NİLAY ÖRNEK ANLATIYOR: "KİMLERİN KORKAKLIKLARINI GÖRMEDİK?"
Time Code’un bu bölümünde Yeşim Özdemir’in konuğu gazeteci, yazar, podcaster Nilay Örnek…
?Uzun yıllardan beri medya sektörünün içinde olan Nilay Örnek, “Nasıl Olunur?” podcast serisiyle geniş kitlelere ulaşıyor. Yeşim Özdemir, Nilay Örnek ile medyada geçen 26 yılını, Akşam Gazetesi’nden kovuluşunu, Vatan’dan istifa edişini, inişlerini-çıkışlarını, küskünlüklerini ama yine de her daim umutlu olma hallerini konuştu...
"KOVULDUKTAN SONRA TANINDIM”
Gazete, dergi, televizyon, internet yayıncılığı gibi birçok farklı alanda; editörlükten program sunuculuğuna, köşe yazarlığından yöneticiliğe kadar pek çok farklı pozisyonda çalıştınız. 26 yıllık bir medya geçmişiniz var. Ancak birçok kişi sizi “Nasıl Olunur?” podcast serisi ile tanımaya başladı. Siz de katıldığınız bir yayında diyorsunuz ki “Nasıl Olunur podcast serisi ve Bütün İyiler Biraz Küskündür kitabımla anlaşıldığımı düşünüyorum” medyada geçen bu 26 yılda anlaşılamadığınızı mı düşünüyorsunuz?
Tanınmak ve anlaşılmak farklı şeyler ya, ben tam bir anlaşılmayı kast ediyor olabilirim orada. Tanınmak da var aslında. Aslında çok doğal öncesinin bilinmemesi. Ben 1995 yazında Sabah Gazetesi’nde çalışmaya başladım. Beş yıl orda çalıştım, sekiz yıl Milliyet, iki buçuk yıl Habertürk var, Akşam var, Vatan internet var, Sözcü var, bir dolu dergi de var, televizyon programı da var. Ama hep şunu söylüyorum; hep “bu işle devam edeceğim” dediğim şeyden kovulduktan sonra daha çok tanındığım için bu durumu çok iyi anlayabiliyorum. Benim asıl işim yazı işleridir. Editörlük yaptım, yazarlık yaptım. Aslında yazarlıkta da insanlar tanınır da benim öyle bi yazarlık tipim yoktu. Daha çok masa başı işler, daha çok geriden gelen, insanların isimlerimizi bilmediği işler yaptığımız için… 18 yıl öyle çalıştım. Daha sonra Gezi oldu, medya değişti. Ya yeniden iş bulamazsam diye Vatan interneti yaparken aynı zamanda bir televizyon programına evet dedim, o televizyon programı bi tanınmadı. Ama insanlar birden tanıdıkları insanlara, birden oldu gibi bakıyor olabilirler. Yani şimdi “Şehirli Sofralar” televizyonda bir kadın beliriyor onlar için değil mi? Ama o zamana kadar bunun bir bilgi birikimi var, donanım var, o var, bu var. Onları ne kadar yansıtabildim, o allah için soru :)
Çünkü televizyonculuk bambaşka bir iş. İlk dönemlerde çok anlaşılamadığımı düşünüyorum. “Bu kız instagramer mı yoksa Şehirli Sofralar’da televizyoncu mu, kimdir nedir?” Birden duydukları bir isim gibi.
Sonuçta kitapla daha sonra da Nasıl Olunur? ile ben kendimi yansımış görüyorum. İnsanlarla konuşurken benim kafamı anladıklarını hissediyorum. Gazetelerde buna çok imkan yoktu. Ama bu programlar uzun uzun dinlenen, bakılan işler ya, insanlar senin ses tonunu, yaklaşımını, kafanı çok iyi anlıyorlar.
“BİZİ HEDEF GÖSTERMEYE BAŞLADILAR”
Birçok medya kurumu saydık, Sabah, Milliyet, Habertürk, Akşam, Vatan, Sözcü gibi bunlardan Akşam Gazetesi önemli, çünkü orada Temmuz 2013’te işinize son verildi. Gezi dönemine denk geldiği için önemli. Sizin gibi birçok gazetecinin de işine son verildiği bir dönemdi. Ve hem Türkiye medyası adına hem de gazeteciler adına belki de bir dönüm noktasıydı. Sizin için de bir dönüm noktası mıydı?
Gezi tabi ki bir dönem noktası. Herkes için bence öyle. Yani bu ateşten payını almamış gibi görünen insanlar için bile öyle. Halk için öyle yani okuyucu için öyle, hepimiz için yani gezi bambaşka. Bizler haber yapan insanlar olarak etkilendik; işsiz kaldık, daha beteri mesleksiz kaldık. Ama okuyucu da çok etkilendi, iletişim fakültesinde okuyanlar-okuyacaklar etkilendi, geleceğin medyası etkilendi. Bizler gazetelerde gazeteciliği öğrendik. Şimdi hangi genç, nerede gazeteciliği öğrenebilecek-öğrenebiliyor? Bu büyük bir soru işareti…
Ben Gezi’den apoletler takmak diyorum ben ona, hiç sevmedim bir şey. Bizim Akşam’daki durumumuz biraz şöyleydi; TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) çoktan gazetenin yönetimini ele almıştı. Onun için bizler ilk kovulanlar olduk.
Rahmetli, canım arkadaşım Sevim Gözay mesela, Tuğçe Tatari, ben…
İlk önce İsmail Küçükkaya gitti ve o gittikten, gideceği haberleri çıktıktan bir saat sonra, bizler hakkında haberler çıktı. “Bunlar da şuncu-buncu, işte gidecekler mi?” falan gibi… Birtakım siteler bizi hedef göstermeye başladı. Ben hafta sonu eklerinin başındaydım ve bütün eklerin yayın yönetmeniydim. Ekibim de vardı. Köşede yazıyordum ama sadece köşe yazarı değildim. Ben biraz daha kaldım Sevim ve Tuğçe’den. Daha sonra ekip teker teker bizden başladı, yani akşam gazetesinden. Sonra ismi duyulmayan da pek çok arkadaşımız gitti. Okuyucunun ismini bilmediği insanlar da işsiz kaldılar, tazminatlarını bıraktılar, kimi istifa etmek zorunda kaldı-bırakıldı. Hepimizin hayatı değişti.
“MAAŞLARIMIZI İKİ AY SONRA ALIYORDUK”
Benim açımdansa o kadar çok şey var ki Yeşim Hanım, hangi birini söyleyeyim :)
Belki de o gazetelerden öyle ayrılmasaydık daha da devam ettirirdik. Ben Allah için işimi çok seviyorumdum. Hafta sonu eki yapmak özellikle. Yani insanlar hep bir arayış içinde oluyor ya; kendi mesleki hayatı için de öyle, bir eş bulmak da bu arayış olabilir, evini bulmak da arayış olabilir, işini bulmak da. Ben işimi bulduğumu gerçekten düşünüyorum. Gazetecilik hakikaten benim çok çok sevdiğim, hayatımın anlamı diyebileceğim işlerden biri oldu. Çünkü çok merak içeren bir şeydir, yazı içeren bir şeydir, soru sormaya fırsat veren bir iştir gazetecilik ve “bakın böyle bir şey de var” demek için de iyidir ve adalet arayışı için de iyidir. Bu çok güzel bir iş değil mi? Sadece saydığım birkaç özelliğiyle bile…
Ben editörlük de yaptım, muhabirlik de yaptım ne bileyim konsere gittim onun yazısını da yazdım. Ama Gezi’den sonra şöyle bir şey oluyor; bütün o kaslarını geliştiriyorsun ve fakat bu zorla oluyor, kolay olmuyor tabii ki. Şunu kastediyorum; istemezdim aslında öyle olsun. Tak diye düştük ve bu kadar da büyük bir düşüş olacağını insan düşünmüyor. Birden koparılıyorsun, kendi sevdiğin meslekten.
Ekibimiz çok güzeldi Akşam’da mesela. Teknik şartlarımız çok kötüydü, maaşlarımızı iki ay sonra alıyorduk ki TMSF onun için gazetenin başına gelmişti zaten, devlet ondan el koymuştu. Bunlara rağmen biz, her türlü imkanı olan en bilindik hafta sonu ekleriyle yarışıyorduk.
“GEZİCİLİK İŞ BULAMAMAK DEMEKTİ”
Tabi ilk önce şaşırma süreci oluyor. Gururla ayrılıyorsun oradan. Ondan sonra şaşırma dönemi yaşıyorsun ki ben böyle şeylere çok kendini hazırlayan bir insanımdır. İşi aniden bırakma, ne bileyim kovulma, tak diye kızıp çantanı toplayıp gitme… Böyle hikayelerle büyümüşümdür ya da kendimi öyle alıştırmışımdır. Buna hazırlıklı olmama rağmen şöyle bir şey oldu; Gezi sadece işsizlik değil, mesleksizlik değil bir de sana bir damga vuruyor. Şimdi öyle bir damgamız kalmadı ama Gezicilik iş bulamamak demekti. Şunu hatırlıyorum bu çok söylediğim bir örnektir ama daha iyi anlaşılsın diye. Benim hobilerim var, meraklarım var. Bunlarla ilgili yazılar de yazabiliyorum ve hiç de şey bir insan değilimdir “ya yöneticiydim orda, ben iki kuruş için şuraya da yazı yazmayayım” öyle bir insan değilim. Şurada kahve de yaparım, burada giderim yer de temizlerim. Ne gerekiyorsa yaparım, o anda hayatımı idame ettirmek için.
“KİMLERİN KORKAKLIKLARINI GÖRMEDİK?”
O dönem, ya bir içecek firmasının yeme-içme bilmem ne bloğunun bir yerine yemek kültürü yazısı yazacağım. Orada bile Gezici olduk. Burada Gezici olduk, orada gezici olduk. Çünkü şirketler de diyorlar ki “ay bizimle ilişkisi olmasın” Ya kardeşim, ben kimim neyim? Yani “yazdığıma bak, çizdiğime bak, bana bak” diyemiyorsun. Böyle bir damgalanma, böyle bir saçmalık söz konusuydu. O zor geçti açıkçası ve hani böyle demokrat geçinen insanlar ya da tavırlarını daha önce beğendiğimizi düşündüğümüz insanlar… Kimlerin korkaklıklarını görmedik? Ben 30 yaşımda bir genç kadın olarak korkmuyorum da sen şirket yani tabi şirketin geçindirdiği şey çok da, büyük konuşan bazı insanlar için söylüyorum. Çok gözümden düşen insan oldu. Onları görmek falan çok kötüydü.
Ben şu an keyifliyim tabi ki bulunduğum durumdan. Yine kendi işimi yapabiliyorum, insanlar anlıyor, okuyorlar, dinliyorlar. Keşke hepimiz hak ettiğimizi alabilsek.
Sektör değiştirmek istemeden, sektör değiştirmek zorunda kalan, mutsuz olan arkadaşlarımı görüyorum ve buna çok üzülüyorum. Çünkü ülkede, yeteneğin ziyan olması durumu beni en en en çok üzen şeylerden biridir. Ben bunu başkalarına yaptırmamaya çalışırım. Birinde bir yetenek görüyorsam, oradan buradan söylemeye, bağırmaya, o insanı göstermeye çalışırım. Birçok gazeteci arkadaşım, yeteneklerinin harcandığını düşünüyorlardır. Bunu kafalarında böyle bir cümle olarak kurmasalar bile hissediyorlardır. Ve o his kötü bir şey, ben de çok hissettim. O beni çok kötü hissettirdi. Çünkü genç yaşındasınız, üretken yaşındasınız, aklınız-fikriniz var, okuyorsunuz, akmak istiyorsunuz ve akacak kanalınız yok, dinleyici yok, alan yok.
“TRAJEDİ ZAMAN=KOMEDİ”
Nasıl Olunur? podcast serinizle ilgili çok uzun olduğu yönünde eleştireler gördüm, size de geliyor bu eleştiriler hatta geçtiğimiz günlerde o eleştirilere Twitter’dan şöyle bir yanıt vermiştiniz:
“Bir podcaste iki saat diye isyan etmek ‘benim eve gitmem lazım, dansı durdurun, partiyi erken bitirin, siz de evlere dağılın’ demeye benziyor benim için”
Ne düşünüyorsunuz bu eleştirilerle ilgili? Bir podcast’ın uzunluğu ne kadar olmalı sizce?
Herkesin podcasti kendine, herkesin dinleyicisi kendine. Kim nasıl istiyorsa onu yapsın. Bunun bir kanunu, kuralı yok. Bu yolla ilgili yani Apple’la başlayan bişey ya aslında. iPod’ların içine konulan, bir yayın türü. Bu yayınlar nerede dinleniyor? Kim dinliyor vs önemli. Ve şöyle bir şey kovalıyorsak; çok üreteyim, çok dinlensin, üst sıralarda olsun… Onbeş dakika, yirmi dakika aslında çok kolay. Belki insanların dinlemesi için de çok kolay ama insanlar ne istiyor diye ben bir şey yapmaya çok da gönüllü değilim. İnsanlar artık, üç dakikalık şarkıyı ileri alarak dinliyorlarmış. Yani üç dakikalık şarkıya, müziğe dayanamıyorlar. Biz onların istediğine göre bir şey yapmaya kalkarsak, yandık! Herkes kendi istediğine göre bir şey yapacak, kendi tarzına göre bir şey yapacak beğenen beğenecek, alan alacak gibi bir durum var. Tabii ki yirmi dakikalık yayınlar kısa metro yolculukları için iyidir, dinlemesi daha kolaydır, algı şaşmıyordur, hele eğlenceli yayınlar için daha iyidir. Ama en basit tarafı, yapıcısı için daha kolaydır. Ben o kadar uzun vakit harcıyorum ki bir yayın için yani zaten tercih edilebilir bir şey olamaz. Biliyorsunuz podcastlerden öyle dinlenmeye göre para da kazanmıyorsunuz. Yani uzun olunca daha fazla para kazanmıyorsunuz, daha çok dinlendi diye daha fazla para kazanmıyorsunuz. Ancak reklam alırsanız, işte sponsorlar olabilir.
Eleştirelere gelince, isteyen dinler isteyen bölüp de dinler. Bir saatini, bir yere giderken dinlersiniz, dönerken diğer saatini dinlersiniz. Parti bezetmesi yapmam o. "Hani partiyi bitirin de biz de gidelim” diyorlar gibi geliyor. Eğlence devam ediyor. Sen istersen kal, erken gitmen gerekirse git, aklın orda kalmasın.
Ben kayıt tutmak için yapıyorum, artık ondan çok eminim. Biraz meslekleri merak ettiğimden, biraz insanlara faydalı olsun dediğimden. Demin sizin anlattığınız o mesleki dönüşüm, düşmeler kalkmalar var ya, ben tabi özet geçiyorum ama genel bir kural; trajedi artı zaman, eşittir komedi. Şu anda ben bunları gülerek anlatıyorum ama yaşarken çok da komik ya da rahat aşılabilir şeyler değildi. Pek çok insan benim gibi hissedebilir diye ben bu yayınları yapıyorum.
HALA BU ÜLKEDEN GİTMEK İSTİYOR MUSUNUZ?
Sözcü Gazetesi’nde, Ekim 2015’te yazdığınız bir yazı vardı. “Anne üzgünüm ama ben bu ülkeden gitmek istiyorum” başlıklı bir yazı ve bu yazıyı Ankara garı patlamasından sonra yazıyorsunuz. Çok da güzel, duygu yüklü bir yazı.
Hala bu ülkeden gitmek istiyor musunuz?
Zaten o yazı şöyle başlıyor; “gitmek istiyorum, istemiyorum” ya yani o yazıda böyle her satır arası çok büyük bi acı var. Tabii ki ben gitmek istemiyorum aslında. Hakikaten yani şurama geliyor vardır ya yani deliriyorum, çok üzülüyorum, çok canım sıkılıyor ve buna dayanamadığım haller oluyor. Şimdi orada ekonomik bir sıkıntının ötesinde insan ölümü vardı. Pek çok olaya tanık olduk maalesef, pek çok ölüme tanık olduk burada hemen Beşiktaş stadının buradaki saldırılar, o Ankara garı. Özellikle o Ankara garı saldırısını öyle iyi hatırlıyorum ki. Bir yere gidiyoruz, elimde bir gömlek var, giyicem, giyemiyorum. Birden elimde o gömlek, bir buçuk saat falan sıka sıka ağladığımı hatırlıyorum. O kadar üzüldüm ki. Ya ne yapıyoruz biz bu ülkede? Tabii ki çok etkileniyorum yani diyorum ya potansiyel harcanması Türkiye'ye de beni en üzen şeylerden biridir diye hepimizin potansiyeli harcanıyor. Siz, ben, o… Bundan azade kimse yok. Ben yurtdışında da yaşadım. Yani bir sene yaşadım. Çok hoşuma gitti de yaşaması sürekli benlik değil aslında. Ben bu ülkede de mutluyum. Ama yaşar mıyım medeniyette yaşarım da. Bunu da çok sık düşünüyorum. Hala çok gidip geliyorum. Dille para kazanan bir insanım, dille kendini ifade eden bir insanım. Hayatım boyunca da böyle oldu. Her seferinde başka bir medeniyette yaşasak nasıl olurdu diyorum. Potansiyelimizin boşuna harcandığını düşünüyorum.
“İNSANİ VE AKILSAL OLARAK GERİYE GİTTİĞİMİZİ DÜŞÜNÜYORUM”
İnsan hayata bir kere geliyor ve sürekli baskılama, sürekli bir sorun. Yazık yani bize! Sonuçta gitmek istemiyorum. Ama harcanıyoruz hissi hep içimde duruyor. Yani çok seviyorum. Benim ailem burada, köklerim burada. Apartmanlarına ayrı sevdam var, doğasına ayrı aşkım var. Anadolu’yu da çok sık gezmeye çalışan bir insanım. Karadeniz’i, Ege’yi, Orta Anadolu’yu ya da Güneydoğu Anadolu çok bulunmaktan keyif aldığım ve onu gerçekten de bir turist gibi değil de dönüştüren, anlamaya çalışan bir insan gibi yaşamaya çalışan bir insanım. Ben çok büyük güzellikler görüyorum ama gittikçe medeni olarak ya da anlaşma olarak insani olarak ve akılsal olarak geriye gittiğimizi de düşünüyorum. Kötücülleştiğimizi de görüyorum bir taraftan. Cehalet sadece okul bitirmekle veya şundan bundan olmuyor yani çok acayip bir cehalet çağını da tüm dünya yaşıyor, biz de ondan daha fazla payımızı alıyoruz gibi de hissediyorum.
“BEN MİYİM GEZİ YÜZÜNDEN KOVULACAK İNSAN”
“Bütün İyiler Biraz Küskündür” kitabınızın adı da çok güzel kapağı da ve ben ne zaman bu kitaba denk gelsem, iç sesim şunu soruyor: Nilay Örnek’in küskünlüğü nedir acaba?
Benim küskünlüğümü tam biraz önce söyledim. Türkiye'deki bu hal… Ben çünkü gerçekten ülkemi seviyorum, üretmeyi seviyorum, yaşamı seviyorum. Bunu biraz sık söylüyor olabilirim ama yani bıraksalar hedonistin allahıyım, yemeyi-içmeyi, keyfi seviyorum. Ben miyim yani Gezi yüzünden kovulacak insan :) çok saçma yani. Hayat burada hepimize kötü şekilde bulaşıyor, engelliyor. Ben hayatımı niye böyle yaşayayım. Diyorum ya, bir kere geliyoruz hayata. Ben hayatımı okumakla geçirmek istiyorum, keyifli sohbetler yaparak geçirmek istiyorum, dans etmek istiyorum, insan tanımak istiyorum, doğayla daha iç içe olmak istiyorum. sürekli bunu engelleyen bir yapı var. Bu sadece hükümetten de gelmiyor. Herkese sirayet eden bir hal var. Yani bizim arkadaşlarımız, dostlarımızın da o halin bir parçası, bilinçsizliğin, şuursuzluğun bir parçası olması da beni rahatsız ediyor. Bunları beni küstürüyor. Hükümetin bir kafası var ama bunu sizin-benim gibi, arkadaşım dediğim insanlar da çok benimsediler ve bazı şeylerin de maşası oldular. Bundan da hoşlanmıyorum. Bunları görmek beni küstürdü açıkçası.
Ama küskünlük şöyle bir şey; hemen barışmaya çok teşne bir şey :)
Her an düzelmeye, düzeleceğine inanca da teşne bir şey. Yani böyle, kırgın, kopuk değil. “Aslında yine istiyorum ya, yine birlikte olalım hali” ya. Kitapta da öyledir zaten.
“BİZ HEP YANLIŞ ŞEYLERDEN UTANIYORUZ”
Peki nasıl bu halden kurtuluruz? Nasıl geriye dönebiliriz? Geriye dönmek demeyelim ama geriye dönmek iyi bir şey olmayabilir. Bu halden kurtulmak için çözüm önerileriniz nedir?
Şimdi bir Can Kozanoğlu yanıtı verecektim ama :)
Ya bir kere bu devrin bir değişmesi lazım. Hakikaten bir silkinmemiz lazım, her açıdan, bütün her yerde bir saçmalık söz konusu, bütün kurumlarda, bunun bi değişmesi lazım. Geriye dönmek kötü olabilir dediniz ama acıklı olan şey şu ki geriye döndüğümüzde daha iyi bir şey görüyoruz ve yanlış nostaljiden değil bu. Gerçekten sürekli geriye adım atma durumu var. Mesela eğitimdeki geri gitmemiz, genç kuşakların umutsuzlanması… Nasıl değişir? E tabii ki yukarıdan aşağı bir değişme olmak zorunda. Bu olmazsa çok zor tabii ki. İlk önce onun olması durumu var ama demin de söylediğim şeyi tekrarlıyayım. Hepimizin yapabilecekleri var. Kendi çapımızda, çevremizde… Ne bileyim, sizin yaptığınız bu yayınlardır, işini iyi yapmaya çalışmaktır. Bence çok önemli bir şey. Bugün herkese sirayet ettiğini görmem beni küstürüyor meselesi var ya, benim o canımı sıkıyor. Yoksa hani diyorsun ki bu politika, bunlar siyasetçi, bu adamlar böyle, bu kadınlar böyle. Ama bunu deyip geçemiyoruz. Bu herkese sirayet ettiği için biz bugün, bu kadar küskünüz, yorgunuz. İşini iyi yapan, iyi yapsa. Evet anlıyorum hiçbirimizin çalışma şartıyla aldıklarımız asla eşit değil. Bu, bugünün durumu neredeyse. Kolay para kazanmıyoruz, kolay emeğimize gösteremiyoruz. Ama yaptığın işi iyi yapmak bile, kendi çapında en iyisini yapacağını düşünmen bile bi iş. Bana herkes de bu bıkkınlığı, sıkkınlığı ve bundan utanmamayı da görüyorum. Çünkü “bunu öylesine yapıyorum, e şartlar böyle” diyor. Ya diyorum ki “niye bunu böyle yapıyorsunuz?” “şartlar böyle ya” falan. Bu da böyle gidiyor. Postanesinden tutun da restoranına kadar herkes de böyle olunca tabii ki düzelmez. Hepimizin kendine düşen bir şey var. Biz hep yanlış şeylerden utanıyoruz. Ne bileyim oram gözüktü mü, buram gözüktü mü? Ben bunları hiç umursamıyorum. Bunlar değil utanacağımız şeyler. Utanacağımız şeyler, hakkaten işini kötü yapmak özensiz yapmaktır. Çünkü hepimizin işi diğerine dokunuyor.
“YENİDEN DÜŞTÜK ALEVİN İÇİNE”
Sabah Gazetesi ile başladınız, Milliyet Gazetesi, Habertürk, Akşam Gazetesi, vatan.com.tr bir sürü yer. Bunların herhangi birinde mutlu olmasanız da, sansüre maruz kalsanız da, gazeteciliğinizi çok iyi götüremeseniz de çalışmak zorunda kaldınız mı?
A yok, hiç. Zaten ben genellikle neşeli biriyimdir ve iyi çalıştım oralarda da. Ben yazı işleri elemanı olduğum için, her zaman girenler var girmeyenler var. “Aman şunu koymayalım”lar falan. Bunlar böyle dev şeyler değildi, bana göre. Tabi bugünden bakınca, bugünkü politik doğruculuğumla bakınca, bugünkü aman her şeyi doğru yapalım’la bakınca, küçük şeylerin de bazı şeylere neden olduğunu düşünüp kendimi çok suçlayabilirim, ortamı suçlayabilirim. Ama hiç öyle bir ortamda çalışmadım. Zaten tam o vaziyete geldiğimizde de gazeteden ayrıldım. Allah'a şükür hiç öyle bir ortamda çalışmadım. Bir de ben kavgacı bir tipimdir. Yani çok sakin, yumuşak görünmeme rağmen, çalışırken işle ilgili, kavgasını ederim yani.
Peki bu vatan.com.tr'deki istifanızdan biraz bahsedebilir misiniz? O dönem de çok farklı bir dönem, yani ağır da bir dönemdi
Benim oraya girme durumum şu. İşte hafta sonu ekleri yaparken kovuluyorum. Ondan sonra bana diyorlar ki “Vatan internetin başına geçer misin?” Hatta işte Meltem Demirören, o zaman bana söyledi. “Ya Nilay, sen bunu hafta sonu eki kafasıyla yap. Burada güzel tıklanma var. Yani saysal olarak iyi okunan bir site. Ama biz burada, ne bileyim garip reklamları kaldırmak istiyoruz. Kaliteli bir şey yaparak reklam da alan ama okunan bir site yapmak istiyoruz” dediler ve ben öyle gazeteye girdim. Bir buçuk ay sonra, 17 Aralık patladı. Yeniden böyle alevin içine düştün. Ya internet yapıyorsunuz, kimse haber vermek istemiyor, kimse imzalı-ismiyle haber vermek istemiyor. Yani kabus gibi günler geçiriyoruz
Biz, arkadaşlarla birlikte Twitter’ı tarıyoruz, orayı-burayı tarıyoruz, kendimiz haber buluyoruz, yapıyoruz. Çok zor bir dönemdi. Seçimlerin bir gün sonrasında, işte bana dediler ki “ya işte Yıldırım Bey (Demirören) senin Gezici olduğunu öğrenmiş, seni yazı işlerine alalım biz, yazı işleri müdürü ol” ya ben müdürlük kovalamıyorum ki. Ben de dedim “yok artık buradan ayrılayım yani” Zaten Gezi’de işimden olmuşum, burada işe başlamışım. Ne demek ya “senin öyle olduğunu öğrendiler, yeni öğrendiler” falan. Yani bahane… Neyin bahanesiydi, neyin uyarısıydı bilmiyorum…
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.