FELAKETLER ÇAĞINDA DUYGULAR: YALANCI BİR İYİLİK HİSSİNDEN UYANIŞ

FELAKETLER ÇAĞINDA DUYGULAR: YALANCI BİR İYİLİK HİSSİNDEN UYANIŞ
Deprem, sel, salgın, yangın derken adeta bir felaket çağı yaşıyoruz. Peki bu felaketler çağında akıl ve ruh sağlımızı nasıl koruyacağız? İşte Psikiyatrist Dr. Agah Aydın ile bu konu üzerine konuştuk.




Time Code’un bu bölümünde konuğum Psikiyatri Uzmanı Dr. Agah Aydın…

Türkiye, on günü aşkın bir süredir orman yangınlarıyla mücadele ediyor. Yangınlarla ilgili bir türlü sevindirici haberlerin gelmemesi, yangınların daha çok büyüyerek yerleşim yerlerine kadar ulaşmasıyla; üzüntü ve  acı, yerini endişe ve korkuya bıraktı.

Bu endişe ve korkunun beraberinde; kendimizi suçlu, güvensiz, çaresiz ve yetersiz hissettik.
Yangınlara yeterli ve etkin müdahalenin yapılmadığını düşündüğümüz için güvensiz,
Yangınları söndürebilecek yeterli uçaklarımız ve helikopterlerimiz olmadığı için yetersiz,
Yangınları söndürme çalışmalarına katılamadığımız için çaresiz,
Yangınların sebebinin büyük bir parçası olduğumuz için de suçlu hissediyoruz…


Yangınlar büyüdükçe, bu duyguları daha çok yoğun hissettik ve kaygı düzeyimiz arttı. Birçoğumuz uyuyamaz, yemek yiyemez, çocuklarıyla ilgilenmez günlük rutinini devam ettiremez oldu. İşlerimiz aksadı, çalışma motivasyonunu kaybettik.

Böylesi yas ve kriz dönemlerinde, ülkeyi yönetenlerden beklenen; sorunlara akılcı çözümler getirilmesi, yaraların sarılması ve acının paylaşılması iken, yine payımıza, iktidar ve muhalefetin güç savaşının yarattığı gerginlik ve kaos düştü.

Yine kendi kaderine terk edilen, yalnız bırakılan halk; elleriyle evet elleriyle yangını söndürmeye çalıştı. Sırtlarında bidonlarla, ellerinle küreklerle tüm İMKANSIZLIKLAR içinde insanüstü bir çabayla yangınla, evlerine kadar gelen alevlerle savaştılar ve savaş hala devam ediyor.

Tek bir dünyamız var denildi ve imkanı olan devletlere yardım çağrısı yapıldı.
#helpturkey etiketiyle paylaşılan “global call” yani küresel yardım çağrısına “devlet büyüklerimiz” çok kızdı ve “biz bize yeteriz” sloganı yine hortladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan “devletimizi aciz göstermek istiyorlar” diyerek bu paylaşıma soruşturma başlatıldığını açıkladı. Tabi hemen #strongturkey etiketiyle Türkiye’nin kimseye ihtiyacı olmadığı yönündeki paylaşımlarla devletin “çizilen” karizması onarıldı. Havadan veya karadan yangınla mücadeleye destek verebileceğini açıklayan bazı yardım çağrıları reddedildi ama bazıları…  

Deprem, sel, salgın, yangın derken adeta bir felaket çağı yaşıyoruz. Peki bu felaketler çağında akıl ve ruh sağlımızı nasıl koruyacağız? İşte Psikiyatrist Dr. Agah Aydın ile bu konu üzerine konuştuk. Umarım kaygı bozukluğumuzun had safhada olduğu şu günlerde bir parça şifa olur…




FELAKETLERİN YOĞUN HİSSEDİLMESİNİN NEDENİ; YALANCI BİR İYİLİK HİSSİ


Yangın, sel, deprem derken bir felaket çağından geçiyormuşuz gibi hissediyoruz. Sürekli üzüntü, korku ve endişelerimiz artıyor, kaygı bozukluğu düzeyimiz artıyor. Bu felaketler çağında akıl ve ruh sağlığımızı nasıl koruyacağız?


Mevzuya tarihsel olarak bakmak biraz rahatlatır hepimizi. İkinci dünya savaşından veya birinci dünya savaşından daha zor bir dönem geçirmiyoruz. Ya da Suriyelilerin, Afganların, Kürtlerin yaşadığı dramdan daha büyük bir dram yaşamıyoruz. İş bizim başımıza gelince, dünyanın sonu geldi gibi hissetmeye gerek yok. Biraz sakin olabiliriz.
Felaketlerin bu kadar yoğun hissedilmesinin nededi; yalancı bir iyilik hissinin de verilmesiyle ilgili olabilir. Hani, her şey düzgündü, her şey güzeldi. İşte ne bileyim; ölümsüzlüğü bulduk, ölümsüzlüğe ulaştık. Beş yıl sonra artık parası olan herkes, sonsuza kadar yaşayacak gibi bir varsayımın olduğu bir dünyada, birden bire gripten insanların ölebileceğini öğrendik. O yüzden inandığımız yalanlarla, karşılaştığımız gerçekler arasındaki çatışmanın dehşetini yaşıyor olabiliriz. İnanırken biraz daha dikkatli olabiliriz.



“KİMSE, KİMSENİN VİCDANINA BIRAKILAMAZ”


Dağınık bir psikolojimizin olduğunu düşünüyorum. Tespitlerde yanılıyor olabilirim, yanılıyorsam düzeltin lütfen. Dağınık bir psikolojimiz var ve bazen, özellikle böyle felaket durumlarında eleştirilerimizi ya da kızgınlıklarımızı sanki nereye kanalize edeceğimizi bilemiyoruz. O yüzden hep birbirimize bağırıyoruz, çağırıyoruz ve öfkeli bir toplum oluşuyor. Ve sanki bu dağınık psikoloji, bazı gerçekliklerin önüne geçiyor. Nedir o gerçeklik; bir iklim krizi, küresel ısınma var, yasal bir şekilde ormansızlaşıyoruz. Ama derinlemesine bu konular üzerine duracağımıza, hep birbirimize öfkelenerek acaba bu dağınık psikoloji bazı gerçekliklerin önüne mi geçiyor?

Geçiyor olabilir, saptamanıza katılıyorum. İnsan ilişkisel bir varlıktır. 1945’te Türkiye’deki orman yangınları, bugünden daha fazla ormanı yok etmiş. İnsan ilişkisel bir varlık. Bu ilişkisellik içerisinde kendisine pozisyon alan; dehşeti, kaygıyı, korkuyu ona göre konumlandıran bir varlıktır. Bir insan; siz ya da ben, yüz milyon dolarlık bir şeye imza attığımızda hakim bizden şahit istemiyor. Hatta yaptığımız hiç bir eylemde bizden şahit istemiyor, 65 yaşından küçüksek, yasalarda böyle. Ama evlenirken şahit istiyorlar. Sizin ve partnerinizin en az bir şahit göstermesi gerekiyor. Çünkü kimse, kimsenin vicdanına bırakılamayacak kadar, insan vicdanı saldırgan olabilir. Kimse, kimsenin vicdanına bırakılamaz. Hem Hristiyanlarda hem de müslümanlarda nikah şahidi şarttır. Yani sevgilinizin, kocanızın, karınızın, erkek arkadaşınızın ya da kız arkadaşınızın arkadaşlarını tanımıyorsanız şiddete maruz kalabilirsiniz. Rastlantısal bir şey değildir, nikah şahidi. Nikah şahidi; insanın insan olmasıyla ilgili en önemli bulgulardan, verilerden biridir. Çünkü bir üçüncüye ihtiyaç vardır. Üçüncü yoksa dağılırsınız, üçüncü yoksa sapkınlaşırsınız, üçüncü yoksa tacize, tecavüze, saldırıya uğrayabilirsiniz. Diğer insanlarla ilişki içinde olmamız gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’ni yok sayarsanız, Avrupa Birliği’ni yok sayarsanız ya da ne biliyim tersi de olabilir bir islam birliğini yok sayarsanız, yani bir yere intisaplı olmanız lazım. Bir yere hesap vermeniz gerekiyor. İnsan yaşamı üç kişiliktir, iki kişilik olmaz. İki kişilik olan, hayvan yaşamıdır. İnsan yaşamı hep bir üçüncüye hesap vermek zorundadır. Eğer hesap vermiyorsanız, problem çok artar, kaygı çok artar. Şu anda, orman yangınları, sel felaketleri, depremler falan ne yapabiliriz yani? Yoksul bir ülkesinizdir, gücünüz yetmiyordur, yapabilecek bir şey yok! Uçağınız yoktur ve yangını söndüremezsiniz. Yapabilecek bir şey yok yani.

“PANİKATAKLAR GEÇİRMEMİZİN NEDENİ KOLTUĞUNU DOLDURAMAYAN YÖNETİCİLERİN PROBLEMİDİR”


Bizlerde travmatik olan şey, felaketin büyüklüğü değildir. Zaten yapılan çalışmalar da şunu gösteriyor. Depremler, sel, yangın bunların hiç biri, insan eliyle olan travmalardan, insan eliyle olan zulümlerden daha fazla etkili değildir. Travmatik olan, insan eliyle olandır. İnsan eliyle olanı bugün yaşadıklarımızla nasıl birleştirebiliriz? Bugün yaşadıklarımız şunu gösteriyor bize; yangını kim çıkardı, kim önlemiyor? Eğer mevzuyu buraya kilitlerseniz travma büyük olur. Şu anki hükümetin, şu anki yönetimlerin problemi de burda. Yangını, insanların çıkardığını iddia ediyorlar. Bu bir hükümetin kendi kendini yok etmesi gibi bir şeydir. Ya da yangını söndürmede çaresiz kaldıklarıyla ilgili bir şey söylüyorlar. İnsan eliyle olan daha travmatik oluyorsa, bunu insan eliyle olmuş gibi göstermek kötü danışmanlarla çalıştığınız anlamına gelir. Bizim şu an karşı karşıya olduğumuz şey, hükümet de değil, hükümetin kötü danışmanlarla çalıştığı anlamına gelir.
Yangın hepimizi etkiler ama asıl sorun; bu üç kişilik ilişkide, durması gereken kişilerin, durması gerektiği yerde durmamasıdır. Ana-baba olmak kolaydır ama onu ana-baba olarak devam ettirmek zordur. Yıkımın çok yüksek olduğu zamanlarda, yıkımın büyük olduğu zamanlarda; çok büyük fikirlere, çok büyük müdahalelere ihtiyaç yoktur. İnsanı iyileştirecek olan şey, yıkımın büyük olduğu zamanlarda, ana-babaların ana-baba olarak orada durmaları, yöneticilerin yönetici olarak orda durmalarını gerektirir. Çok büyük dönüştürücü laflar söylemenize, gelecekle ilgili büyük vaadlerde bulunmanıza gerek yok. “İşte bu, bu sıkıntıyı yaşıyoruz, bu felaketi yaşıyoruz ama hep birlikte yaşayacağız” sağlamlığını ve güvenirliliğini vermeniz lazım. Ama işte “efenim, yangın oldu, yangının önlenmemesiyle ilgili sorumluluk işte filan partinin belediyelerine ait” derseniz güvenilirliliğinizi kaybederseniz. Güvenirliliğinizi kaybettiğinizde de insanlar panikataklar geçirmeye başlar. İnsan ilişkisel bir varlık olduğuna göre…
Panikataklar geçirmemizin nedeni, koltuğunu dolduramayan yöneticilerin problemidir. Çünkü bizim korktuğumuz şey felaket değil ki, felaket zaten olabilir, yüzyıllardır oluyor zaten, tekrar ediyor.
Olması gereken kişiyi, olması gerektiği yerde bulamamaktır insanı kaygıya sürükleyen şey.



“İNSAN, KENDİ ADALETİNE GÜVENMEMELİDİR”


Tam burada hocam araya gireceğim. Yayın öncesinde izleyicilerimize iki soru yöneltmiştik. Birincisi “yangın haberlerini izlerken, yoğun olarak ne hissediyorsunuz” sorusuydu. Gelen cevaplarda; korku, endişe, acı, üzüntü ve en yoğun olarak da çaresizlik, suçluluk ve güvensizlik hisleri vardı. Bu güvensizliğin temeli ne? Bir kısmına cevap vermiş oldunuz ama burdan devam edersek…

Burada depreme, yangına ya da ne bileyim, yirmi metre derinliğindeki denize atladığında insan, güvensizlikten bahsetmez. Güvensizlik, her zaman ilişkisel olanla ilgilidir. Öteki ile ilgilidir. İnsan ilişkisel bir varlık dedik ya. İlişkisel bir varlık olduğuna göre; ilişkisel olanla o ilişkinin öteki tarafını tamamlayan kişiyle ilgili bir güvensizlikten bahsedebiliriz. Yangınla, yoksullukla, haksızlıkla, depremle baş edebiliriz, baş edemediğimiz şey; güvendiğimiz kişilerin güvendiğimiz gibi olmamasıyla ilgilidir. Niye nikah şahidi isteniyor? İşte bu yüzden isteniyor. Üçünün tanıklığına ihtiyacınız var. Üçüncü yoksa yani bir tanığınız yoksa; iki kişilik ilişkilerde her zaman suistimal olur. İnsan, hiçbir zaman kendine güvenmemelidir. İnsan, kendi adaletine güvenmemelidir. Üçüncüye hesap vermemiz lazım. Biz şu anda ikimiz konuşuyoruz ama bir üçüncü var. Kim, dinleyiciler var. Dinleyiciler olmazsa siz ya da ben, birbirimizi manipüle edebiliriz. Kimin elinde daha çok veri varsa ötekini manipüle eder.  Ama dinleyiciler durumu belirler. Biz dinleyicilerle bağımızı kopardık. Nereye intisaplıyız biz? Biz, bir Ortadoğu ülkesi miyiz bir Avrupa ülkesi miyiz? Biz Avrupa'nın müktesebatına  mı hesap veriyoruz müslümanlara mı hesap veriyoruz? Biz hiç bir kimseye hesap vermiyoruz. Biz şu an sapkın bir durumdayız yani. Dolayısıyla yangın çıktığında çok travmatize oluruz. Bizim bir yere hesap vermemiz gerekiyor. Üçüncü yok, üçüncünün olmadığı yer olur mu? İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ediyorsun, Avrupa Birliği ile ilişkilerini askıya alıyorsun. Biz kime hesap vereceğiz. İki kişi kaldık. İki kişilik ilişki de kimsenin bilmediği bir ilişkiye benzer. Ekstra-marital, evlilik dışı bir ilişkiye benzer bu. Adamın hiçbir yakınını tanımıyorsunuz, kadının hiçbir yakınını tanımıyorsunuz. İki kişilik bir ilişki, iki kişilik bir ilişki sapkın bir yere gider. Ama burada cinsel sapıklıktan bahsetmiyorum, tahmin edeceğiniz üzere. Şiddete gider, tacize gider. Yasa yok çünkü, yasayı kuran üçüncüdür. Bence yaşadığımız en büyük sorun bu, o yüzden çok travmatize oluyoruz. Yoksa Yunanistan yangınlarla boğuşuyor, Amerika yangınlarla boğuşuyor, Kaliforniya her zaman Türkiye'den daha fazla büyük yangınlarla uğraştı. Biz yeni karşılaştık ama onlar hep vardı. Niye bu kadar kaos yaşamıyorlardı? Niye bu kadar korkmuyorlardı? Çünkü "yangın var, hep beraber yangınla mücadele edeceğiz” yani bu hiçbirimizi olumsuz etkilemez.
Bizi olumsuz etkileyen ötekilerdir, yöneticilerdir.




“HÜKÜMET YETERİNCE İYİ BİR ANNE OLAMIYOR”


Yangın bölgelerine gidemeyen, yangınla mücadeleye destek veremeyen, işte haberlerden veya sosyal medyadan yangını takip eden insanlarda en çok duyduğum şey “suçluluk” duygusu oluyor. Belki orman yangınlarına sebebiyet verdiğinin bir parça bilincinde olmak da bu “suçluluk” duygusunun nedeni olabilir. Bu suçluluk, güvensizlik ve çaresizlik duygularına teslim olmadan, nasıl daha akıllıca yönlendirebiliriz?  

Çok akıllı olmamız gerekmiyor. Çok akıllı olmak tehlikeli bir şey. Önemli bir kaybımız var ya, çok önemli bir kaybımız var. Ülkenin en önemli ormanlarını, en büyük ormanlarını, en fazla gelir getiren topraklarını, turizm açısından, kaybıyla karşı karşıyayız. Nasıl rasyonel olabiliriz. Kaybettik! Ormanlarımızı kaybettik! Ama bir kayıpla başa çıkmanın yolu nedir? Güvenebileceğiniz bir nesneye ihtiyaç vardır. Güvenebileceğiniz bir nesne yoksa, yani yeterince iyi bir anneniz yoksa, kaybettiklerinizle başa çıkamazsınız. Kaybettiklerinizi inkar etmeye başlarsınız. Nasıl? Ya daha dün gördüm, kahvedeydi, şöyle konuşuyordu, böyle konuşuyordu diye ölümü inkar ederiz. Ölüm geldi burda. Varlıklarımızın önemli bir kısmını kaybettik. Kaybı nasıl karşılayabiliriz? Yine ilişkisel bir yere gidiyor dikkat ederseniz. Yeterince iyi bir anneniz varsa, güvenebileceğiniz, tutunabileceğiniz insanlar varsa, evet “biz kaybettik” diyebilirsiniz. Kaybetmeden, yas tamamlanmaz. Ölüyü öldürmeden, yası tamamlayamazsınız. Ölüyü öldürebilmemiz lazım. Evet “çok önemli şeyler kaybettik” diyebilmek için tutunabileceğiniz iyi bir anneye ihtiyacınız var. Yeterince iyi bir anneye ihtiyacınız var. Hükümet, şu anda yeterince iyi bir anne olamıyor olabilir. Bunu beceremediği için, panikatak yaşıyor olabiliriz. Bunu beceremediği için, kaygılı olabiliriz. Hepimiz iş yerlerimizden, gelecekten, ülkemizden umudu, bu yüzden kesmiş olabiliriz.

“SAMİMİYETSİZLİK PANİKATAK YARATIR”


Yani yas tutabilmek önemlidir. Biz neyi kaybettik? Biz soyağacımızı kaybettik, aile ağacımızı kaybettik değil mi? İnsanın “ben neyim, neredeyim, geçmişle gelecek arasında nasıl bir yerde duruyorum”u ne belirler? Ne altını çizer? Soyağacı altını çizer. Ağacımızı kaybettik, aile ağacımızı kaybettik. Aile ağacımızı kaybederken bu drama katlanabilmemizin tek yolu; sabit bir babaya ihtiyacımız var, sabit bir anneye ihtiyacımız var. Gazetecilik yapan bir gazeteciye, doktorluk yapan bir doktora ihtiyacımız var. Felaket zamanlarında, yerini doldurabilen, yerinde tutabilen insanlara ihtiyacımız var. Akıl vermesine ihtiyacımız yok kimsenin. Ne doktorların, ne gazetecilerin ne de kamu görevlilerin… sadece orada durmaları yeter. Biz onlara isyan ettiğimizde, biz onlara bağırdığımızda, biz onlara küfür ettiğimizde orada sabit olarak durabilmeleri gerekiyor.  Duramazlarsa panikatak geçiririz. Kötü bir baba, babanın olmamasından daha iyidir. Yani neymiş efendim, yangınların sorumluluğu belediyelerdeymiş. Ya böyle saçma bir açıklama olur mu? Tutarlı bir açıklama yapın. Ya “paramız yok, uçak alamıyoruz” derseniz daha güvenilir olur. “Paramız yok, uçak alamıyoruz, yoksul bir ülkeyiz ama yangınla, yangının üstüne küreklerle toprak atarak başa çıkacağız” derseniz ülkede panik atak geçiren kişi sayısı çok azalabilir ama tutarsız cevaplar verdiğinizde, ebeveynler tutarsız olduğunda,  çocuklar; ebeveynlerinin hatalarıyla ilgilenmezler, tutarsızlığıyla ilgilenirler. Verdiği cevaptaki samimiyet ve tutarlılıkla ilgilenirler. Erişkinler de öyledir. Yöneticilerin verdiği cevabın tutarlılığıyla, samimiyetiyle ilgilenirler. Samimiyetsizlik, panik atak yaratır.


Yas sürecinden bahsettiniz ya, yas tutmak ve o yas sürecini hep birlikte yaşamaktan… Bir taraftan da şöyle bir duyguya kapılıyorum, yani biz hep yas sürecinde olan bir toplummuşuz gibi geliyor. Çünkü sürekli tetikteyiz, sürekli teyakkuz halindeyiz. Sürekli kadın cinayetleri, işsizlikle mücadele edenlerin intihar haberleri gibi gibi kötü haberlerle sürekli bir yas halinde gibiyiz…

Bence yas halinde değiliz Yeşim Hanım,

Ya da evet, dediğiniz gibi yasımızı da tutamıyoruz…



“MUHAFAZAKAR MUHALİFLER, MUHALEFETİ GASP ETTİ”


Sürekli travmaya maruz kalan bir toplumuz ama yasta değiliz. Yasta olabilmek için kaybı kabullenmek gerekiyor. Freud şöyle diyor: “Ölünün simgesel olarak öldüğünü kabul ettiğiniz gün, yas sürecine girersiniz” Biz, ölünün ölü olduğunu, ölünün öldüğünü hiç kabul etmedik ki. Burada sorumluluk ve sorun nerededir? Muhalefettedir. Bizim muhalefetimiz, iktidardan daha aklı başında, daha mantıklı. Böyle bir saçmalık olabilir mi? İnsan, tuhaf bir varlıktır. İnsan, paradoksal bir varlıktır. İnsan, iki yüzlü bir varlıktır. Tuhaf bir varlığı, mantıklı olarak yorumladığınızda yasınızı inkar etmiş olursunuz. Biz arzuladıklarımızla, kınadıklarımızın aynı şeyi olan bir varlığız. Şimdi muhalefetiniz iktidardan daha mantıklıysa,  yas nasıl tutacaksınız? Bizim muhalefetimiz, iktidardan hep daha mantıklı. Göçmene karşı çıktı. Hepten muhafazakar. İktidardan daha muhafazakar bir muhalafet olabilir mi ya? İnsanın tuhaflığını vurgulamak varken, mantıklılığına vurgu yapılır mı? Mantıklılığına vurgu yapan muhafazakârlar var zaten. İnsan tuhaf bir varlıksa, tuhaflığı konuşmamız lazım. Biz tuhaflığı konuşmuyoruz ki. Yası tutmamızın önündeki en büyük engel, muhalefet rolünü üstlenenlerin iktidardan daha mantıklı olması. Aklıselim bir muhalefet, insanın hakikatine vurgu yapar. Muhalefet hakikat arayışıdır. 6,5 milyon Türkiyeli Avrupa'da yaşıyor ve sen göçe karşı çıkıyorsun. Pes! İkiyüzlülüğün bu kadarı olmaz!
Efendim 5 milyon Afgan ve Suriyeli Türkiye’ye gelmiş, ya 6,5 milyon Türk Almanya’ya gitmiş. Hiç mi utanma yok yani… Sen nasıl göçmene, mülteciye hakaret edersin, küçümsersin, aşağılarsın. Bence bizim sorunumuz iktidar değil, muhalefet.
Temel sorunumuz; muhafazakar muhaliflerin, muhalefeti gasp etmesidir. Yas ancak kaybın kabul edildiği gün başlar. Sen yangın gibi, Sivas Katliamı gibi, 2 Temmuz gibi elinde bir materyal varken, yangını kullanamıyorsun. Ya böyle beceriksiz bir muhalefet olabilir mi ya! Muhalefete “ülkenin önünü açın, bu beceriksizlikten vazgeçin” diyesim geliyor.




“BİRBİRİMİZE TUTUNABİLİRİZ, BU KAYIPLA BAŞA ÇIKABİLİRİZ”



Peki hocam bu “suçluluk” duygusana tekrar geleceğim. Bir izleyicimiz “gün içinde gülerken bile suçluluk duyuyorum” demişti. Bana da bu duygu bizim toplumumuzda normalde de olan bir refleksmiş gibi geliyor. Çok klişe bir şeyden bahsediyorum belki ama çok güldüğümüz bir günün ertesinde çok korkunç bir şey olacağından endişe duyarız ya. Sanki bu Ortadoğulu olmanın bir refleksi, ne derseniz?

Ya bu iktidarın söylemidir. Ülkenin en kıymetli ormanlarını kaybetmişsin, en güzel sahillerini kaybetmişsin, milyonlarca hayvan ölmüş, milyonlarca insan bundan etkilenmiş ve sen üzgünsün. E bunda tuhaflık yok ki. Tabii ki ya donakalacaksın ya üzüleceksin ya ağlayacaksın ya ağlayamayacaksın, bu çok normal bir şey. Bu iktidar dilidir. İktidar dili, hepimizi düzgünleştirir. Üzülmeyeceksin, ağlamayacaksın. Böyle bir saçmalık olur mu? Günlerdir bize yanan kaplumbağaları, yanan sincapları, yanan ağaçları gösteriyorlar. Yani bunun karşısında üzülmeyip, ağlamayıp, gözyaşı dökmeyip ne yapacaktık yani. Bundan daha sağlıklı bundan daha doğal bir davranış olabilir mi? Çok sağlıklı bir davranış. Bunu yok etmemiz gerekmiyor aksine sahip çıkmamız gerekiyor. Evet çok doğal, işe gidince elimiz-ayağımız işten kesilecek, arkadaşlarımızla konuşurken elimiz-ayağımız sohbetten kesilecek, gelecekle ilgili kaygılarımız korkularımız olacak. Bu sağlıklı bir reflekstir. Biz makine miyiz? Bu kadar dramı görüp hiçbir şey hissetmeyelim isteniyor. Bakın iktidar dili, işte böyle sakat bir dildir. Neyi düzelteceğiz? Niye düzelelim yani. En sevdiğim, en çok mutlu olduğum, en çok beğendiğim, eğlendiğim tatil beldesi-köy yok olmuş, ben üzülüyorum, ağlıyorum.. e niye düzelteyim ben şimdi bunu. Bundan daha önce sağlıklı bir davranış olabilir mi? Sağlıksızlık bizde değil, sağlıksızlık bizi düzeltmeye çalışanlarda. Düzeltmeye çalışan medyada, iktidar adına bizi düzeltmeye çalışan medyada sorun. Kaybın, kaybolmamış gibi davranılması sağlıksız bir davranıştır.
Evet, biz üzüleceğiz, ağlayacağız, canımız yanacak. Birbirimize tutunabiliriz, bu kayıpla başa çıkabiliriz. Ama muhalefet rolü oynayan iktidar arzusuyla başa çıkamayız.





“MUHALEFET HAKİKAT ARAYIŞIDIR, İKTİDAR ARAYIŞI DEĞİLDİR”


Muhalefet, hakikat arayışıdır, iktidar arayışı değildir. İktidar arayışındaki muhalefet, hakikati es geçmemize neden oluyor. Buna kapılmamamız, buna boyun eğmememiz gerekiyor.
Muhalefetin iktidar arzusundan vazgeçmesi ve hakikat arayışına girmesi gerekiyor. Bizim ülkemize has bir sorun yaşıyoruz biz. Çok indirgemeci davrandığımı düşünebilirsiniz. Ama benim hissettiğim, gördüğüm şey muhalefetin beceriksizliği…
İnsan, muhalefet milletvekillerini on beş dakika dinlemeye tahammül edemiyor. Yani ben iktidarın milletvekillerini on beş dakika değil, on beş saat bile dinleyebiliyorum. Çünkü, öfke beni orda tutuyor. Ama muhalefetin cahilliğine on beş dakika katlanamıyorum. Pes, gerçekten pes! İnsanın elinde bu kadar bilgi olur, hem de sorumluluk olmadan. Muhalefet kolay bir şeydir. Sorumluluğunuz yok, bilgi üreteceksiniz. Sorumluluğu yokken, bilgi üretemeyen bir muhalefet nedir, ıstıraptır ya. Ne şanssızız ya. Üstelik, işin ilginç yanı, sizinle aynı tarafta olduğu için desteklemek zorundasınız. Bir insana verilmiş en büyük cezadır ya.


Çok farklı bir yere kaysın istemem ama şöyle bir vurguyla bitirsek güzel olabilir belki.
Hümanizm dininin yaratmış olduğu; hayvanın, ormanın, doğanın tüm evrenin; insanın emrine amade olmuş olduğu düşüncesinden kurtulmamız lazım belki de. Ormanları tahrip ediyoruz, hayvanları tüketiyoruz, her şeyi tüketiyoruz, tüm canlılığı yok ediyoruz. Niye? Çünkü şey diye düşünüyoruz; bizim için, insanlar için var her şey…
Belki de bu duygudan kurtulmak bize biraz iyi gelecektir.
 

Ya o kadar önemli bir noktaya vurgu yaptınız ki… Hümanizm, iktidarın uzağına düşen muhalefetin dramıdır. Onların dramı, bizim de dramımız oluyor. Hümanizm, insanı merkeze koymak demektir. İnsanı merkeze koymak da din demektir. Ama bu böyle yumuşak geçişlerle yaşar. Hümanizm, liberalizm, solculuk… Bu yumuşak geçişler çok tehlikelidir. Şu anda karşı karşıya kaldığımız muhalefet de bunu çok iyi yapmış bir muhalefettir. O yüzden çok büyük bir tehlike altındayız. Çünkü bizim dilimizi bağlıyor. Hümanizm ne ya, böyle sapkın bir düşünce olabilir mi? Böyle faşizan bir düşünceyi bu kadar masum bir şeyini içine, Truva atının içine saklanabilir mi? Hümanizm, faşizmin diğer adıdır!

Bence burada karşı karşıya olduğumuz bir sorundan ziyade, ben iyi bir yerde olduğumuzu düşünüyorum. Mesela, siz genç bir gazeteci olarak, şu anda ikimiz konuşuyorsak, bu dünyanın iyi bir yere evrildiğini gösterir. On yıl önce size bu şansı vermezdi Hürriyet Gazetesi, açık konuşalım. Ama siz şu anda, sosyal medya ve onun getirdiği olanaklar sayesinde bu faşizan ve yıkıcı hiyerarşiden kurtarıyorsunuz kendinizi ve dolayısıyla beni de kurtarmış oluyorsunuz. Dolayısıyla ben kötü bir yerde olduğumuzu düşünmüyorum. İyi durumdayız, çok iyi bir durumdayız. Bu yirminci yüzyılın despotlarının korkusu, bizim korkacak bir şeyimiz yok ki. Giderek daha çok zayıflıyorlar, giderek daha çok güçsüzleşiyorlar. Onlar düşünsün, biz kazandık…Faşistler ve iktidarlar düşünsün. Biz kazanıyoruz, hep biz kazanacağız!

  

Podcast