Koronavirüs gerçekleri: Nerede hata yaptık?
Test sayısı tartışmaları, normalleşme zamanlaması, sahadaki filyasyon çalışmalarının yetersiz olduğu, salgın bilgilerinin sağlıklı paylaşılmaması… Türkiye’de 11 Mart’ta açıklanan ilk vakadan bugüne kadar uygulamadaki eksiklikleri araştırdık, Türk Tabipler Birliği Covid 19- İzleme Kurulu üyesi Halk Sağlığı Uzmanı Uzmanı Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz ve Prof. Dr. Kayıhan Pala ile konuştuk.
Covid- 19 vaka sayısı dünya genelinde 42 milyona yaklaştı, hayatını kaybedenlerin sayısı ise 1 milyonu geçti. Günlük vaka sayısı artık 400 binler olarak ifade ediliyor. Bu ağır bilançoya rağmen, Dünya Sağlık Örgütü ‘salgın henüz zirve noktasına ulaşmadı’ uyarıları yapıyor. Pandemi tüm hızıyla devam ederken, her ülke salgını kontrol altına almak, etkisini azaltmak için birbirden farklı politikalar uyguluyor, yeni stratejiler geliştiriyor.
Olumlu adımlar
Türkiye de salgına karşı hazırlıksız yakalanan, vaka sayının en çok görüldüğü ülkeler sıralamasında ilk 20’de yer alıyor.
İlk vakanın resmi olarak duyurulduğu 11 Mart’tan bu yana, virüsün yayılımını engellemek için ülke genelinde bir dizi önlem alındı, vatandaşın kendi sağlığı ile ilgili sorumluluk alabilmesine yönelik adımlar atıldı. Pandeminin başlangıcında, hükümete muhalif kesimlerden dahi “Süreç iyi yönetiliyor” açıklamaları geldi. Özellikle Bilim Kurulu oluşturması, Çin’den uçakla getirilen Türk vatandaşlarının 14 gün boyunca karantinada tutulması ve okulların ivedilikle kapatılması doğru hamleler olarak değerlendirildi.
Maske, filyasyon, HES, karantina
Ancak uygulanan test politikaları, saha çalışması olarak tanımlanan filyasyon uygulaması pratikte yürümediği, HES uygulamasının güvenli veriler sunmadığı, seyahat kısıtlamalarının birdenbire kaldırılması, sinema, tiyatro ve düğün salonlarının yeniden faaliyete geçmesi, vatandaşa ucuz tatil imkanlarının sunulması ise çokça eleştirildi. Son olarak Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın “Her vaka hasta değildir. Çünkü testi pozitif çıktığı halde semptom göstermeyenler var” açıklaması da ciddi bir kırılma noktası oldu. Çünkü günlük Covid-19 verilerine test sonucu pozitif çıkan herkesin değil, sadece semptom gösterenlerin dahil edildiği ilan edilmiş oldu. “Doğrulanmış olguların tamamı sürecin en başından beri topluma yansıtılmadı” itirazları yükseldi.
Bu açıklamanın yankıları sürerken, İngiltere Türkiye’yi seyahat koridoru listesinden çıkararak “karantina uygulanacak ülkeler” arasına aldı. Gerekçe olarak ise “Türkiye’nin Sağlık Bakanlığı, Covid-19 vakalarını, uluslararası örgütlerin tanımından farklı şekilde yapıyor” dendi.
Türkiye’de ilk resmi vakanın açıklandığı tarihten bu yana, Türkiye salgınla mücadele sürecini nasıl yönetti, ne kadar başarılı oldu? Yapılması gereken neler yapılmadı ya da hangi kritik yanlışlara imza atıldı. HES’le kimler kayıt altında tutuluyor, veriler ne kadar güvenli ya da vatandaş için ne kadar caydırıcı? Filyasyon sistemi, vaka sayılarının artışının önüne geçilebildi mi? Eğitimin yeniden başlaması, okulları salgını yayan yeni kaynaklar haline mi getirdi?
Türkiye’nin pandemiyle sınavını Türk Tabipler Birliği Covid 19- İzleme Kurulu üyesi Halk Sağlığı Uzmanı Uzmanı Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz ve Prof. Dr. Kayıhan Pala ile konuştuk.
“Pandemi planı, Covid’e uyarlanmadı”
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim üyesi ve Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu Üyesi Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz, “21. yüzyılın ikinci pandemisi ile karşı karşıyayız ve aslında gerek dünya gerek bizim ülkemiz, influenza yani grip pandemisine hazırlık yapmışken bambaşka bir virüs pandemisiyle karşılaştı” diyor ve şu değerlendirmelerde bulunuyor:
“Grip pandemisi başka başka bir virüs ailesinden geliyor olsa da aslında pandemi hazırlıkları, üç aşağı beş yukarı aynıydı. Türkiye’nin şöyle bir şansı oldu Türkiye’nin 2019 yılı Aralık ayında, grip pandemi hazırlık planını güncellemişti. Ve biz aslında bir pandemi hazırlık planı ile pandemiye girmiş olduk. Ancak gördük ki, aslında grip pandemisine yönelik olarak hazırlanmış hazırlık planı, Covid’e adapte edilmedi.
“Testler tek merkezden yürüdü”
Türkiye uzun süre tek bir merkezden hastalık testlerini yürüttü. Ankara’daki Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir laboratuvarda yürütüldü. Çok az sayıda test yapıldı. Daha çok da yurtdışı bağlantılı olduğu söylenen vakaların ya da şüphelilerin testi yönüne gidildi. İşin ilginç yanı vaka sayısı artmasına rağmen, bu hiç de azımsanmayacak bir süre böyle devam etti, sonra sayı arttırıldı. 3 – 5 merkeze ama yine bölgelerin belli merkezlerinde ve illerde numune alınıp bu merkezlere iletilmesi ve burada test edilmesi şeklinde yürütüldü.
Bu hastalıkla mücadelede önemli noktalardan bir tanesi bu virüsü taşıyan kişileri bulmak onları bir an önce izolasyona almak. Bu virüsü taşıyan kesin kişilerin yakın temas ettiği insanları bularak onlara da karantina altına almak. Bu açıdan da test meselesi öne çıkan bir meseleydi.
Kaldı ki testle ilgili de yöntem tartışmaları hala sürüyor yani yapılan yaptığımız testte tanı değeri yüzde altmışlarda olan bir test. Yani virüsü taşıyan yüz kişinin 60’ını biz bu testte yakalayabiliyoruz, virüsü taşıdığı halde 40 kişiyi yakalayamıyoruz ancak elinizde başka bir tanı testi de yok.”
“117 bin test 117 bin kişi demek değil”
Doç. Dr. Yavuz, Türkiye’de günlük ortalama 117 bin test yapılmasıyla ilgili “Test kapasitesi olarak hiç fena değil bu sayı. Ancak daha çok arttırılabilir ama artırılırsa da biz bu testleri kimlere yapıyoruz, bilmiyoruz. Açıklanan 117 bin test günde, 117 bin kişi anlamına gelmiyor. Niye gelmiyor? Bir mükerrer yapılan testler var, iki Türkiye’de bu süreç içerisinde gördük ki, bazı gruplara düzenli test yapılıyor” dedi. Yavuz şöyle devam etti:
“Futbolcuya, TBMM’ye var sağlıkçıya yok”
“Futbol karşılaşmaları yakın teması olduğu için bir risk olarak görülebilir ve futbolcular da bir risk grubu olarak değerlendirilebilir belki bir ölçüde. Ancak o zaman diğer risk gruplarına niye yapmıyoruz? Örneğin sağlıkçılar, sağlık çalışanları bu hastalıkla ilgili topluma göre 12 ila 14 kat daha fazla risk altındadır. Özellikle Covid servislerinde, Covid polikliniklerinde çalışan, Covid hastası bakan sağlıkçılara düzenli test taraması yapılmıyor. Futbolcular risk grubu da sağlık çalışanları risk grubu değil mi o zaman.
Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde düzenli test yapıldığını okuduk, gördük. Bildiğim kadarıyla Cumhurbaşkanlık personeline yapıldı, bunu da bir resmi yetkili açıkladı. Şimdi böyle bir anlaşılmaz bir durumla karşı karşıyız. Bu taramalara hangi risk düzeylerine göre, neye göre karar veriliyor. Farklı bulaşıcılık açısından risk grupları var, çok fazla sayıda temas eden insanlarla çalışan gruplar var. Sonbaharla beraber, yükselişe geçtiğimiz bir dönemde sağlık çalışanlarının korunması sizin için çok stratejik bir konu. Artan vakalara hizmet verecek elinizde sağlık çalışanı yeterli sayıda bulamazsınız.”
“Ölümlerin bildirimi sıkıntılı”
Doç. Dr. Yavuz, hasta ve ölen sayıları konusundaki çelişkilere ilişkin de şunları söyledi:
“Dünya Sağlık Örgütü, COVID -19 bildirimi ile ilgili gerek vaka bildirimi ile ilgili gerekse de ölüm bildirimleriyle ilgili bir çerçeve oluşturdu. Aslına bakarsınız bütün ülkeler Dünya Sağlık Örgütü’ne sadece test pozitif olanları bildiriyor. O konuda Türkiye’nin de ayrı bir durumu yok. Ama mesela İngiltere veri açıklarken, sadece test pozitif de değil, testin negatif bile olsa klinik olarak Covid’e uyan ve olası vaka tanımını almış kişi sayılarını da açıklıyor.
Özellikle en önemli sıkıntılardan bir tanesi ölüm bildirimi. Dünya Sağlık Örgütü diyor ki, bu olası Covid yani testi negatif de olsa olası covid tanısı almış ve hayatını kaybetmiş olanların kaydını bu şekilde ölüm raporlarına yazın diyor. Türkiye mesela bunu şu ana kadar uygulamadı. Türkiye testi negatif olup olası kovid hayatını kaybetmiş kişileri birer pinomoni diye ölüm belgelerine kaybetti. O anlamda da tabii Türkiye’nin bu durumu uluslararası camiada eleştiriyle karşılanıyor. Evet bu anlamda da eğer bir de defansif bir tepki görüyor diğer ülkelerden.
“Bulaşıcılık kontrol altına alınamadı”
Türkiye’de mevcut durumda toplumsal bulaşıcılığı çok kontrol altına alınamadığını söyleyebiliriz rahatlıkla ama bu ilden ile değişiyor. Her ilde aynı düzeyde değil salgın ama son birkaç hafta içerisinde Türkiye’de genel bir artışın olduğunu da söylemek gerek. Sağlık Bakanlığının açıkladığı hani o hasta verilerine bakarak çok net olarak görülüyor.”
Prof. Dr. Pala: Hayal kırıklığına uğradık
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala ise “Başlangıçta Türkiye’nin pandemiye verdiği yanıtı değerlendirirken kullandığımız sözcükler cümleler ile şimdi arasında büyük bir fark oluştu” diyerek şunları söyledi:
“Bunun da en temel nedeni Sağlık Bakanlığı’nın 11 Mart’ta ilk doğrulanmış olguyu duyurduktan sonraki yaptığı açıklamaların aslında vakaların tümünü yansıtmadığının ortaya çıkmasıydı. Sağlık Bakanı özellikle Türk Tabipleri Birliği’nin ısrarlı, gözlemlerini dile getirmesinin nisan ayından beri doğrulanmış olguların tamamını topluma ve dünya Sağlık Örgütü’ne bildirmediğini, yalnızca kendisinin uygun bulduğu ve adına hasta dediği bir semptom gösterenlerin bildirildiğini açıklamış oldu ki bu bizim açımızdan gerçekten büyük bir hayal kırıklığıydı.
“Olumlu yanlarını söyledik”
Başlangıçta Sağlık Bakanlığı’nın özellikle Ocak ayında bir Bilim Kurulu oluşturma çabasını, hem de hastalık Türkiye’ye hemen girmesin diye bazı konularda çaba göstermesini olumlu bulmuştuk. Bunu da kamuoyu ile paylaştık. Örneğin Çin’den bir uçak dolusu Türkiyeli yurttaş, Türkiye’ye getirildiğinde uçaktan bunlar özel giysilerle alınıp bir hastanede 14 gün boyunca karantinada tutulmuşlardı bunları olumlu bulduğumuzu söylemiştik.
Okulların kapatılması da doğru bir yaklaşımdı. Türkiye’de okulların açılmasının ilk ilan edildiği tarihte yapılmayı sonrasında açılmasını da ben doğru bir karar olarak görüyorum.”
“Okullar salgının yeni kaynaklarına dönüşebilir”
Prof. Dr. Pala, bu noktada okulların açılmasıyla ilgili sıkıntılar olduğunu vurgulayarak, şöyle devam ediyor:
“Okulların açılması için gereksinim duyulan koşullar buna ilişkin parametrelerle ilgili ortada net bir yaklaşım söz konusu değil.
Açıklananların da yerine getirilmemesi, bugün itibariyle okulları da Türkiye’de salgının yeni kaynakları biçimine dönüştürme potansiyeline sahiptir. Bir örnek vereyim. Örneğin Sağlık Bakanlığı rehberinde okullar açılırken bir derslikte en fazla 15 öğrencinin bulundurulması gerektiğinden söz ediliyor. Oysa gözlemlerimiz, bize ulaşan bilgiler henüz 15 öğrenciye kadar bir azalma olmadığını çok net ortaya koyuyor. Her bir kişi için en az 4 metrekarelik bir alan yaratılması yaklaşımı da hayatta kendine yer bulabilmiş değil, özellikle kamu okullarında yeterince dezenfektan malzeme sağlanması ve okulların belirtilen sıklıklarla temizlenebilmesi yaklaşımında da eksiklikler oldu.
Okullar açıldıktan bir hafta sonraki döneme bakacak olursanız bize ulaşan bilgiler özellikle İstanbul, Bursa gibi kentlerde de okullarda görülen olguların özellikle çocuklar düzeyinde değil ama o çocuklar sayesinde, birlikte yaşadığı insanları etkilemiş olabileceğini bize gösteriyor.”
“Bakanlık filyasyona 18 Nisan’a kadar başlamamış”
“Filyasyon olan ama uygulamada olmayan bir yaklaşımla karşı karşıyayız” diyen Prof. Dr. Pala’nın değerlendirmeleri şu şekilde:
“Filyasyon hastalığın kimden geçtiğinin kaynağının araştırılmasıdır. Hekimler evlere gittiklerinde biraz temaslı takibi yapar duruma düştüler, ilaç götüren ve temaslı takip yapan birimler biçiminde çalışıyorlar oysa daha en başından biz hastalığın kimden bulaştığının kaynağını bularak, özellikle süper bulaştırcılar denilen kaynaklara daha fazla önem göstererek, o kaynakların başka insanlara bulaştırmasının önüne geçmemiz gerekirdi.
Bakın dramatik bir veri. Bundan iki ay kadar önceydi Sağlık Bakanlığı Bakan Yardımcısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Sağlık Komisyonu’nda, pandemi ile ilgili bir sunum yaptı. Biz de orada öğrendik ki, Türkiye aslında filyasyon çalışmalarına 18 Nisan’a kadar başlayamamış. Düşünün. Siz ilk vakayı 11 Mart’ta tespit ediyorsunuz ve kamuoyuna açıklıyorsunuz ki bunun gecikmiş bir vaka olduğu, aslında Şubatın ikinci üçüncü haftasından itibaren Türkiye’de vakalar olduğu tartışılıyor, o tartışmayı bir kenara bırakarak söylüyorum. 11 Mart’tan ancak 5 hafta sonra sahaya filyasyon ekiplerinizi çıkartabiliyorsunuz ki bu da hem kaynak bulmada, hem de temaslı takibinde çok geç kalındığını gösteren önemli bir sorun.”
“Sağlık iletişimi eksik kaldı”
Prof. Dr. Pala, salgın sürecinde bilgilerin sadece Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından duyurulmasının da eleştiriyor:
“Bu tip salgınlarda, salgının yönetilmesi aşamasında, tarafların katılımı büyük önem taşımaktadır. Hatta Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği biçimde pandemi hazırlık eylem planlarında, meslek örgütlerinin de bu sürece katılması önemsenmiştir. Oysa Covid 19 pandemisi sırasında Sağlık Bakanlığı ne merkezi düzeyde ne de yerel düzeyde, ne tabip odalarını ne de diğer sağlık meslek örgütlerini bu sürece katmadı. Böyle olunca da ister istemez bu hizmeti sunanlar arasında bir yabancılaşma oldu ve sağlık Bakanlığı’nın sağlık iletişimi, eksik kaldı.”
“Her yer açılınca vatandaş sorun yok sandı”
Prof. Dr. Pala’nın açılma ve normalleşme sürecine dair görüşleri ise şöyle:
“Sağlık iletişimi yetersiz kalınca yurttaşın bu hastalıkla ilgili algısı da maalesef düşük kaldı. Öyle ki, Haziran başında hükümet, insanlara ucuz kredilerle tatil olanağı sağlamaya dönük girişimlerde bulundu. Ucuz krediler vererek, siz tatil olanağı sağlamaya çalışırsanız, vatandaş da ister istemez sanki ciddi bir sorun yokmuş gibi algıya kapılabilir. Nitekim de öyle oldu. Türkiye’deki erken açılma ve her yerin hemen hemen birdenbire açılması vatandaşta ‘ciddi bir sorunla karşı karşıya değiliz’ algısı oluşmasına katkıda bulundu. Özellikle 11 Mayıs’ta büyük kapalı alanların, yani alışveriş merkezlerinin açılması ki o tarihte parklar bile yurttaşın girişine kapalıydı. İnsanlarda sanki bir sorun yokmuş algısının gelişmesine yol açtı.
1 Haziran’da da topyekün bir açılma olunca, bütün ticari alanlar, bütün kamuya açık alanlar, herkesin kolayllıkla giriş çıkış yapabildiği yerler biçimine dönüşünce, şehirlerarası yolculuk sınırlaması kaldırılınca ve yurtdışında da turist gelsin de nasıl gelirse gelsin yaklaşımı benimsenince vatandaş da sorun yokmuş algısına kapıldı.
Virüsün en uzun kuluçka süresi 14 gün olarak kabul ediliyor. Biz en azından 14 gün bir tam kapanmanın olması gerektiğinin iyi olacağını düşünüyorduk en başında. Hafta sonları yalnızca kapanma yerine bu virüsün en uzun kuluçka süresi olan 14 gün boyunca mümkünse bunu ikiyle çarparak 28 gün boyunca bir genel kapanmayı yapabilsek, sonra da her yeri aynı anda açmak yerine başta küçük işletmeleri açmaktan başlayarak bir periyodik açma takvimi oluşturabilsek.
“Ticari endişeler ön plana çıktı”
Şunu anlatmak çok zorlandık. Trafik kazalarındaki ölümler insanların zihninde derin yara bırakır. 2018 yılında, olay yeri ve sırasında trafik kazalarında ölenlerin sayısı yaklaşık 6 bin 100 kişi. Oysa pandeminin yedinci ayında Türkiye’de ölüm sayısı 9 bini geçti ve daha nereye gideceğini bilmiyoruz. Bu 9 bin resmi açıklanan rakamlar. Aslında bu hastalık sırasında ölüm belgesine bulaşıcı hastalık yazılarak defnedilen daha fazla sayıda insanın var olduğunu da biliyoruz. Ölümler bu kadar yüksekken, ağır hastalar, yoğun bakımda yatanlar, entübe edilenler, hastanede yatmak zorunda kalanlar bu kadar hızlı artarken maalesef biz ticari birtakım endişelerin daha ön plana çıkıyor olması nedeniyle ki bizzat Sağlık Bakanı da bunu sosyal medya hesabından paylaştı yeterince sorunun ciddiyetini anlatmakta başarılı olamadık.”
“Maskenin malzemesi önemli”
“Maske enfeksiyon hastalıklarının önlenmesinde çok önemli bir yere sahip. Ama maskenin niteliği ile birlikte bunu tartışmamız gerekir” diyen Prof. Dr. Pala, şöyle devam ediyor:
“ Türkiye’deki bazı çalışmalar, Türkiye’de kullanıma sunulan bazı maskelerin bir bölümünde nitelik sorununa ilişkin iddiaları gündeme getiriyor. Ama elimizde net bir veri yok bu konuda. Maskenin hangi malzemeden yapıldığı, ne içerdiği önemli. Bir yandan insanları bir virüsün girişinden önlemek isterken öte yandan çok niteliksiz içinde bolca kimyasal bulunan bir malzemeyi solumak zorunda bırakmamak gerekir. Standarda uygun malzemenin dağıtıldığı güvencesinin kamu eliyle verilmesi gerek.
“Tek başına maske yetmez”
Ben bu hastalıktan korunma sırasında birinci sıraya maskenin korunmasını da doğru bulmayanlardanım. Asıl fiziksel mesafeyi ciddi bir şekilde ön plana çıkarmamız lazım. Tek başına maskenin yetmediği çok açık. Bugune kadar 50’nin üzerinde hekim hayatını kaybetti bu hastalıktan hepsi de maske takıyorlardı. Tek başına maske ile bu sorunu çözemeyiz. Hem maske olacak hem de fiziksel mesafe olacak, hem de kişisel hijyeninize dikkat edeceksiniz. Bunlarının üçünün bir arada olması bile yetmeyebilir. Eğer çok ciddi bir virüs yüküyle karşı karşıyaysanız. Ama maske takın devam edin kapalı alanlarda sıkıntı yoktur anlayışını ortadan kaldırmalıyız.
En başta konuştuğumuz sağlık iletişimin eksiliğinin etkisi var. Biz insanlara bu hastalıktan korunmak için hem henüz herhangi bir ilacın olmadığını hem de aşının olmadığını iyi anlatsak, bu hastalıkla ilgili ölüm riskinin epeyce ciddiye alınması gereken, özellikle risk grubundakiler için bir risk olduğunu anlatabilsek bunun üzerine de maskeyi nasıl kullanacak, hangi maskeyi kullanacak, nerede kullanacak bunu anlatabilsek durum farklı olabilirdi.
“Ölüm oranı düşüyor ama”
Pandemi bütün hızıyla devam ediyor. Önümüzdeki aylarda da epidemiyoloji bilimiyle uğraşanların ortak görüşü hızını artırarak devam etme potansiyelinin olduğu. Burada sevindiren şey ilk aylara göre henüz ölümler o kadar yüksek değil ama orada da bir risk var. Dolayısıyla tüm dündaya ve Türkiye’de bu hastalık gittikçe artarak kendini gösterirken her birimizin dikkat etmesinde yarar var. “
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.