken seçime, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yaptığı süreçlerden Suriye politikasına pek çok konuda konuştuk. Söyleşimizin ilk bölümünde Davutoğlu’nun ekonomide Çin modeli, SADAT-MİT ilişkisi, erken seçim, ittifak görüşmeleri ve Demirtaş’ın tutukluluğuna dair yanıtlarını bulacaksınız.

 Öncelikle programımıza katıldığınız için çok teşekkür ederiz.  Biraz kişisel bir soruyla başlamak istiyorum. 

Her türlü soruya açığım.

Herkesin gündemindeki şey ekonomik kriz ve yükselen fiyatlar. Dolar 14 TL’ye dayandı. Resmi enflasyon rakamları yüzde 20 ama sokağa yansıyan enflasyon yüzde 50'leri aştı.  Ben siyasiler bu durumdan nasıl etkileniyor diye merak ediyorum, çünkü hep halkın sorunlarını ifade edip onlara çözüm arıyorsunuz ama öyle bir artış var ki fiyatlarda, mesela sizin hayatınızı nasıl etkiledi? Siz tabii ki hali vakti yerinde bir insansınız ama bir şeyin fiyatını görüp mesela çok şaşırdınız mı, bir lüksünüzden vazgeçtiniz mi? Sizi nasıl etkiledi bu kriz?

“EVİNE EKMEK GÖTÜREMEYENLER VAR, YILDA 5 BİN LİRAYLA GEÇİNMEK ZORUNDA OLANLAR VAR”

Şimdi hali vakti yerinde olmak tabii görece bir kavram. Hangi şartlarda nasıl olduğunuzla ilgili.  Hepimiz aslına bakarsanız kendi el emeğiyle yaşayan insanlarız. Şu ana kadar da ben akademik hayatta da siyasi hayatta da   herhangi bir ek gelir olmaksızın, biraz da aileden intikal eden bazı imkanlar dışında eşimle birlikte çalışarak hayatımızı idame ettirdik. 

Geçen gün Sare Hanım’la oturuyorduk. Ben genelde imkân bulup pazara o kadar sık çıkamıyorum. Sare Hanım dedi ki ‘Bir ay öncesine göre olağanüstü fark olduğu gibi, 1 hafta öncesine göre de çok fark var. Çok…’ Olağanüstü bir  istikrarsızlık var. Çok büyük bir fiyat artışları var. Ve bazen de herkesin imkanları ile sorumlulukları da farklılaşıyor. Bir akademisyen olarak yaşıyor olsaydım şu an olmayacak olan bazı masraflar da devreye girebiliyor. 

Bütün bunları değerlendirdiğimizde şu anda geniş halk kitlelerinin sıkıntılarını çok iyi hem anlıyorum hem de onların sıkıntılarını üstünü örtecek şekilde herkesin durumu zor demek istemiyorum. Şu anda evine ekmek götüremeyen, dar imkanlarla, ailesini geçindirmeye çalışan insanların, vatandaşlarımızın, halkımızın yanında herhangi bir sıkıntıdan bahsetmek bana ahlaki gelmiyor. Hepimiz sıkıntılar yaşıyoruz belki ama esas hepimizin düşünmesi gereken öyle bir yüzde 5'lik kesim var ki Türkiye'de, en düşük gelirle yaşayan yüzde 5. Arkadaşlarımızın geçen de yaptığı bir araştırmada ortaya çıkan tablo şu: Yılda 5 bin lirayla geçiniyorlar Beril Hanım. Yılda, ayda değil. Şimdi onları düşünmek zorundayız. Herkesten önce onları düşünmek, kendimizden önce onları düşünmek zorundayız.  

“ÇİN MODELİ BİR SAFSATADAN İBARET”

Peki bunu düşünürken Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gündeme getirdiği Çin modelini sormak istiyorum. Ucuz iş gücüne dayanan Çin modelinden bahsetti Cumhurbaşkanı. Bu modelle ilgili ne düşünüyorsunuz? 

Türk halkının eriştiği demokrasi düzeyini bilmemekten kaynaklanan ve Türkiye'nin yaklaşık 200 yıllık modernleşme tecrübesi ile 70 yıllık demokrasi tecrübesini hiç anlamamaktan kaynaklanan bir  model arayışı. Her şeyden önce TL bu kadar değer kaybetmeseydi ve cumhurbaşkanının tezi doğru olup, enflasyon-faiz denklemi böyle kurulmuş olsaydı böyle bir modelden bahsedilmeyecekti. 

Bu model denizin tükendiği yerde, birilerinin öne sürdüğü bir safsatadan ibaret. Eğer TL her gün değer kaybediyorsa ve bunun arkasında hem Merkez Bankası ve eserleri dahil olmak üzere rezervleri tüketen ekonomi yönetimi hem de yolsuzluklar varsa, geldiğimiz tabloda onları örtebilmek için tek şeyiniz kalıyor: ‘Merak etmeyin biz şimdi zorluk çekeceğiz ama 3 sene 5 sene 10 sene sonra Çin gibi kalkınacağız…’ Bu Türkiye’yi tanımamaktır. Ben 1983 yılında ilk kez Pekin'e gittiğimde sokaklar sadece bisikletlerden ibaretti. Toplu taşıma gibi birkaç araba dışında, pek araç yoktu Pekin'de. O şartlardan Çin, yavaş yavaş, ucuz emekle birlikte, yavaş yavaş  hayat standardını yükselterek aslında yoksulluğu aştı. Aşmaya çalıştı. Yoksulluğa karşı mücadelede belli mesafe aldı. Ve bir buçuk milyarlık bir ülkeden bahsediyoruz. Türkiye ise daha 1983 yılında, ben o zaman gittiğimde veya 1990’lı yıllarda neredeyse Avrupa standartlarına yakın bir hayat tarzını sağlamış bir ülke olarak, sonunda da 10 bin dolara kadar kişi başına düşen milli geliri elde ettikten sonra yoksullaşan bir ülke. 

“BU HALK BÖYLE BİR FAKİRLEŞMEYİ KABUL EDEBİLİR Mİ?”

Çin, neredeyse ekmek bulamayacak kadar fakir, yoksul bir halkı yavaş yavaş emek gücü olarak kullanıp bir noktaya ulaştı. Biz ise neredeyse bu son söylenenlerle orta sınıfı -ta Özal döneminde orta direk denilen- orta sınıfı yok ederek, yoksullaştırarak bu modele gitmeye çalışıyoruz. Bu mümkün değil. Çin hiçbir demokrasinin olmadığı, Mao Kültür Devrimi'nden kalan otoriter bir yapıyla bunu yürüttü. Türkiye'de böyle bir otoriter yapı kurabilir misiniz? Kursanız bu halk, 200 yıldır -ilk seçim, muhtarlık seçimleri 1800’lerin başlarında yapıldı- o günden bugüne demokrasiye alışmış bir halk, böylesine bir fakirleşmeyi kabul edebilir mi? Böylesine bir otorite rejimi kabul edebilir mi? 

DEMOKRASİYLE BİRLİKTE ÜRETİM OLMALI

Çin modeli denilen şey, otoriter bir rejim ile sürdürülebilecek bir şey. Bu ise Türk halkına hakaret. Dışişleri Bakanı olduğum, Başbakan olduğum dönem hep şunu söyledik: Avrupa ölçeğinde demokrasi, Çin ölçeğinde üretim. Demokrasiyle birlikte üretim. Aslında son pandemi Türkiye’ye birtakım imkanları getirdi, -özellikle tedarik arzı konusunda- ama bu imkanlar  Çin modeliyle geniş, ucuz, köleleştirilmiş emekle değil demokratik haklarıyla gelişmiş orta sınıfla yürütülebilir.  Şu anda Türkiye'de kişi başı bir kişinin ortalama asgari ücreti 1.2. Yani 1 dolar 20 cente çalışıyor. Saat başı ücreti. Böyle bir yoksulluk… Artık dünyanın yoksul ülkeler standardına doğru gidiyor Türkiye. İşler kötü gidince bir yeni hikâye yazmaya çalışıyorlar ama yanlış bir senaryo ile yanlış bir yerden bir hikâye başlatmaya çalışıyorlar, bu tutmaz, hiçbir şekilde tutmaz. 

2022 MAYIS, HAZİRAN VEYA TEMMUZUNDA ERKEN SEÇİM MUHTEMEL” 

Muhalefet partileri erken seçim çağrısında bulundular. Siz de giderek tırmanan ekonomik krizle ilgili biraz önceki gibi işte “cehalet değil, ihanet” tanımlamasında bulundunuz, “hemen seçim” çağrısı yaptınız.  Cumhurbaşkanı Erdoğan ise kesinlikle erken seçim yapılmayacağını söylüyor.  Erken seçim olacak mı, olabilecek mi ve olursa partiniz buna hazır mı?

Bu şartlarda, dünyanın neresinde olursa olsun, özellikle demokratik ülkelerde, bir ülkenin  milli parası bir yılda yüzde 30'a yakın değer kaybetmişse, yüzde 40’a doğru da kaybetme trendi içindeyken, asgari ücret, -2016’da bıraktığımda 450 dolardı- 200 doların neredeyse altına inmeye başlamışsa, insanların günlük ihtiyaçlarını karşılayacak   bir durumu söz konusu değilse erken seçim kaçınılmazdır. Dünyanın neresinde olursa olsun. Ancak Türkiye'de son yapılan Cumhurbaşkanı hükümet sistemi değişimi ile erken seçim Cumhurbaşkanı iradesine bıraktı, bırakıldı.   Cumhurbaşkanı herhangi bir seçimin kendisinin aleyhine sonuç vereceğini düşündüğü için, şu anda  mümkün olduğunca uzun süre iktidarda kalmanın yollarına bakıyor. 2022 baharından itibaren bir seçim kaçınılmaz hale gelecektir. Zaten iktidar dahi bunu görmekte olduğu için, dikkat ederseniz daha önce söyledikleriyle çelişkiye düşecek şekilde, popülist bir ekonomik politikayı uygulamaya sokmaya çalışıyor.  Bu uygulamaların çoğu bir seçim hazırlığıdır. Cumhurbaşkanı alana iniyor, alana inme talimatı veriyor. Bahçeli’nin de aynı dönemde teşkilatlarına “Artık alana inin” talimatını vermesi de göz önüne alınırsa, erken seçim ufuktadır. Ben 2022’de bir erken seçimi kaçınılmaz görüyorum. Büyük ihtimal olarak değerlendiriyorum. 2022’nin Mayıs ve Haziranı’nda veya Temmuz’unda bir erken seçimi ise muhtemel görüyorum.

“ÇOK BÜYÜK BASKILAR ALTINDA ÇALIŞIYORUZ AMA KORKU İKLİMİ AÇILIYOR”


Partiniz hazır mı? 

Tabii yeni bir partiyiz. 2. yılımızı inşallah 19 Aralık'ta kutlayacağız. Normalde 12 Aralık'ta kutlayacaktık ancak Haliç Kongre Merkezi ile bütün anlaşmaları tamamlayıp, hazırlıklarımızı son noktaya getirmişken, her zaman karşılaştığımız türde bir baskıyla Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı  birden orada faaliyet yapmak akıllarına gelmiş. 12 Aralık'taki faaliyeti 19 Aralık’a erteledik. 19 Aralık’ta 2. yılı kutlayacağız. Çok büyük baskılar altında çalışıyoruz. Son üç haftadır il başkanlarını Ankara'ya davet ederek tek tek dinledim. Öylesine baskılar görüyoruz ki…İl başkanlarımıza, ilçe başkanlarımıza yönelik baskıların had safhada olduğu bir dönemde biz parti kurduk ve 2 yıl içinde de bütün Türkiye'de örgütlendik. Bu anlamda  seçime hazırız ve ilk anlarda yaşadığımız korku iklimi büyük ölçüde açılıyor. Hala baskılar var ama biz seçime hazırız. Her an seçime hazır halde teşkilatlarımız çalışıyorlar.  

OTORİTERLİĞE GİDİŞİN İKİ ANA DURAĞI


Siz baskılardan bahsedince daha sonra sormayı düşündüğüm bir soruyu erkene aldım. Başbakanlık yaptığınız dönemde, tüm itirazlara rağmen iç güvenlik reformu paketini geçirmiştiniz. Ve aslında bugün partilere yönelik baskılar da Türkiye'de yaygın baskıların ardında da  ana sebep olarak görülen şeylerden biri de bu iç güvenlik reformu paketi. Hiç geriye dönüp ben bunu yapmasaydım, bu yanlıştı diyor musunuz? 

Yok. İç güvenlik reformuyla ilgili çalışma, açık şekilde ifade etmek gerekirse, Başbakanlığı devraldığımda, Türkiye'de ciddi bir kamu düzeni problemi vardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, özellikle hendekler, barikatlar, günlük hayatı doğrudan etkileyen, öğrencilerin okula gitmesini, insanların hastanelere ulaşımını etkileyen bir düzensizlik hali vardı. Buna karşı kamu düzeni ihdas etmek üzere, hiçbir şekilde insan hak özgürlüklerini sınırlamayan, kısıtlamayan bir reformdu o. 

Şu anki baskıların çoğu o yasaya değil, Cumhurbaşkanı hükümet sistemi ile birlikte gelen ve benden sonra 15 Temmuz'la birlikte devreye sokulan kararnameler ile yapılan uygulamalar. Yasanın çerçevesi ne olursa olsun, uygulayan iradenin o yasaya bakışı önem taşır. Dolayısıyla ben o reform yasasında olan ana unsurlarda bugünkü otoriterliğe gidişin izlerini görmüyorum. Aksine bugün otoriterliğe gidişin iki ana durağı vardır. Benim Başbakanlıktan ayrılmakla birlikte AK ortaya çıkan ve gittikçe artan otoriterleşme ve yolsuzlukların birlikte seyretmesi, ikincisi de  15 Temmuz sonrasındaki ortam. Darbe teşebbüsü sonrasında olağanüstü hâl ortamı içinde çıkarılan uygulamalarda… Bugünkü otoriterliğin kaynağı orada. Yoksa bizim yapmış olduğumuz kamu güvenlik reformundan kaynaklanan bir otoriterleşme olduğu kanaatinde değilim. Nihayet o kanunlarla biz ülkeyi tek bir hükümetle daha yönettik bir seneyi aşkın bir süre. O zaman görülmeyen şeyin (otoriterleşmenin) şimdi çıkmasının sebebi Cumhurbaşkanı hükümet sisteminin doğasıyla ilgilidir.

“BENİM DÖNEMİMDE MİT’İN SADAT’LA BİR İLİŞKİSİ OLMAMIŞTIR”


Seçimlerden bahsetmişken SADAT’la ilgili bir soru sormak istiyorum. Biliyorsunuz SADAT'ın El Kaide'nin Suriye kolu El Nusra'ya MİT tırlarıyla silah gönderdiği iddiaları gündeme gelmişti. Siz daha önceki bir röportajınızda Başbakanlık döneminde SADAT’la hiçbir ilişkiniz olmadığını söylemiştiniz. Silahların gönderildiği iddia edilen tarihte de Dışişleri Bakanı olduğunuzu, MİT'in ve Genelkurmay'ın size bağlı olmadığını belirtmiştiniz. Yine bir röportajınızda SADAT’a şüpheyle yaklaştığınızı söylediniz. Ama ben bir gazeteci olarak SADAT’la ilgili okuduğum şeylerde, açık kaynaklarda herhangi bir bilgi bulamıyorum. SADAT’la ilgili enteresan şeyler oluyor mesela. SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi bir röportajında Mehdi gelecek demişti. Sonrasında bazı krizler yaşanmıştı. Siz üst düzey görevlerde bulunmuş önemli bir siyasi figürsünüz. SADAT nedir? Kimlerden oluşur? 

Şimdi bir kere önce bir söylediğiniz şeyleri tarihsel kronolojiye oturtalım. Türkiye'de güvenlikten sorumlu meşru makamlar, kurumlar bellidir: Türk Silahlı Kuvvetleri, MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü. Yani polisimiz, istihbarat örgütümüz ve askerimiz. Bunun dışında hiçbir yapılanmayı ben meşru görmem ve ne Dışişleri Bakanlığım döneminde de Başbakanlık dönemimde, bunların herhangi birileriyle hiçbir temasım olmamıştır. SADAT, ordudan ayrılmak zorunda kalanların kurdukları bir dernek gibi ortaya çıktı. Ama sonrasındaki yapılanmayla ilgili benim herhangi bir yerde onlarla herhangi bir temasım olmadığı gibi, herhangi bir faaliyetlerine gizliden-açıktan izin vermem de söz konusu değil. Bir kere bunu açık ve net ortaya koyayım. Dolayısıyla orada bir yapılanma, bunu bir paralel yapılanma gibi telakki ederseniz, böyle bir şey asla izin vermem, vermedim. Benden sonra ne olduğunu bilemem ama benim dönemde böyle bir şey söz konusu değil. 

MİT TIR’larına yapılan operasyonun ise SADAT’la ilgili bir boyutu yok. Daha önce Sedat Peker'in bazı iddiaları ile böyle bağlantı kuranlar oldu. MİT tırlarına, ben Dışişleri Bakanı iken yapılan operasyonda, herhangi bir SADAT bağlantısı yok. 

MİT TIR’ları normal, Türkiye'nin istihbari faaliyetleri içinde ve insani yardımlar için yürütülen bir faaliyet. Bana bağlı değildi ama hükümetin parçası olarak bildiğim için, MİT'in herhangi bir şekilde benim döneminde SADAT’la hiçbir ilişkisi olmamıştır. Kimse de böyle bir ilişki çıkaramaz. Çünkü MİT'e de Genelkurmay'a da Emniyet'e de verdiğim açık talimat vardır: Meşru kurumlar dışında hiçbir kurumla hiçbir faaliyet içinde yer alamaz. Meşru organlarımız da bellidir. Dolayısıyla onunla da bir irtibat kurulamaz. Dikkat ederseniz SADAT’la ilgili yapılan yorumların çoğu, ben ayrılıktan sonra ortaya çıkan hususlar. Ve bunların, benim döneminde de herhangi bir şey var ise, diyelim çıkartılırsa, bu bir suçtur, bizimle herhangi bir teması söz konusu değildir yani, böyle bir şey söz konusu değil. 

“MEŞRU OLMAYAN BİR YAPIYA ASLA İZİN VERMEDİM”

Bizden sonra maalesef devletin bu meşru işleyişi dışında, sadece SADAT değil, işte Sedat Peker’in ortaya attığı birtakım yapılar, Marina'ya çökenler, kokain ticareti yapanlar, birtakım silahları şehirlerde silah dağıtanlar vs. iddiaları çıktı. Bu iddialar doğru mu, yanlış mı, ayrı bir tartışma konusu. Bunlardan hiçbiri benim görev yaptığım döneme ait iddialar değil. Benim yönettiğim devlette meşru olmayan hiçbir yapıya asla izin vermedim. Bugün inşallah tekrar milletimiz teveccüh edip iktidar nasip ettiğinde de kim ve hangi gerekçeyle olursa olsun meşru ve meclis denetimine açık olmayan, meşru çizgileri dışında hiçbir yapıya asla tahammül etmem. SADAT’ın ne olduğu konusu ise zaten kamuoyu önünde tartışılan bir husus. Dediğim gibi, 28 Şubat sonrası dönemde   silahlı kuvvetlerden ayrılanların kurdukları, onların hukuklarını takip eden bir dernek gibi ilk yapılanması… Ama ne benim bu anlamda hiçbir görüşmem olmamıştır. Sonrasında ben ayrıldıktan sonra bu yapı ne hale geldi, neye dönüştü, ne yaptılar, bunları bilmem mümkün değil. 

“TÜRKİYE’Yİ KAOSA GÖTÜRMEK İSTEYENEN KARŞISINDA ÖNCE BİZ DURURUZ”

Seçim döneminde karışıklık yaratacak silahlı eğitim kampları iddiası da vardı SADAT’la ilgili.

Önümüzdeki dönemlerle mi ilgili? 

Evet.
 
İncelenmesi ve ciddi şekilde üzerinde durulması gereken iddialar bunlar. Ama şunu söyleyeyim: Kim, ne adla olursa olsun, seçim döneminde karışıklık çıkarmaya kalkarsa, Türkiye'nin, demokrasinin ana unsurları olan siyasi partiler olarak biz buna karşı çıkarız ve bunun için mücadele veririz. 1934’te kadınlarımıza seçme seçilme hakkının verilmesinin yıldönümünü geçenlerde kutladık. Atatürk'ü de rahmetle bu anlamda ve bu karar dolayısıyla minnetle anıyoruz. 1946’da Mersin Arslanköy’de sandıktan üzerine kapanan kadınlar ‘sandık namusumuzdur’ diye haykırmışlardı. Biz de milletin seçme iradesini namusu olarak gören insanlara sahip çıkarız. Kim, hangi ad altında bunu yozlaştırmak, kaosa Türkiye'yi götürmek isterse, onun karşısında her şeyden önce bir siyasi parti olarak biz tavrımızı açık bir şekilde ortaya koyar, karşı çıkarız.

Bir küçük düzeltme yapayım. Feminist biri olarak biz feministler seçme ve seçilme hakkını bize verildiğini değil, biz kendimiz kazandığımızı düşünüyoruz. 

Daha Avrupa'da, İngiltere ve İsveç dışında hiçbir ülkede tanınmayan bir hak verildiyse, onu verenleri de takdir etmek lazım.

Ama tabii Nezihe Muhiddin’in hikayesini siz çok daha iyi bilirsiniz.

Kadınlarımızın o konuda mücadeleleri aşikâr ama Atatürk başta olmak üzere o dönemde bu cesur kararı alanları minnetle anmak da bizim görevimiz. Yani o mücadelelere rağmen böyle bir karar da alınmayabilirdi. Böyle bir yasa da çıkmayabilirdi. Birçok ülkede daha sonra, İsviçre'de bile 1971 yılında tanındı bu hak. Orada da kadınlar büyük mücadele verdi. Bu doğru bir siyasi öngörüdür. Hem o mücadele veren kadınlarımızı da rahmetle, minnetle anarız, hem de bu kararı alan siyasi liderleri, başta Atatürk olmak üzere, minnetle anarız.

“İTTİFAK GÖRÜŞMESİ DEĞİL, DİYALOG, İŞ BİRLİĞİ”

Peki, ittifak görüşmeleri nasıl gidiyor? Diğer partilerle bir uzlaşma zemini yakalayabildiniz mi?

İttifak görüşmesi yapmıyoruz. Diğer partiler ile diyalog ve temas içindeyiz sürekli. “Kara Salı” olarak anılan gün, baktık ki ciddi bir karamsarlık ülkeye eğiliyor, Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Akşener'i aradım. Hemen görüştükten, haberi ilettikten birkaç saat sonra, aynı gün Sayın Kılıçdaroğlu ertesi gün de sayın Akşener'le görüştük. Yani bir temas anlamında, herhangi bir önyargı olmaksızın her an bir araya gelebiliyoruz, telefonla görüşüyoruz. Ülkeye özel bir gündem söz konusu ise istişarelerde bulunuyoruz. Ama bunlar ittifak görüşmeleri değil. Her zaman söylüyorum, 3 farklı modalitesi, yöntemi var şu anda siyasi partiler arasındaki ilişkilerin. Birisi diyalog yani istişare, görüşme. Bu konuda biz her partiyle görüşürüz. Şu anda bize ağır baskıları uygulayan iktidar partileriyle dahi görüşürüz, çünkü Türkiye meselesi söz konusu ise bizimle görüşmek isteyen herkesle görüşülür. Bu anlamda rakipleri biz düşman görmeyiz. İkincisi ise ilkesel iş birliğidir. İlkesel iş birliği ise belli konularda olur. Mesela parlamenter sistemle ilgili 6 partinin genel başkan yardımcılarının katıldığı bir platform var. Burada hep beraber bu konular konuşuluyor. Ama bu bir ittifak görüşmesi değil. Sonra ekonomiyle ilgili benzer bir çalışma yapmaya, Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Akşener'le karar verdik. Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılarımız da şu anda toplanıyor. Temiz siyaset ya da yolsuzluklarla mücadele bağlamında bizim ortaya koyduğumuz bir çerçeve var. Bir metin var. O konuda da partilerle ilkesel anlamda bir araya geliriz. Ama bu ilkesel birlikteliklerdir. İttifak ise seçim ortamına girildiği zaman konuşulacak bir konu. O zaman müzakere edilir. Çünkü ben Cumhur İttifakı’nın da öyle çok sağlam temellere dayandığı kanaatinde değilim. Bir mahkumlar ittifakıdır. Birbirine mahkûm olanların ittifakı. Dolayısıyla iki kutup halinde siyaseti kutuplaştırmayı, keskinleştirmeyi de doğru görmem. Günü geldiğinde bunlar konuşulur.

HASTALIĞI GÖRDÜĞÜMDE NEŞTER ATMAKTAN ÇEKİNMEM”

Biraz Başbakanlık döneminizden sorular sormak istiyorum. AK Parti'den ayrılan siyasetçiler, içeride uzun süre mücadele verdiklerini, bir şeyleri değiştirmek istediklerini, dönüştürmek istediklerini, buna dair inançlarını kaybettikleri noktada partiden ayrılarak başka partilerle siyasete devam ettiklerini söylüyorlar. AK Parti'nin bugün geldiği noktada, içeride kalarak mücadele etmek mümkün mü? 

Şimdi tabii diğer siyasiler için konuşmam ama benim içeride verdiği mücadeleye bütün kamuoyu şahittir. Bir Başbakanın kendi partisi içinde, kendisine karşı oluşturulan cepheye rağmen ve bu cephenin ekonomideki, toplumdaki, trollere kadar giden uzantılarına rağmen, Şeffaflık Yasası'nda, İmar Yasası’nda, Siyasi Ahlak Yasası’nda ısrarla durması ve bunun için gerektiğinde Başbakanlığı terk edebileceğini göstermesi bu direnişin açık bir işaretidir. Birçok yerde “Keşke daha önce bu eleştirileri getirseydiniz” gibi eleştirilerle karşılaşıyorum. Biraz önce buraya gelirken “Efendim keşke daha şey bir mücadele yürütseydiniz, daha açık…” Dedim ki bir siyasi liderin kendi arkadaşlarına karşı ve kendi genel başkanlığını yaptığı partiye karşı çıkıp meydan okuyabildiği başka bir örnek var mı? Türk siyasetinde var mı böyle örnek? Yok. Ben ilkesel olarak hem içinde bulunduğum partiyi o zaman sahiplenip o partiyi düzeltmeye çalıştım. Herkes bilir, benim aleyhimde bile çalışanlar bile bilir ki, eğer o gün bana karşı operasyon yapılmamış olsaydı, şu anda AK Parti bugünkü AK Parti olmazdı. Türkiye de bugünkü Türkiye olmazdı. Şeffaflık Yasası’nı çıkarabilseydim, Siyasi Ahlak Yasası’nı çıkarabilseydim, İmar Yasası’nı çıkarabilseydim, İhale Yasası’nda düzeltmeleri yapabilseydim, Rekabet Kurulu dahil olmak üzere bütün kurulları yeniden yapılandırabilseydim, Türkiye bugünkü Türkiye olur muydu? AK Parti bugünkü AK Parti olur muydu? Ben bir akademisyenim, bir hastalığı gördüğümde önce tespiti yaparım, sonra neşter atmakta tereddüt etmem. Neşter atmaya başladığımda o neşter birden acıttı. Birileri baktı ki benim gelişimle birlikte kurdukları çark, yolsuzluk çarkları yürümeyecek.

“AK PARTİ’DE YOLSUZLUKLA ANILAN HERKESE RAHATSIZLIK VERDİM”


Kime rahatsızlık verdiniz? 

Şu anda AK Parti içinde yolsuzluklarla anılan kimler varsa hepsine. AK Parti içinde kimlerin adı yolsuzluklarla ilgili geçiyorsa onların hepsi bana karşı harekete geçti. Ve şunu söyleyeyim, çok da destek bulamadım. Keşke içeride mücadele edilmesi gerektiğini şimdi söyleyenler o gün yanımda gür sesle durabilselerdi… Durmadılar.

Sizi hayal kırıklığına uğratan, yakınınızda insanlar oldu mu? 

Çok, çok, çok... Ama hayal kırıklıklarına bakmam ben. Realistimdir. Olan olmuştur. Yaşanmıştır. Dönüp de o hayal kırıklıkları üzerine bir psikolojik bir tavırla davranmam. Onlar yaşandı bitti. Ama şunun bilinmesi lazım, hakkaniyet adına ben o mücadeleyi en kararlı şekilde verdim. Başbakanlığı bıraktım. 3 yıl AK Parti milletvekili, daha sonra da AK Parti üyesi olarak, yine Cumhurbaşkanı başta olmak üzere ilgili olan herkesi çağırdım, konuştum. Sadece müsteşarlıkların kaldırılmaması için o zamanki ilgili bakanları aradım. 

Bunların bir faydası oldu mu? 

Maalesef olmadı. Keşke olabilseydi. Olsaydı zaten ben ayrı bir parti kurmazdım. Yani kolay değil Beril Hanım.

“AK PARTİ’DEN AYRILMA AŞAMALARINDA ŞEFFAFTIM”

Yani  içerden bir dönüşüm yapmak bir illüzyon aslında...

İllüzyon değil. Etik bir konu. Ben başında bulunduğum partinin içinde, o partiyi düzeltme imkânı varken ayrı bir yola çıkamazdım. Bu benim ahlaki ilkelerime aykırı. İçeride mücadele ettim. 3 aşaması var aslında bunun. Birincisi, Başbakan olunca, bütün resmi görünce, reforma tabi tutmak gerektiğini gördüm ve Başbakan olarak işleri düzeltmeye çalıştım. Yolsuzluklara karşı mücadele, ekonomik reformlar kamu güvenliği reformu mesela. Engellendiğim zaman ülke krize girmesin, genel başkanlığını yaptığım bir parti bölünmesin, zaaf göstermesin diye ayrıldım. Bu ikinci aşama. Orada da üzerimde hiçbir sorumluluk olmamasına rağmen defalarca, 5 kez Cumhurbaşkanına gittim ve ayrı ayrı raporlar verdim. ‘Yanlış giden işler yapmayın, biz yasaklarla mücadeleyle geldik, antidemokratik bir tutum içine girmeyin, bırakın insanlar rahat olsun, kutuplaştırmayın, germeyin. Efendim yolsuzluklar çok yayıldı, yapmayın, hukuku egemen kılalım’ vs... Ekonomi kötü gidiyor. Bu ikinci aşama. Ne vakte kadar? 2016 Mayıs ayından, 2019 Nisan'a kadar. 3 yıl. 2019 Nisan’da baktım ki içeride artık yapılabilecek hiçbir şey yok,

22 Nisan'da ‘parti kötü gidiyor, Türkiye kötü gidiyor’ diye 16 sayfalık metinle açıkladım kamuoyuna. Cumhurbaşkanına daha önce verdiğim raporları özetledim. Ondan sonra 3. aşama başladı. O da 13 Eylül 2019’da bitti. Partiden ihraç edildim. Ayrıldık. Yani bütün bu aşamaları geçmeden, herhangi bir şekilde partiden ayrılmayı doğru bulmadım. Ama ben bu aşamaların hepsini şeffaf şekilde yaptım. Kamuoyuna açıkladım. İçeride mücadele budur. Susarak mücadele edilmez.

“CUMHURBAŞKANI DAMADINI BAKAN YAPMIŞSA ARTIK ŞAHSİLEŞMİŞ BİR İKTİDARDIR”

“Tamam artık bu bitti” dediğiniz olay, son damla neydi? 

Cumhurbaşkanı hükümet sistemine geçildiği gün, Kabine açıklandığında ‘Artık mümkün değil’ dedim. Çünkü eğer Cumhurbaşkanı kendi damadını Hazine ve Maliye Bakanı yapmış, kendisini Varlık Fonu'nun başına getirmişse, ‘artık bu şahsileşmiş bir iktidardır ve buradan bir şey çıkmaz’ dedim. Çünkü bir insanın en büyük zaafı çocukları, ailesi ve kendisinin güvenliğidir. Baktım ki o andan itibaren ehliyet ve liyakat ölçüleri değil, yakınlık ölçüsü var. Önce yakınlık nasıl oluyor? Önce yakın arkadaşlarınız, sonra daha şeyler, akraba yakınlarınız. En sonunda iş gelir birinci derece yakınlarınıza. Oraya geldi mi artık siyaset ehliyet, adalet olmaktan çıkar, var olanı şahsi mülk görmeye başlar. Ve başladığını gösterdi Sayın Erdoğan. Ve ondan sonra yine de göreyim dedim, hani ne yapacaklar bakalım. 2018 sonundan itibaren daha net konuşmaya başladım ve 2019 Nisan'ında da açıklama yaptım. Dolayısıyla, bardağı taşıran çok damlalar olsa da ümidinizi hala korumaya çalışırsınız.  Ben hayatta hiçbir şeyi yıkmak üzere bir hayat felsefesi geliştirmedim. Yeni bir şey ihdas etmek üzere, yapıcı bir şekilde düşündüğünüzde son ümit kırıntısına kadar sürdürürsünüz. Ama o ümit kırıntısı kalmamışsa da pes etmedim. Yani kenara çekilip de ‘Artık ümit yok’ demedim. Yeni arkadaşlarımla yeni bir yola çıktık. İşte Gelecek Partisi'ni kurduk. Şu anda Türkiye'nin her yerinde örgütlenmiş, Türkiye'nin en vizyoner partisi. Çok açık ve net ifade edeyim. Bakın, son iki yıl içinde ürettiğimiz dokümanlara bakın: Gelecek modeli, temiz siyaset belgesi, parlamenter sisteme geçiş, son olarak açıkladığımız ekonomik yıkımdan çıkışın yol haritası… Yakında açıklayacağımız, yargı reformu… Şu anda hemen hemen herkesin, dostun düşmanın kabul ettiği bir gerçek var. Gelecek Partisi'nde çok sağlam bir ekip var ve kurucularımızda Türkiye’nin her kesimi var.  Şu anda Anadolu’da örgütlenmesi sağlam bir teşkilat yapımız var. 

‘BAŞAK DEMİRTAŞ’I ARADIM, “SİZİ SONUNA KADAR SAVUNURUM” DEDİM’

Başbakanlığınız döneminde en sıkı rakiplerinizden biri Selahattin Demirtaş'tı. HDP eski eş genel başkanı ve 5 senedir cezaevinde. Bu konuyla ilgili ne düşündüğünüzü ve Demirtaş ile rekabet etmeyi özlediniz mi, merak ediyorum. 

Siyasi rekabet demokrasinin bir gereğidir ama bu rekabetin belli ilkeler etrafında olması lazım. İnsani boyutunu hiç göz ardı etmemek lazım. Evet, Demirtaş'la 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerde ciddi bir mücadelemiz oldu. Sonrasında alanda da karşı karşıya geldik. Özellikle Doğu ve Güneydoğu'daki kamu düzenini yok eden uygulamalar, hendekler, barikatlara karşı verdiğim mücadelede de karşı karşıya geldik. Ama şunu ifade edeyim, bazen gerçekten çok ağır ithamlarla da muhatap olduk ama herkes bilir: Ben hiçbir zaman siyasi rakiplerime hukuk üzerinden baskılarla yürütmedim mücadelemi. Sayın Başak Demirtaş sosyal medyada hepimizi çok üzen, insanlığa yakışmayan bir saldırıya muhatap olduğunda da kendisini arayıp “Sizin eşinizle ben çok ciddi bir siyasi mücadele yürüttüm ama sizin onurunuz benim eşimin onuru gibidir. Hiçbir fark görmem. Eğer herhangi bir saldırgan tutuma muhatap olursanız, herhangi bir şekilde bir gün destek isterseniz bilin ki ben buradayım, gelirim ve sizi sonuna kadar savunurum. Çünkü kadınların onuru esastır ve eşinizle siyasi rakip olmam, sizin onurunuza yapılacak bir saldırıya sessiz kalmam anlamına gelmez” dedim. Kendisi de teşekkür etti. Eşim de yanımdaydı. Şimdi siyasi mücadele yürütürken insan olana yakışır şekilde yürütmek lazım. 

“DEMİRTAŞ’IN BU KADAR UZUN SÜRE TUTUKLU OLMASINI DOĞRU GÖRMEM”

Selahattin Demirtaş, ben Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra tutuklandı, 2016 Kasım ayıydı zannediyorum. Bu kadar uzun süre hüküm giymeden tutuklu olmasını da doğru görmem. Kim olursa olsun doğru görmem. Mutlaka. Ben tutuklu yargılamaya karşıyım, istisnai durumlar hariç, karartma, delilleri yok etme gibi. O da istisna. Ama son dönemde tutuklu yargılama neredeyse normal hale geldi. Bu olmaz. Hiçbirimiz hukuk karşısında layüsel, yani hesap vermez konumda değiliz. Ben de değilim. Kimse de değil. Hepimiz hukuk önünde hesap veririz, yanlış yapılan işlerle ilgili de hakkımızda hukuki süreç işler. Ama kamu vicdanı, hukuki süreçler işlerken hüküm giymeden uzun süre tutukluğa cevaz vermez. Kabul etmez. Bende o perspektifle bakıyorum. Ve hepimiz hukukun muhatabıyız ama bu hukuk kuralları herkes için eşit şekilde işletilmeli.

***

YARIN:
Ahmet Davutoğlu'yla söyleşimizin ikinci bölümünde Başbakanlıktan ayrılma sürecini, Başbakanlığı döneminde yürütülen Cizre, Sur ve Nusaybin merkezli operasyonların sebep olduğu insan hakları ihlallerini, Suriye politikasını ve siyasetteki pişmanlıklarını konuştuk.

Podcast