Koronadan sonra Dünya: Ekonomi ve politika nasıl değişiyor?

Koronadan sonra Dünya: Ekonomi ve politika nasıl değişiyor?
Dünya Sağlık Örgütü, (WHO) Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan koronavirüsten kaynaklı hastalığa Covid-19 adını verdi ve hastalığın korkutucu derecede hızlı yayılmasıyla birlikte Covid-19, 12 Mart 2020’de pandemik bir hastalık olarak ilan edildi. Küresel düzeyde insan sağlığına tehdit olarak algılanan bu salgının hem devletlerin kendi iç dinamiklerinde hem de uluslararası düzeyde sarsıcı bir değişimin başlatıcısı olabileceği düşünülüyor.

Dünya Sağlık Örgütü, (WHO) Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan koronavirüsten kaynaklı hastalığa Covid-19 adını verdi ve hastalığın korkutucu derecede hızlı yayılmasıyla birlikte Covid-19, 12 Mart 2020’de pandemik bir hastalık olarak ilan edildi. Küresel düzeyde insan sağlığına tehdit olarak algılanan bu salgının hem devletlerin kendi iç dinamiklerinde hem de uluslararası düzeyde sarsıcı bir değişimin başlatıcısı olabileceği düşünülüyor.
Bugün büyük –küçük, gelişmiş veya gelişmekte olan bütün devletlerin gündeminde, bu salgının var olan küresel düzeni değiştirip değiştirmeyeceği endişesi ve tartışmaları var. Öncelikle tüm ülkelerin sağlık sistemlerini yeniden gözden geçirmeleri gerektiği ortaya çıktı. Çünkü bu salgında, birçok devletin sağlık sistemi yetersiz kaldı. Yine birçok ülkenin kriz yönetimi konusunda başarısız bir sınav verdiğini söyleyebiliriz. Özellikle popülist liderler, krizi yönetmekte ve politika üretmekte yetersiz kaldılar.

Önceki podcastimizde pandeminin Türkiye ekonomisine etkilerini ve bu etkilerin olası siyasi sonuçlarını ele almıştık. Bu podcastimizde ise daha küresel ölçekte bir değerlendirme yaparak covid-19 salgının dünya düzeninde yarattığı ve yaratacağı etkileri değerlendireceğiz.
Tüm bu değerlendirmelerin henüz bitmeyen bir süreçle alakalı olduğunu, bu sebeple daha çok tahmin ve analizlere dayanan değerIendirmeler olduğunu ifade etmekte fayda var. Dinamik bir süreç olduğu için de bu değerlendirmelerin ileride değişebileceğini belirterek başlayalım.

Küreselleşmenin bu kadar yaygın olması sebebiyle, yani dünyanın bir ucundan öbürüne geçmenin çok zor olmadığı bir dünya düzeninde salgının bu denli hızlı yayılması elbette çok olağan, fakat ne kadar çelişkilidir ki bu salgınla beraber en çok “küreselleşmenin sonu mu geliyor” tartışması gündeme geldi. Her ülkenin kendi içine çekilerek salgınla mücadelede bir yol haritası belirleme çabasına girme refleksi bu tartışmanın en çok referans gösterildiği konu oldu. Öte yandan normal koşullarda uluslararası sınırların açılması, vizesiz seyahatlerin yapılabilmesi için onca uğraşlar verilirken salgınla birlikte bir anda sınırların tamamen kapanması bu tartışmaya ivme kazandıran bir başka boyut oldu.
Siyaset bilimci Burak Bilgehan Özpek, küreselleşmenin daha çok artacağını düşünüyor:
“Küreselleşmenin sonu gelmiyor. Hatta bazı alanlarda küreselleşmenin daha çok hızını arttıracağını düşünebiliriz. Mesela sağlık konusunda uluslararası örgütler artık üye ülkelere daha fazla baskı yapabilirler. Çünkü herhangi bir ülkenin içinde yaşanan bir sağlık problemi diğer ülkeleri hızlı bir şekilde etkileyebiliyor. Dolayısıyla normların ve kuralların uluslararası toplum tarafından dayatıldığı, izlendiği, takip edildiği bir dönem yaşayabiliriz. Ancak bu küreleşmenin diğer boyutlarının da aynı şekilde ilerleyeceği anlamına gelmiyor. Öncelikli olarak bu kriz tabi ülkeler arasında çok hızlı bir şekilde yayılan virüsün varlığına işaret ettiği için sınır kontrolleri ya da ülkeler arası geçişkenlik önemli ölçüde azalacaktır. En azından bir süre yakın gelecekte böyle bir durumun oluşmasını bekleyebiliriz. Bu da küreselleşme açısından tabi önemli bir soruna işaret ediyor.”

Pandemiyle birlikte gündemden düşmeyen bir başka konu da küreselleşme olgusuyla iç içe değerlendirilen “kapitalist sistemin çöktüğü” tartışması oldu. Kapitalizm çöküyorsa yerine nasıl bir küresel düzen inşa edilecek?  Yoksa kapitalizm sürece rağmen daha mı güçlenecek? Uluslararası Ekonomi ve Siyaset stratejisti Cenk Sidar, DW’ye verdiği röportajda kapitalizmin sonunun geldiği tartışmalarını sansasyonel bulduğunu ifade ederek, kapitalizmin bir sermaye ekonomisi olduğunu ve sürece rağmen sermaye ekonomisinin güçlenerek devam edeceğini belirtiyor. Yani Sidar’a göre kapitalizm çökmediği gibi pandemi sürecinden güçlenerek çıkacak. Anadolu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Dr. Erhan Akdemir ise, pandemi sürecinin var olan bir tartışmayı gün yüzüne çıkardığını ifade ediyor.

“Bu tartışma kapitalist sistemin, küresel sistemin dünyanın ihtiyaçlarına tam olarak cevap verip veremeyeceğiyle ilgiliydi. Korona süreci içerisinde toplumların yaşamış olduğu rahatsızlıklar, eşitsizlikler kapitalist sisteme olan tepkiyi gün yüzüne çıkmasına vesile oldu. Kapitalist sistem dediğimiz Davos Zirvesi dediğimiz, Davos süreci dediğimiz sürecin karşısında yer alan Porto Alegre süreci ve taraftarları aslında bu dönemde küresel sistemde değişikliğin bir ihtiyaç olduğunun ortaya çıktığını söylemeye başladılar.”

Dr. Erhan Akdemir’in vurgu yaptığı Porto Alegre sürecinden biraz bahsedelim. Alternatif küreselleşme yanlılarının düzenledikleri Dünya Sosyal Forumu’nun 2001’deki ilk toplantısı ve 2002-2003’teki diğer toplantıları Brezilya’nın liman kentlerinden biri olan Porto Alegre’de yapıldı. Daha sonraki toplantılar farklı ülkelerde gerçekleşti. İşte bu Porto Alegre’de başlayan muhalif hareket şimdilerde İlerici Enternasyonal hareketiyle devam ediyor. Peki nedir bu ilerici Enternasyonal hareketi? 31 farklı ülkeden 50’yi aşkın danışmanın bir araya gelerek ortak küresel sorunlar karşısında ortak çözümler üretmeyi hedefleyen bir hareket olduğunu söyleyebiliriz. Girişimin web sitesi: https://progressive.international/  Siteye girdiğinizde şu cümleyle karşılaşıyorsunuz: “Dünyanın her yerinden ilerici güçler olarak birleşiyor, örgütleniyor ve harekete geçiyoruz”
Dünya nasıl değişmeli, nereye doğru değişmeli ve bu değişim noktasında ne yapabiliriz? Gibi soruları ve sorunları ortaya koymaya çalışan bu girişimi, sitesinden incelemenizi tavsiye ederim.
İçinde yazarların, düşünürlerin, bilim insanlarının olduğu danışma konseyi üyeleri arasında Türkiye’den HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü ve gazeteci-yazar Ece Temelkuran da var. Ece Temelkuran, geçtiğimiz günlerde Kısa Dalga’dan Kemal Göktaş’la yaptığı söyleşi de İlerici Enternasyonal’in aynı zamanda kapitalist sistemi değiştirmek istediğini de belirtiyor:

“İlerici hareketin bu dünyayı, kapitalizmi değiştirmek isteyen bu hareketin, aynı zamanda şimdi iklim sorunlarına da odaklanan bu hareketin, uluslararası düzeyde örgütlenmesi için yapılmış bir girişim. İlk toplantısı Eylül’de İzlanda’da olacak, İzlanda Başbakanı ev sahipliği yapılacak.
Dünyaya bugün baktığımızda, sanıyorum bu danışma kurulundaki elli kişi de bunun üzerinde hemfikir olacaktır. Ölmekte olan bir sistemin son çırpınışlarını görüyoruz. Ama bilirsiniz ki bir şeyler iyiye gitmeden önce hep daha da kötüye gider. Şimdi en kötü krizlerinden ve muhtemelen son krizlerinden bir tanesini yaşıyor kapitalizm. Dünya ister istemez başka bir sisteme geçecek. Geçmek zorunda kalacak. Ya reform yaparak ya da bu sistemi yıkarak. Bu sadece muhaliflerin söylediği bir şey değil. Bundan birkaç yıl önce Davos toplantısında gizli bir rapor ortaya çıkmıştı. Bu sistemin şanslı olanları, ayrıcalıklı olanları bile bu sistemin yürümeyeceğini söylüyorlardı o raporda.”

Kurucu ilkeleri arasında alternatif küreselcilik, toplumsal ekoloji, ekofeminizm, büyümeyi aşmak ve kapitalizmi aşmak olan İlerici hareket, Avrupa Birliği’nin mevcut kurumlarını reformdan geçirmesi gerektiğine de dikkat çekiyor. Bu yeni bir tartışma değil elbette ama pandemiyle birlikte, uluslararası iş birliklerine ve uluslararası örgütlere güven sarsıldı. Ve bu örgütlerin yapısal içerikleri, değerleri, gereklilikleri bir kez daha tartışmaya açıldı. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi krizine geç dahil olması veya salgınla mücadele noktasında alınacak bazı kararlarda üye devletlerle ortaklaşamaması bu tartışmanın bir parçasıydı. Yine Avrupa Birliği’nin üye devletlere beklenen yardımı ve desteği zamanında sağlayamaması tepkilere neden oldu. Akademisyen Erhan Akdemir, bu kurumların sorunları tek başlarına çözemediklerini ve küresel yönetişime ihtiyaç olduğunu vurguluyor:

“Yani çok uluslu şirketler, uluslararası örgütler özellikle, sorunları tek başına çözemediler. Çözecek gibi de durmuyorlar. Özellikle uluslararası örgütler, Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü gibi uzmanlık kuruluşları önemli bir sınava tabi tutuldular. Bu sınavı da çok iyi verdikleri söylenemez.
Avrupa Birliği gördüğümüz gibi krizin başında çok kötü bir sınav verdi. Her devlet kendi kabuğuna çekildi. Avrupa Birliği’ni hiç ağzına alan olmadı. İtalya, İspanya örneklerinde bunu çok net gördük. Bu da AB’nin varlığını ve ruhunu tartışılır oldu. Eğer AB kriz anında bile üyelere sahip çıkamayacaksa veya üyeler AB’nin sorunlarını çözebilecek bir araç olarak görmüyorlarsa o zaman Avrupa Birliği’ne olan ihtiyaç tartışılır hale geldi.
Yine koronavirüsün ortaya koyduğu diğer bir gerçeklik: Küresel yönetişime olan ihtiyaç. Devletler küresel bir salgınla küresel bir krizle mücadele ederlerken birbirlerine ihtiyaç olduğu, biraz önce bahsettiğimiz gibi karşılıklı bağımlılıkta olduğu gibi küresel yönetişim anlayışına sahip olmaları gerekiyor. Ve birbirleriyle dayanışma içerisinde olmaları gerekiyor.”

Bu pandeminin tam anlamıyla küresel düzeyde bir kaosa işaret ettiği muhakkak fakat bu küresel sorun karşısında devletlerden beklendiği gibi küresel bir iş birliği sağlanabilecek mi? Bu ihtimal bugünden pek mümkün gözükmüyor. Hatta uluslararası sistemde iki süper güç olan ABD ve Çin arasında artan gerginlikler kutuplaşmayı derinleştiriyor. Pandemi sürecinin başından beri ABD Başkanı Donald Trump virüsü Covid-19 yerine ısrarla Çin virüsü olarak niteliyor. Tepkilere rağmen bu ifadeden vazgeçmemesinin birkaç nedeni var. Birincisi, virüse ilişkin yaygın komplo teorilerinden biri olan virüsün Çin’de laboratuvar ortamında oluşturulduğu ve biyolojik silah olarak kullanmak istendiğine atıfta bulunuyor. Virüsün laboratuvar ortamında geliştirildiğine dair bilimsel açıdan herhangi bir delil yok. İkincisi virüs Çin’de ortaya çıktığı için, yaşanan bu krizinden Çin yönetimini sorumlu tutuyor ve Çin’i, virüsün yayılmasına engel olmak için gerekli önlemleri almamakla suçluyor.

Trump’ın Çin karşıtlığı yaratan bu tavrında yalnız olmadığını ve uluslararası ortamda Çin açısından olumsuz bir imajın yaratıldığını gözlemliyoruz. Üstelik salgından kaynaklı ölümler arttıkça uluslararası kamuoyunda Çin karşıtı bu kampanyanın kuvvetlenmesi de muhtemel. Oysaki akademisyen Burak Bilgehan Özpek’in de belirttiği gibi devletlerden küresel dayanışma ihtiyacına cevap vermeleri bekleniyor.

“Küresel liderlik rekabetinin artmasından ziyade küresel dayanışma ihtiyacının daha da artacağı kanaatindeyim. Yani bir güç savaşı, güç mücadelesi şeklinde okumaktan ziyade covid-19 sonrası herhangi bir krizin tüm insanlık açısından büyük bir sorun olduğu görülebilir ve bu da uluslararası dayanışma gibi kavramların önünü açabilir. Ancak baktığımız zaman uluslararası dayanışma kavramına vurgu yapan aktörün Çin olduğunu görüyoruz. Buna karşın ABD’nin daha milliyetçi ve daha devlet çıkarı üzerinden hareket ettiğini söyleyebiliriz. Çin’in önerisinin yani uluslararası dayanışmayı güçlendirme önerisinin başta da söylediğim gibi siyasi olmayan, kurallara bağlanması gereken ve denetlenmesi gereken bazı boyutları olduğu kanaatindeyim. Bu yerel hukukun denetlenmesi anlamına geliyor ki bildiğim kadarıyla Çin bu konu da pek fazla taviz vermek istemiyor. Yani sistemdeki diğer ülkeleri Çin’e karşı örgütlenmekten alıkoyacak şey ya da Çin’i bastırmaktan alıkoyacak şey, Çin’in de kendi iç hukukunu uluslararası hukuka uygun hale getirmesi.”

Pandemi atmosferi içinde devletlerin ekonomi sahasına aktif bir şekilde inmesi, kamu yönetimi bağlamında “büyük devlet” (devletin ekonomide büyük bir oyuncu olması) kavramının geri dönüşü olarak değerlendiriliyor. Sadece ekonomi sahasında değil, yaşamın her alanında devlet kontrolünün artmasını halk, kriz dönemlerinde daha kolay kabullenebilir. Çünkü hayati risk taşıyan böylesi bir kriz anında kaygılı olan bireyler çare üreten, çözüm bulan “güçlü” bir lider profili ister, bu yüzden de özgürlüklerine müdahale sayılabilecek uygulamaları ve artan devlet kapasitesini kabul edebilirler. Ancak Burak Bilgehan Özpek, pandemi bittikten sonra halkın, normal yaşama dönmek isteyerek bu denli devlet müdahalesini reddedebileceğini ifade ediyor.
Tabi bir de devlet müdahalesinin her ülkede benzer reaksiyonlar göstermediğini de belirtmeliyiz. Örneğin Çin’de sokağa çıkma yasakları hemen uygulanmaya başlanırken ABD’de çok daha az sınırlama getirilmesine rağmen durumu protesto eden gruplar oldu. Yine aynı şekilde bazı Avrupa devletlerinde benzer protestolar yapıldı. Her ülkenin kendine özgü koşulları var dolayısıyla her ülkeyi kenti konteksti içinde değerlendirmek gerekiyor.

“Özellikle alt yapısal iktidar dediğimiz yani devletin belirli hizmetleri sağlama kapasitesiyle alakalı olan ya da toplumun kılcal damarlarına sirayet edebilme kapasitesiyle alakalı olan konu çok önemli. Bu bazı demokratik ülkelerde var, bazı otoriter ülkelerde de var. Ama aynı şekilde bazı demokratik ülkelerde yok, bazı otoriter ülkelerde de yok. Mesela Almanya demokratik bir ülke olarak yapısal iktidarının çok kuvvetli olduğunu gösterdi. Yine aynı şekilde verilerin güvenli olduğunu düşünerek Çin’den de bu şekilde bahsedebiliriz. Ancak bazı demokratik ülkelerde bu yok. Mesela İtalya’da çok büyük kayıplar yaşandı. Alt yapısal iktidar konusunda önemli eksiklikleri olduğu ortaya çıktı. Yine otoriter ülke diye nitelendirebileceğimiz İran’da da alt yapısal iktidarın ne kadar zayıf olduğunu gördük. Dolayısıyla devletler kriz durumlarında kendilerine ihtiyacı olan vatandaşlarının imdadına koşabilmek için yönetme kapasitelerini arttırma yoluna gideceklerdir. Bu kamucu bir politikaya mı işaret eder ya da ekonomik paradigmanın dönüşümüne mi işaret eder bunu zamanla göreceğiz.

Genel itibariyle sürecin başında otokrat olarak bilinen yönetimler katı önlemlere başvururken, demokrat olarak tanımlanan yönetimler ise daha uzlaşmacı ve esnek politikalar belirlediler. Fakat süreç ilerlerken bazı demokratik ülkelerde de katı acil durum önlemlerinin alındığını gördük. Yani Burak Bilgehan Özpek’in işaret ettiği devletlerin yönetme kapasitelerini arttırmaları, beraberinde otoriter-totaliter rejimlerin güçleneceği ve baskıcı yönetim sistemlerinin yaygınlaşacağı yönünde bir tartışma gündeme getirdi.
Gazeteci Ruşen Çakır’ın Medyascope’daki programında gazeteci-akademisyen Gönül Tol bu tartışmayı şöyle değerlendiriyor:

Bu koronovirüsle mücadelede aslında otoriter rejimleri, popülist rejimleri daha otoriter bir yöne kaydırabilir tartışması var. İşte mesela Rusya örneği veriliyor. Rusya’da bu yılın başında bir yüz tanıma sistemi getirilmişti. Ve bu yöntemle data toplanıyordu. İşte 170 bin kamera bütün ülkenin çeşitli yerlerine yerleştirildi ve bu şekilde devletin bilgi topladığını, vatandaşlara dair bilgi toplama amacıyla böyle bir yüz tanıma sistemi geliştirilmişti. Bu geliştirildiği zaman çok tepki gördü. Hem toplumdan tepki gördü hem de insan hakları örgütlerinden tepki gördü. Hatta bazıları bunu mahkemeye taşıdı. Fakat geçen hafta, bu yüz tanıma sistemini kullanarak, Rusya koronavirüsle mücadele çerçevesinde, karantinayı ihlal eden 200 kişiyi anında, yani dışarı çıktıktan yarım dakika sonra tespit ettiğini söylüyor. Ve buna hiçbir toplumsal tepki oluşmadı.
Şimdi bu tur pratiklerin devamlı kılınacağından endişe ediyor insanlar. Yani otoriterliği derinleştireceğinden endişe duyuyor.”

Tartışmanın öbür boyutu da uygulanan katı baskı ve gözetim politikaları nedeniyle otoriter devletlerin salgını daha iyi kontrol altına alabildiği düşüncesiydi. Gönül Tol, bu argümana ilişkin otoriter bir sistem olarak ele alınan Çin örneği üzerinden bir değerlendirme yapıyor:

“Çin gibi ülkeler bu tür pandemilerle, bu tür birden ortaya çıkan, global krizlerle mücadelede çok daha etkili mi? Aslında resim her ne kadar Çin propagandası haline gelmiş olsa da Çin bunu söylüyor tam olarak, Aslında vakalara baktığımızda, çeşitli ülkelerin bununla nasıl mücadele ettiğine resmin böyle olmadığını görüyoruz. Birincisi Çin’de durum, Çin hükümetini söylediği kadar parlak değil. Paylaştığı dataların gerçekliğinden çok ciddi bir kesim şüphe ediyor. İkincisi de gerçekten bir rejimin nasıl bir rejim olduğu, yani demokrasi mi otoriter bir rejim mi bu gerçekten belirlemiyor. Koronavirüsle mücadelede bir ülkenin ne kadar etkili olup olmayacağını. Çünkü en başarılı virüsle mücadele eden ülkelere bakalım bunlar işte Güney Kore, Tayvan, Singapur bu ülkelere baktığımızda son derece başarılılar ve bunun ikisi Güney Kore ve Tayvan bunlar büyük demokrasiler. Bunlar son derece etkili ve hızlı çözümler geliştirdiler. Aynı şekilde Almanya ya da İtalya mesela bir demokrasi ülkesi fakat son derece başarısız bir şekilde bu mücadeleyi sürdürdü.”

Covid-19 pandemisi, insan yaşamını tehdit etmekle beraber, devletleri, uluslararası iş birliklerini, küresel ekonomik sistemleri ve diğer tüm etkileşimleri sarsarak belirsizlikle dolu bir sürece sebep oldu. Bu belirsizliklerin ve sarsıntının en büyük etkisi de ekonomi alanında yaşandı. Ekonomideki değişimin en önemli ayağı küresel tedarik zincirlerinde yaşandı. Bu kırılma küresel ekonominin nasıl ve ne boyutta devam edeceğinin belirlenmesi bakımından önemli. Bir önceki podcastimizde devletlerin küresel değil, ulusal tedarik zincirleri yaratma çabası içerisine gireceklerini belirtmiştik. Fakat her ülkenin altyapısı bu tedarik ağını oluşturmaya uygun değil. Peki ülkeler pandeminin sebep olduğu bu ekonomik krizi nasıl yönetecekler? Uluslararası Finans Uzmanı Dr. Murat Kubilay’ı dinliyoruz:

“Çin’de başlayan pandemi dünya geneline yayılmasaydı bile ekonomik etkileri bu şekilde yayılacaktı. İlk dönemlerde biz Çin’deki tedarikin yavaşlamasını ve finansal piyasalarda bir çalkantı oluşmasını beklerken bu tedarikten öte finansal yayılımlar daha güçlü oldu ve arkasından dünya genelinde salgının da yayılmasıyla birlikte küresel talepte bir eksilme oldu. Ekonomi tabi bir tarafı talep bir tarafı arz yani bir tarafın geliri olması lazım satın alabilmesi veya en fazla krediyle onu destekleyebilmesi lazım. Bu tabi kapanmaların, sosyal mesafe koymanın, evden çıkmamanın, karantinaya girmenin bedeli gelirde bir kayıp oldu. Yine küresel ticaret hacmi azaldığı için dünyadaki finansal risklilik arttığı için de aktivitede genel bir yavaşlama oldu. Ülkelerde bunu telafi etmek amacıyla 2008 krizinden beri yoğun bir şekilde uyguladıkları genişleyici para politikalarını uyguladılar. Faizler genel anlamada iyice düşürüldü. Yetmedi kısa vadede bankların risk durumuna düşmemesi için likidi de arttırıldı. Yani zorlu anlarda merkez bankaları onlara istedikleri kadar para vereceklerini garantisi verdiler. Yetmedi dünyanın genel anlamda bir merkez bankası denilebilecek bir kuruluşu IMF’de bu anlamda destek oldu. Yaklaşık bir trilyon dolarlık bir kredi hattımız var gerekirse özellikle gelişmekte olan ülkeler buna erişim sağlayabilirler dedi.”

Dr. M. Murat Kubilay’in belirttiği gibi ekonominin iki önemli ayağı olan arz ve talep dengesindeki değişim küresel ekonomide ciddi bir kırılmalara sebep oldu. Düşük maliyetli üretimiyle tedarik zincirinin en önemli ayağı olan Çin ve ileri teknoloji alanındaki hizmetler ya da toplam talepteki büyük rolüyle ABD yani küresel ekonominin arz-talep dengesinde iki başat rol olan ABD ve Çin’in pandemi krizinde ve sonrasında uygulayacakları ekonomi politikaları dünya ticaret savaşını nasıl etkileyecek?

“2008 krizinde Çin çok daha hızlı bir çıkış yaptı ama kendi para biriminden inanılmaz ötesi bir kredi genişlemesi yaşadı ve şuanda Çin özel sektörü özellikle finansal kesim özel sektörün borçluluk oranı çok çok yüksek. O kadar yüksek ki herhangi bir finansal türbülansta çok büyük iflasların yaşanması mümkün. Dolayısıyla eskisi gibi bir Çin’in devam etmesi mümkün değil.”
“Yani pandemi geride kaldığı zaman bile Çin eski haline gelmeyecek. ABD ise bir Avrupa bir Japonya’ya göre hala daha dinamizmini korusa da tabi ki Çin’in dinamizminin çok daha gerisindeydi. Yani artık ABD’nin de tıpkı bir Japonya ve Avrupa gibi yaşlanması belli bir dinamizminin kaybolma sürecini yaşayacağımızı düşünüyorum.”
“Kapitalizm, biraz önce de belirtmiştim, çok ucu ucuna giden bir sistemdi. Zaten biz bu ucu ucunanı olağanüstü önlemlerle uzatmıştık. Şimdi en çok onlara ihtiyaç olduğumuz dönemde cephanesiz silahsız kalmış olucaz. Dolayısıyla çok daha yeni bir forma doğru gitmemiz gerekiyor. Aksi takdirde ABD ve Çin’de başlayan yayılımlar, yani ben onu şöyle ifade edeyim; fillerin dövüşmesi özellikle ticaret savaşı esnasında çünkü ticaret savaşının daha hala ilk rauntlarındayız, biraz daha uzun olacak bir süreç. Filler bu şekilde dövüşürken başta Türkiye gibi dış açıklığı çok fazla olan ülkelerde veya kişi başına düşen gelir refahı oldukça düşük olan ülkelerde, yine Türkiye’nin de dahil olduğu, diğer gelişmekte olan ülkelerden bahsediyorum, çimenler olarak ezilmiş olacaklar. En büyük hasarı görmüş olacaklar.”

Geçmişten günümüze değerlendirdiğimizde, devletlerin kriz dönemlerinde uyguladıkları politikaların ekonomik paradigmada çeşitli değişimlere ve dönüşümlere sebebiyet verdiğini görüyoruz. Covid-19 pandemisiyle de böyle bir değişimin söz konusu olacağı öngörülüyor. Peki nasıl bir değişim bekleniyor? Kamucu politikalara, Keynesyen politikalara geri dönüş olacağını düşünen bir kesim var, neo-liberal politikaların ve kapitalizmin daha da güçleneceği yönünde bir dönüşümün olacağını düşünenler de var. Ekonomist Murat Kubilay pandemiden kaynaklı ekonomik paradigmada köklü bir değişimin olacağını söylemek için çok erken olduğunu belirtiyor:

“Pandemi tabi hiç daha önce yaşamadığımız yani 100 yıl önce de aktif makro ekonomik politikalar yoktu. İspanyol gribi varken zaten bir savaşın bitiminde daha farklı koşullar içerisinde gerçekleşmişti. Tabi bu da bizi farklı bir yere attı. Toplam talepteki büyük kesinti için Keynesyen politikalar uygulandı. Fakat buna da bir algının bütünüyle değiştiği yani ekonomik politikasının hegemonyasının değiştiği gözüyle bakmamak gerekiyor. Çünkü buna bakmak için devletçi uygulamaların gelmesi gerekiyor. Hâlbuki burada olağanüstü hallerde mevcut neo-liberal yapıya eklemlenmiş olan ülkelerin sadece özel bir koşul nedeniyle böyle bir taviz verdiklerini görüyoruz. Ciddi bir kamulaştırma yok, devletçi kalkınma hamleleri yok, sosyal devletin yeniden kurulmasına ilişkin hiçbir gelişme yok, arttırılan vergilerle, servet vergileriyle tekrardan gelir ve servet adaletinin sağlanması gibi bir durum kesinlikle yok. Dolayısıyla şu anki durumu 1930’lara benzetmek hatalı olabilir. Fakat şöyle bir durum da gerçekleşebilir eğer ki bu pandemi biraz daha uzarsa veya pandemi uzamasa bile pandeminin yarattığı ekonomik iklim uzarsa…
Bu doğrultuda eğer krizler bu şekilde uzarsa, devam ederse bu fakirleşme şirketlerin yapısındaki bu zayıflama devam ederse o zaman gerçekten biraz önce bahsetmiş olduğumuz Keynesyen tanıma daha uyan politikalar izleyebiliriz. Ama bence bunları söylemek için henüz erken.”

İlk podcastimizde belirttiğimiz gibi bu ekonomik etkilerin, her ülkenin kendine özgü koşulları içerisinde farklı siyasal sonuçları olacak. Bu siyasi sonuçları en erken, beklenen veya erkene alınacak seçimlerde göreceğiz.

Podcast