DOSYA | Türkiye'nin göçmen meselesi

DOSYA | Türkiye'nin göçmen meselesi
Tüm bunlar, 3. sayfa haberlerine bakar gibi boş gözlerle okunacak iki satırlık haberler değildi… Bir toplumsal krizin tırmanışıydı…

SİNAN TARTANOĞLU


Nisan 2017: Mersin'in Akdeniz ilçesine bağlı Adanalıoğlu Mahallesi'nde Suriyeli sığınmacılarla köylüler arasında kavga çıktı. Tartışma, "hırsızlık" iddiası üzerine başladı. Birçok kişi yaralandı, araçlar zarar gördü. Akdeniz Kaymakamı Hamdi Bilge Aktaş, köy meydanında vatandaşlara; "Suriyelileri artık buradan götüreceğiz" dedi. Hırsızlık iddiasının tarafı belli değildi. Ancak fatura ertesi sabah Suriyelilere kesildi. Suriyelilerin mahalleden tahliye edilmesine başlandı.

Şubat 2019: İstanbul Esenyurt'ta aralarında Suriyeli sığınmacıların da olduğu bir grup ile düğünden çıkan bir grup arasında çıkan kavgada 3 kişi yaralandı.

Nisan 2020: Adana'da Suriyeli bir genç, polis ekibinin dur ihtarı sonrası vurularak öldürüldü. Müebbet hapsi istenen bir polis memuru, takdiri indirimle 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Ağustos 2021: Ankara'nın Altındağ ilçesinin Battalgazi mahallesinde Suriyeli bir grup ile mahalleliler arasında kavga çıktı. Yaralanan iki kişiden biri, Emirhan Yalçın hastanede hayatını kaybetti. Önder ve Battalgazi mahallelerinde Suriyelilere ait olduğu ileri sürülen dükkanlar ve araçlar zarar gördü. Sokaklarda ateşler yakıldı, araçlar devrildi. Ankara il sınırları geçici koruma kaydına kapatıldı. Başka illerde kayıtlı olan ancak Ankara'da ikamet eden Suriyelilerin kayıtlı olduğu illere gönderilmesi kararı alındı.

Ekim 2021: İzmir'in Torbalı ilçesinde çıkan bir kavgada, 19 yaşındaki bir Türk, Suriyeli bir kişi tarafından göğsünden bıçaklanarak öldürüldü. Ardından çıkan olaylarda, mültecilere ait olduğu iddia edilen bir ev ateşe verildi, yine aynı iddia ile birçok ev de taşlandı.

Kasım 2021: İzmir Güzelbahçe'de, bir şirkette çalışan üç Suriyeli işçinin gece uykularındayken kaldıkları odaya benzin döküldü. Üç Suriyeli yanarak hayatını kaybetti.

Ağustos 2023: İzmir Basmane'de bir tavukçu dükkanında bıçaklı kavga çıktı, bir Suriyeli mülteci öldü, bir Suriyeli mülteci yaralandı.

Tüm bunlar; soğuk ve kuru seslendirilecek, 3. sayfa haberlerine bakar gibi boş gözlerle okunacak iki satırlık haberler değildi… Bir toplumsal krizin tırmanışıydı…

Ve son olarak…

Temmuz 2024: Kayseri'nin Melikgazi ilçesi Eskişehir Bağları bölgesinde Suriye uyruklu bir kişinin, akrabası olduğu belirtilen Suriyeli bir çocuğu taciz ettiği iddia edildi. Olayla ilgili görüntülere yayın yasağı getirildi. Şahıs, çevredeki vatandaşlar tarafından yakaladı ve güvenlik güçlerine teslim edildi. Ancak mahalle bir kere galeyana gelmişti. Suriye uyruklu şahısların evlerine, iş yerlerine ve araçlarına zarar verildi… Olaylar farklı illere de yayıldı… Hatay, Gaziantep, Kayseri, Konya, Bursa ve İstanbul Sultanbeyli'de Suriyelilere ait bazı işyerleri hedef alındı. Toplamda 474 kişi gözaltına alındı… 85'nin çeşitli suçlardan adlı kaydı vardı. Suriyelilerle birlikte yaşamak istemedikleri için olaylara karışıp gözaltına alınan kişilerden bazılarının daha önceki adli kaydının "göçmen kaçakçılığı" suçlaması ile ilgili olması dikkat çekti…

‘Dördüncü büyük linç dalgasının içindeyiz’

Emek mücadelesi ve mültecilerle ilgili çalışmaları ile bilinen yazar Ercüment Akdeniz, Kayseri olaylarını dördüncü bir linç dalgası olarak tanımlıyor:

“2014 yılında benim kaleme aldığım Mülteci İşçiler kitabı var. O zaman, 2014 yılı dalgasını yazmıştım. Maraş'tan başlayıp Antep, Adana, İzmir'e uzanan, İstanbul ve Trakya’ya uzanan saldırılar olmuştu. Ben buna kendimce ‘birinci linç dalgası’ dedim. ‘İkinci linç dalgası’, toparlayabildiğim kadarıyla 2016 yılında olmuştu. Üçüncüsü, 2019 yılında Erdoğan ‘sığınmacılara yurttaşlık, vatandaşlık verileceğini’ ifade ettikten sonra başlayan, onun akabinde başlayan olaylardı. Tabii bu üç büyük linç dalgasının, galeyan olaylarının dışında da ara yıllarda, aylarda irili ufaklı olaylar oldu. Ama zincirleme olarak kentleri içine alan bir dalga biçiminde bu üçünü ben toparlayabildim. O yüzden Kayseri'de başlayan son olayları endişeyle takip ediyoruz ve akabinde maalesef endişemiz de biraz doğrulanıyor; diğer kentlere de sıçrayınca artık ‘dördüncü büyük linç dalgasının içinde olduğumuzu’ söyleyebiliriz.”

Kapılar açık kaldı…

Tüm bunların nedeni neydi? Ne zaman başladı? Bu sorunu, ne büyüttü?

Yıl 2011… Arap Baharının etkisi Suriye'de daha şiddetliydi ve giderek bir iç savaşa dönüşüyordu. İç savaş büyük bir krizi daha doğurdu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres, Suriye mülteci krizini 1994'teki Ruanda mülteci krizine benzetmişti. Mart 2011'de, 5 bin kişi Lübnan'a kaçarak mülteci olmuştu. 29 Nisan 2011'de ilk Suriyeli grubu Türkiye topraklarına sığınma talebinde bulunmuştu. O gün 250-300 kişilerdi. Daha öncesinde Suriye ve Esat ile Türkiye ve Erdoğan arasındaki sıkı ilişki gereği vizeler karşılıklı olarak kaldırılmıştı. Kapıda 250-300 Suriyeli, bu vize rejimi gerekçe gösterilerek sınırlardan kabul edilmişti.

Bunun adı "açık kapı" politikasıydı. İlk kamplar, Hatay'da kurulmuştu. Bir süre sonra Suriye hükümeti ile diplomatik ilişkiler kesilecek, önce BM'nin konu ile ilgili politikaları desteklenecek, bundan istenen sonuç alınamayınca dümen Suriye muhalefetine döndürülecekti. Suriye krizinin dönüm noktası da buydu. Haziran 2011'de, rejim ordusu ile savaşan Özgür Suriye Ordusu mensuplarının Türkiye'ye girişine izin verildi.

Erdoğan: ‘En kısa zamanda Şam’a gideceğiz’

Tam da burada, Erdoğan; o tarihi açıklamasını yaptı: “Ama inşallah biz, en kısa zamanda Şam’a gidecek. Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi camiinde namazımı da kılacağız.”

Bu sözlerin tarihi, Eylül 2012'ydi. Erdoğan'ın Suriye konusundaki açıklamaları bir öyle, bir böyleydi…

Ama Suriye'deki kriz tırmandıkça tırmanıyordu. Kriz tırmandıkça, ülke sınırları içindeki Suriyeli sayısı da artıyordu. Erdoğan, Ağustos 2013'te, Türkiye'nin mültecileri barındırmak için iki milyar dolardan fazla harcama yaptığını açıklayacaktı. Hükümete göre sorun para ile çözülecekti. Türkiye, Suriyeli akını önünde bir tampon bölge olacaktı… Para karşılığında…

18 Mart 2016’da Türkiye, Avrupa Birliği ile bir mutabakata vardı. Hükümete göre bu "mutabakat", düzensiz göçle mücadelede, caydırıcılığı artıracak, Türkiye üzerinden yasadışı yollarla Avrupa'ya geçişleri önleyecekti. Avrupa'ya geçiş önlendi denilebilse de Türkiye'deki sorun daha da büyüdü. Krizin sıcaklığı hiç dinmedi…

İç politikadaki demokrasi sorunları, iktidarın sorunlara yanlış bakan, yanlış çözümler üreten gözünü bir kat daha bağladı. Çözüm önerileri hükümet tarafından ya iş bilmemekle etiketlendi ya da yabancı düşmanlığı veya ırkçılıkla…

Sorun daha da büyüdü…

*** *** ***

Onlar Türkiye'ye geldikçe, Türk vatandaşları yaşadıkları her sorunu onlardan bilmeye başladı. Bu sorunların hepsinin ucu, ekonomik sorunlara bağlanıyordu. Ekonomik kriz derinleştikçe Suriyelilerle ilgili iddiaların provokasyon içeriği de artıyordu.

Devletten maaş aldıklarını söyleyen de oldu, çalışma izni ile istedikleri yerde çalıştıklarını da…

Kimilerine göre Suriyeliler istediği üniversiteye sınavsız giriyordu. Bazılarına göre devlet, üniversiteye giren her bir Suriyeliye burs veriyordu.

İnsanlar yaşadıkları sorunları yabancıların hiç yaşamadığına dair bir zanna kapılmışlardı. Suriyeliler araç muayenesi için ücret ödemiyordu, hatta arabaları için vergi de ödemiyorlardı… Esnaflar da vergi vermiyordu. Hastanelerde sıra beklemiyorlardı. Su, elektrik ve doğalgaz faturası zaten ödemiyorlardı

Gerçekten sorun neydi?

Sorunun kaynağı yabancılar mıydı; yerlilerin kıt kaynakları yabancılarla bölüşmek istememesi miydi? Peki kıt kaynak sorununu Suriyeliler mi yaratmıştı? Ekonomik krizin sorumlusu Suriyeliler miydi? Refah seviyesi çok yüksek olsaydı memleketin, Suriyeliler ya da genel olarak yabancılar yine hedef olacak mıydı ya da sorun neydi gerçekten? Tacizin tecavüzün kendisi bir sorun muydu? Yüzde 100 yerli ve milli tarikat ve cemaat evlerindeki taciz iddiaları neden insanları sokağa dökmüyordu da… Fail yabancı olunca mı sokağa çıkılıyordu? Tüm bunları sormak ırkçılık mıydı, yabancı düşmanlığı mıydı? Tartışmanın, üzerinde bir şeyler söylemenin bile tehlikeli hale geldiği bir sorunu konuşamadığınız bir toplum muydu tehlikeli olan? Yoksa sokakları işyerlerini. Evleri ateşe vermek mi?

*** *** ***

‘Bir birikim var…’

Ercüment Akdeniz, sosyal fay hatlarını kıran gerilimi ve bunu belirleyen ekonomik temelleri şöyle tanımlıyor:

“Göç sorunu çok katmanlı bir sorun, tek nedenle açıklamak doğru olmayabilir. 13 yıllık bir göç politikası var ve bu politikanın mimarı AKP iktidarı. Bu sürdürülebilir bir politika değil. Çünkü altyapısı hazırlanmamış, evrensel hukuk normları uygulanmamış… Dolayısıyla hem yurttaşların çok mağdur olduğu bir tablo ortaya çıktı, hem de daha çok göçmenler ve sığınmacılar, dezavantajlı gruplar çok daha büyük mağduriyet yaşadılar. Buradan dolayı bir birikmişlik var. Yani sosyal fay hatlarını kıran gerilimin ana kaynaklarından biri bu. İkinci olarak tabi Suriye dış politikası, yine 13 yıldır devam eden Suriye dış politikasının da böyle gitmeyeceği, gitmek istemediğine dair toplumda geniş bir kabul var, geniş bir tepki var. Bunlara aslında yaslanıyor.

İşin ekonomik yanına gelince, şu çok açık; göç her zaman iş gücü piyasası, emek rekabetini kullanmak için patronlar tarafından devreye sokulmuştur. Dünyada da böyledir. Türkiye'de de böyledir. Suriyeli ve Türkiyeli iş insanları ortaklığına baktığımız zaman da 15 bin civarında şirketin bu dönemde kurulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Suriye burjuvazisinin bir bölümü, Türkiye burjuvazisinin bir bölümüyle bu zulümden kaçmış insanların çaresizliğinden yararlanarak daha ucuza, daha düşük ücretle nasıl çalıştırabiliriz; sigortasız, sendikal sosyal güvence olmada nasıl çalıştırabiliriz politikasını devreye koydular. Burada da en az 10 yıllık birikim var. İş gücü piyasasındaki bu vahşi rekabet toplumda da bir tepkiye neden oluyor.”

Akdeniz, dördüncü linç dalgası olarak tanımlamaktan endişe ettiğini söylediği Kayseri olaylarının da benzer bir altyapı üzerinde yükseldiğine işaret ediyor. Oradaki insanların işçi olduğunu, ekmeklerini organize sanayi bölgelerinde kazandıklarına dikkat çekiyor. Buna çok daha düşük ücretle çalıştırılan mülteciler de eklenince ekonomik sorunların daha da derinleştiğine dikkat çekiyor. Kendisinin, olayların çıktığı mahallede “Suriyeliler geldiler işimizi elimizden aldılar’ şikayetini çok duyduğunu belirtiyor… Hep birlikte bir örgütlü mücadelenin eksikliğini vurguluyor:

“En dezavantajlı gruba yöneliyor…”

“Kayseri'de bir çocuk istismarıyla başlayan olayların arkasında da bir nedenin bu olduğunu düşünüyorum, hatta biliyorum. Çünkü Danişment Gazi diye ifade edilen mahalle, Eskişehir Bağları diye ifade edilen bu bölgede, yani olayların yaşandığı bölgede; işçilerin büyük çoğunluğu organize sanayi bölgelerinde çalışan insanlar, emekçiler. Zaten sosyal hakları son derece sınırlı. Çıplak ücret alıyorlar. Asgari ücretin biraz üzerinde yaşamaya çalışıyorlar ya da asgari ücret alıyor işçiler, yerli işçileri kastediyorum. Bu dönemde, Suriye göçü bütün kentleri olduğu gibi Kayseri'ye de domine edildiği için orada çaresizliğinden yaralandılar mülteci toplumun ve bu insanlar çok daha düşük ücretlerle, asgari ücretin yarısı fiyatına başladılar işlere ve emek piyasasının kırılmasına, işçi sınıfının baskılanmasına neden oldu. Hemen hemen bütün bu galeyan olayları, linç dalgalarının sosyoekonomik arka planına baktığımızda bu görülüyor. Nitekim bu olaylara karışan gençler bazen konuştuklarında da ‘Suriyeliler geldi işimizi elimizden aldı’ diyorlar. Kayseri'de de böyle ifadeler, böyle beyanlar var.

Bu nedenle örgütlü toplum, sendikalı toplum yerli ve göçmen emekçilerin taleplerini ortaklaştırarak iktidara ve patronlar örgütlerine yönelen, taleplerini buna yönelikle getiren bir tecrübe, bir birikim olmayınca tepkiler kaotik, hedefi belli olmayan, kontrolsüz ve en dezavantajlı gruplara yöneliyor maalesef.”

*** *** ***

Erdoğan: ‘Onları katillerin eline, kucağına atmayacağız’

İktidar, sorunun çözümü için çelişkili açıklamalar yapıyor, farklı uygulamalara imza atıyordu. Ama işin toplumsal boyutu, onun iktisadi temelleri; her zaman gözardı ediliyordu. Erdoğan’ın Suriyeliler için, Suriye topraklarında bir briket ev projesi vardı. İktidar iç politikadaki her sorunda olduğu gibi, bu uluslararası sorunda da çözümü inşaat betonlarında bulmuştu. Ancak bir yandan bu projenin sinyallerini verirken, bir yandan da Mayıs 2022’de şunları söylemişti:

“Birileri çıkmış, durmadan laf salatası yapıyorlar. Yok ya… Biz asla… Kapımız açık, onlara ev sahipliğimizi yapmaya devam edeceğiz. Onları katillerin eline, kucağına atmayacağız…”

‘Suriyelileri katillerin eline bırakmayacaklarını’ söyleyen Erdoğan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2016 yılından itibaren Suriye’nin kuzeyinde oluşturduğu güvenli bölgelere işaret ediyordu. Erdoğan, 1 milyon mültecinin gönüllü bir geri dönüşünden bahsediyordu:

“Bizler Türkiye olarak, özellikle Suriye’nin kuzeyinde bu briket evlerle bir adım attık. Hedefimiz, bu briket evlerde 1 milyon mülteciyi barındırabilmek. Onun için de 100 bin, 200 bin konuta ihtiyaç olacak. Derdimiz… Onları bu tür briket evlerle iskân edelim. O barınması zor, yağmurda çamurda yaşanması zor koşullardan onları kurtaralım. Ve insanca yaşayabilecekleri; 2+1, bazıları 1+1, bazıları 3+1 şeklinde konutlarla bunları oralarda iskân edelim istiyoruz.”

Mayıs 2023’te dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Zeytin Dalı ve Bahar Kalkanı harekât bölgesindeki İdlib ve Afrin’de 107 bin briket evin yapıldığını açıkladı. Briket ev projesi devam ederken bir de kalıcı konut projesi vardı. 240 bin konut yapılması öngörüldü. Maliyeti, Katar Devlet Kalkınma Fonu üstlenmişti. Proje, 2022 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Katar Emiri’nin bir görüşmesinde şekillendirilmişti.

Kılıçdaroğlu: ‘Davulla zurnayla kendi ülkelerine göndereceğim’

Ancak…

Erdoğan’ın gönüllü geri dönüş açıklamalarından önce dönemin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da bir gönüllü dönüşten bahsetmişti ve bu dönüşü takvime bile bağlamıştı:

“24 saatte Emevi Camisi’nde namaz kılacaktık. 3 milyon 600 bin Suriyeli geldi. Şimdi Afganlar geliyor. Ben ırkçılık yapmam ve ırkçılığa karşıyım. Allah’ın yarattığı insana her zaman saygılıyım. Suriyelilere kızmıyorum. Afganlara da kızmıyorum. Onların bir günahı yok ki… Onları Türkiye’ye getirene kızıyorum ben. Asıl sorumlu olan sensin. Biz sorumluyu unutuyoruz, Suriyelilere saldırıyoruz. Suriyelilerin günahı yok ki. Sınırı açan Suriyeli mi? Kavgayı başlatan Suriyeli mi? Sen kapıları açarsan, Suriyeliler de gelir Afganlar da gelir. Benim bu millete sözüm var. Allah nasip eder de sizlerin oyları ile iktidar olursak, ben Suriyelileri davulla zurnayla kendi ülkelerine göndereceğim…”

İktidar da muhalefet de bir geri dönüşten bahsederken çok mu iyimserdi? Bu soruyu yazar Ercüment Akdeniz yanıtlıyor… Yanıtlarken; Suriye krizinin çözümünün üç açmaza sahip olduğuna, mülteci sorununun da bu açmazların çözümüne bağlı olduğuna işaret ediyor:

“Mülteci-göç meselesi demografik bir pazarlık enstrümanı olarak maalesef masaya geldi şu anda…”

“Normalleşme süreçleri hep bir pazarlık masasıyla olur, Suriye'deki normalleşmeyi kastediyorum. Normalleşmede kanımca üç büyük açmaz var. Bir tanesi ÖSO ne olacak? Türkiye destekli, hükümet destekli, silahlı bir ordudan bahsediyoruz. Bu bir açmaz. Buna bağlı olarak İdlib adeta cihatçı savaşçıların yoğunlaştığı bir bölge ve saatli bomba gibi. Yarın ne olacağı, kime yöneleceği, kimi vuracağı belli olmayan bir bölge; burası ne olacak? İkinci büyük açmaz bence Kürt meselesi. Çünkü orada bir Kürt bölgesi de oluştu. Bu ne olacak; Türkiye'de kırmızı çizgi olarak ifade ediliyor. Üçüncü büyük açmaz da mülteci toplumu ne olacak? Yani uluslararası, evrensel normlara rağmen zorla buraya gönderilecekler mi? Burada nasıl bir pazarlık dönecek? Ben Suriye’de yaşanan olayların da silahlı grupların, Türkiye destekli ÖSO'ya bağlı grupların sivil olmayan eylemleri olarak görüyorum ve ‘bu pazarlık masasında biz de varız’ demeye gelen bir güç gösterisi olarak okuyorum. Türkiye'deki algı biraz yanlış oldu. Sanki sivil eylemlere karşı sivil eylemler gibi. Öyle değil.

Dolayısıyla sorun aslında belki sosyoekonomik temeli olan konularla, kültürel uyum sorunlarıyla ilgili başladı bu olaylar. Ama gelinen yerde baktığımız zaman şunu görüyoruz: Artık uluslararası siyasi bir kangrene dönüşen Suriye masasında yeni kartlar karılıyor ve mülteci-göç meselesi demografik bir pazarlık enstrümanı olarak maalesef masaya geldi şu anda…

Zaten 600 bin kişi resmi verilere göre Suriye’nin kuzeyine gönderilmiş. Hedefin de 1 milyon olduğu söyleniyor. Bu insanların mülteci toplumunda ifade ettiği bir gerçeklik var. Daha doğrusu bir talep var. Diyorlar ki madem askerler çekilmiyor, çok uluslu ordular ya da vekalet güçleri orada savaşıyor, bir çatışma bölgesine bizi nasıl gönderirsiniz?

Tabii ki geri dönüş isteği bu koşullarda yok. Yani bir demokratik anayasa, demokratik seçim, Birleşmiş Milletler güvencesinde can ve mal güvenliğinin sağlandığı bir zemin olursa dönme isteği var. Buna rağmen zorla gönderirseniz uluslararası hukuku çiğnemiş olursunuz ve mülteci toplum son derece mağdur olur burada.”

Erdoğan: ‘Yeniden diplomatik ilişkileri kurmamak için bir gerekçe yok…’

Akdeniz sık sık “pazarlık” kavramını kullandı. Hatırlayalım… Kayseri olaylarından bir süre önce; Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye ile yakınlaşma sinyali verdi:

“… Kurulmaması için hiçbir sebep yok. Yani biz Suriye ile bu ilişkileri geliştirmekte geçmişte nasıl geliştirdiysek. Yine aynı şekilde birlikte hareket edebiliriz. Ve Suriye’nin içişlerine karışmak gibi bir derdimiz bir hedefimiz asla olamaz. Çünkü Suriye halkı bizim, kardeş halklar olarak beraber yaşadığımız bir topluluktur. Ve nasıl ki biz Suriye ile ilişkilerimizi çok çok canlı tuttuysak, geçmişte. Ailece görüşmelere varıncaya kadar, biliyorsunuz Sayın Esed ile biz bu görüşmeleri yaptık. Yarın olmaz diye bir şey kesinlikle yine olur. Ve Suriye’nin içişleri karışmak gibi bir derdimiz asla yok.”

Erdoğan, “Suriye’nin içişlerine karışmak gibi bir derdin asla olmadığını” söyledi. Bunu iki kez vurguladı. Çünkü Esat bundan kısa bir süre önce Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi için iki şart sunmuştu. Buna göre Türkiye, Suriye’nin egemenliğine saygı duymalıydı. Bir de normalleşme süreci, Suriye’nin egemenliğinin tüm ülke toprakları üzerinde yenden tesis edilmesi arzusuna dayanmalıydı. Aslında Esat, Türkiye’nin Suriye topraklarından çekilmesi ile ilgili bir mesaj vermemişti. Ama tüm ülke. Toprakları üzerindeki egemenlik arzusu, sözleri buna işaret ediyordu.

Erdoğan: “Yalnızca vatanımızı koruyoruz ve koruyacağız”

Erdoğan, son kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada… Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesi ile ilgili konuştu:

“Türkiye'nin Suriye'deki mevcudiyeti, teröristan kurma planlarının önündeki en büyük bariyerdir. Çok iyi biliyoruz ki böl, parçala, yönet anlayışıyla coğrafyamızı lime lime eden emperyalistler bundan rahatsızdır. Onları rahatsız etmeyi sürdüreceğiz. Silahlarının namlusu ülkemize çevrili eli kanlı caniler orada var oldukça biz de ülkemizin ve milletimizin güvenliğini sağlamaya devam edeceğiz. Bölücü terör tehdidi tamamen ortadan kalkınca elbette biz de üzerimize düşeni yaparız. Ama bırakın tehdidin boyutunun azalmasını terör örgütü, her gün yeni bir provokasyona girişirken kimse bizden gelişmeleri tribünden seyretmemizi beklemesin. Tekrar söylüyorum bizim kimsenin toprağında gözümüz yok. Bizim kimsenin egemenliğinde de gözümüz yok. Biz yalnızca bölücü niyetlere karşı vatanımızı koruyoruz ve koruyacağız.”

Aslında sorun ne kadar büyürse büyüsün, iktidarın sorunun çözümüne ilişkin yaklaşımı hiç değişmiyordu… Özgür Suriye Ordusu desteklendiği ilk anlarda da, TSK harekatları ile oluşturulan tampon bölgenin aslında Türkiye’yi hedefleyen terör örgütlerine önlemek için orada olduğunu belirtirken de…

Hiç kimse ülkedeki mülteci düşmanlığının, yabancı düşmanlığının, Suriyeli düşmanlığının sebebinin 2011 yılından bu yana hiç terk edilmeyen “açık kapı” politikasından kaynaklandığını söylemiyordu, düşünmüyordu.

Geri dönüşü herkes istiyordu. Ama geliş hala çok kolaydı. Geliş kolaylaştıkça dönüş zorlaşıyordu.

Sorun sadece Suriyeliler de değildi…

2010'lı yılların ilk yarısına doğru 1 Afgan yakalanıyorsa Türkiye'de, yakalanan Suriyeli sayısı ikiydi. Ancak bu denge 2010'lu yılların ikinci yarısında Afganistan uyruklular lehine değişti. Göç İdaresi’nin verilerine göre, 2014 yılında 24 binden fazla Suriyeli yakalanmıştı. 12 bin de Afgan. 2015 yılında da bu denge korundu. Ancak 2017 yılına gelindiğinde 50 binden fazla Suriyeli Türkiye'de yakalanmışken Afgan sayısı 45 bini geçti. 2020 yılında bu denge 17 bine 50 bindi. 27 Haziran 2024 itibarıyla 21 bin Suriyeli yakalandı, yakalanan Afgan sayısı ise 33 bini geçti. Başta ülkelerden de gelen vardı; Filistin, Türkmenistan, Faz, Özbekistan, Irak, İran ve Yemen…

“Çok önemli bir nüfusun geriye değil Avrupa'ya gideceğini düşünüyorum”

Peki bu sorun hiçbir zaman çözülemeyecek mi? Ercüment Akdeniz, yanıtlıyor:

“Mülteciler üç defa pazarlık konusu oldular. Bir defa savaştan kaçarken demografik bir güç olarak değerlendirildiler. İkinci olarak Avrupa Birliği'yle pazarlık kozu olarak değerlendirildiler. İç siyasette de değerlendirilmeye çalışıldılar. Üçüncü olarak şimdi geri dönüşlerde aynı enstrümanın, pazarlığın uygulandığını görüyoruz. Yazık… Bu insanlara bu kadar yapılmaz.

Yani çözüm nasıl olabilir derseniz… Orada gerçekten tabii ki yani Suriye ile ilişkilerin normalleşmesi ve güvenli bir geri dönüş yolunun açılması gerekiyor ama sözünü ettiğim o üç açmazın da çözüme kavuşması gerekiyor. Onlar olmadan sadece Esat-Erdoğan görüşmesi ya da buradaki bir normalleşme; mültecilerin güvenli geri dönüşü için yeterli değil.

İkinci olarak herkes Suriye kapısına odaklanıyor. Sanki normalleşince her şey bitecek, Türkiye'de göç sorunu olmayacak; böyle bir durum yok. Çünkü savaşlar ve iç savaşlar tarihi dünyada bize şunu gösteriyor: Savaş bittikten en erken 15-20 yıl sonra dönmeye başlıyor, insanlar. Çünkü döndükleri yerde de suçlanacaklarını düşünüyorlar. Çok az bir bölümü dönüyor. Büyük çoğunluk kalmıyor çünkü çocukları başka yerlerde doğmuş. Yani Türkiye'de şu an, doğan Suriyeli bebek sayısı 800 bin. Bu çocuklar Şam’ı, Laskiye’yi, Halep'i bilmezler. Yani burada büyüdüler, Türkçeyle büyüdüler, dönmek istemiyorlar.

Dolayısıyla iki çözüme daha odaklanmak gerekiyor. Bir tanesi, Avrupa Birliği ile imzalanan geri kabul anlaşmasının iptal edilmesi, Avrupa kapılarının açılması gerekiyor ve burada eşit kota sistemi dahilinde merkez-kapitalist ülkelerin Türkiye üzerinde ve az gelişmiş ülkelerdeki göç yükünü paylaşması gerekiyor. Ben böyle bir kapı açıldığında çok önemli bir nüfusun geriye değil Avrupa'ya gideceğini düşünüyorum. Bu çözünü rahatlatacak bir şey. Mülteciler de bunu istiyor, yerli toplumun da lehine. Önemli bir bölümü de geri dönebilir güvenlik dönüş yolu olursa. Çünkü orta yaşlı, yaşlı uşak kesinlikle dönmek istiyor. Geriye kalan gençler ve Türkiye'de doğan çocuklar için ki bu çok büyük bir nüfusu ifade etmez; bunlar için de 13 yıllık politikanın terk edilmesi lazım. Yani gerçekten altyapısı sağlam, psikolojik, pedagojik olarak bir karşılıklı entegrasyon, tek tarafta entegrasyon değil, karşılıklı entegrasyon yerli toplumun da hazırlandığı, sağlıklı bir arada yaşam politikası örgütlenirse önemli bir viraj geçilmiş olur. Dolayısıyla çözüm odaklı yaklaşmak en sağlıklısı.”

Erdoğan son konuşmasında, “Suriye’de huzur ortamı güçlendikçe, geri dönüşler artacak…” dedi. Huzur ortamı ne zaman nasıl güçlenecek? Huzurun miktarını, kim nasıl tayin edecek?

Bu memleketin insanı, sorunların esas kaynağı iktidar ile mücadele etmek yerine hep tali yollara sapacak, hep bir düşman bulacak… İç huzursuzluğunu sokaklara dökülerek susturacak ama sokaklarda asıl sorumluyu değil; hep en güçsüzü arayacak…

Ailesi ile birlikte Türkiye’de çalışan, Türkiye’de borçlanan, Türkiye’de evlenip çoluk çocuğa karışan, hayatını kaybeden büyüğünü bu topraklara defneden bir Suriyeli, nasıl dönecek? (Haber Merkezi)

Abone Ol

İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.

Podcast