YOL ARKADAŞLARININ SON BALYOZ'U: BALYOZ DAVASI, FETÖ HUKUKU VE ÖTESİ...
PODCASTİ DİNLEMEK İÇİN PLAY'E TIKLAYIN
Brüksel’de gün yeni ağarıyordu. Türk heyetinin kaldığı otelde telaş erken başladı. Öğleden sonra iki lider bir araya gelecekti: ABD Başkanı Joe Biden ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.
İşte o sabah, iktidara yakın Sabah Gazetesi’nde de bir başka telaş vardı. Birazdan internet sitesine konulacak haberin başlıkları hazırlanıyordu. Yargıtay’ın bir kararı, daha taraflara ulaşmadan gazeteye ulaşmıştı. Bu haber, 16 Haziran’da Biden ile görüşmesine hazırlanan Erdoğan’a sunulan basın bülteninde şöyle yer alıyordu:
“Yargıtay’dan amiraller bildirisi için emsal olacak karar. Balyoz Planı’nda 7 kişinin beraat kararı bozuldu.”
Yargıtay 16’ncı Ceza Dairesi’nin, raflarında tam 5 yıldır tuttuğu Balyoz Davası kararı Biden – Erdoğan görüşmesinin olacağı günün sabahında basına sızdı. Sızdı, çünkü daha avukatlarının görebileceği UYAP’a bile yüklenmemişti. Kararı duyanlar, “Yargı, FETÖ’nün yargıda etkin olduğu reflekslerini mi sürdürüyor?” sorusunu sordu. Ve akıllara o şarkı geldi: “Beraber yürüdük biz bu yollarda…”
TARİH: 20 OCAK 2010
Peki bu beraber çıkılan ve sonrasında ayrılan yolculukta neler yaşandı?
Takvimler, 20 Ocak 2010 gününü gösteriyordu. Aslında çoğu kimse için soğuk bir kış gününden farksızdı. Ancak günün ilk saatlerinden itibaren medya kuruluşlarının haber merkezlerinde, Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere devlet kurumlarında şok yaşanıyordu. Kısa bir süre önce yayın hayatına başlayan Taraf Gazetesi’nde, akıl almaz bir iddia haber olarak yayınlanıyordu.
Gazetenin manşetindeki “Fatih Cami Bombalanacaktı” satırları, bir darbe planı olduğunu iddia ettiği, “Balyoz Güvenlik Harekatı Planı”nın haberini veriyordu. Haberde, 2003 yılında, yani AKP iktidara geldikten bir yıl sonra, 1. Ordu Komutanlığında, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini devirmek, yani darbe yapmak için gerçekleştirilen bir toplantı ve toplantının ardından oluşturulan plandan bahsediliyordu.
Bir taraftan “deliller sahte”, “yalan”, “orduya kumpas kuruluyor” şeklindeki itirazlar yükseliyor, gazete ise darbe planı olduğunu ileri sürdüğü senaryonun detaylarına ilişkin yayınları sürdürüyordu. Günlerce…
Delillerin sahteliği yıllar süren yargılama aşamasında ve sonrasında hep yüksek sesle dillendirildi. Davanın avukatlarından Celal Ülgen delillerin sahteliğinin yanısıra “darbe planı”ndaki çelişkileri şöyle anlatıyor:
“Sahte olduğu zaten belli delillerin. Bunu söylerken de şöyle bir sava dayanıyor: Diyor ki Balyoz planı belki sahte ama Çetin Doğan başkanlığında yapılan gerçek plan seminerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanın -ki o dönemde AKP’de- isminden bahsediliyor. İşte Pendik Belediye Başkanı’nın isminden bahsediliyor. Böyle isimlerden bahsedildiğine göre aslında Plan semineri, suç için yani darbe yapmak için bir anlaşma zeminiydi demek istiyor. Fakat, hep savunma sırasında da söylediğimiz gibi, daha sonra da Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin de kabul ettiği gibi, Plan Semineri tam anlamıyla sesleri kayda alınan ve gerçek bir plan semineridir. Bir jenerik senaryoya bağlıdır. Yani jenerik senaryo; olasılığı en yüksek bir tehlike anında 1. Ordu’nun, 1. Ordu sınırları içerisinde ne yapabileceğini düşünüyorlar. Mesela Sakarya, Kocaeli ve İstanbul var. Başka bir il yok. Nasıl olur, bu üç ili kapsayan bir darbe planı yapılabilir. Darbe Ankara’da olur. Ama Ankara plan dışı, seminer dışı.
Gazetenin neşriyatından bir hafta sonra, 29 Ocak 2010’da İstanbul Adliyesi’nin koridorunda bir kişi belirdi. Elinde koyu renk bir bavul… Bu kişi, yıldızı o ara parlatılan Taraf Gazetesi Muhabiri Mehmet Baransu’ydu. Valizinde, 5 bin sayfa belge vardı. Bir de, sonraki yıllarda üzerinde çok konuşulacak CD’ler. Toplum şoktaydı. Haliyle şok olan sadece sokaktaki vatandaş veya gazeteciler değildi.
Savcılar şok oldu mu bilemeyiz ama toplumsal şok asıl o günlerden sonra başladı. Belgelerin savcılara teslim edilmesinin ardından, 30 Ocak 2010 günü, soruşturma başlatıldı. Aralarında emekli generallerin ve muvazzaf subayların da bulunduğu 49 asker gözaltına alındı. 4 gün sonra 18 asker daha... Sayı artıyordu...
Daha o zaman yol arkadaşının adı, “Gülen Cemaati”ydi. “Gülen Cemaati ve AKP hükümeti ortaklığıyla, TSK’ya operasyon yapılıyor” şeklindeki itiraz kendine taraf bulamıyor, hükümet ve hükümetin kontrolündeki medya organları, soruşturmaya tam destek veriyordu.
ENGELLER BERABER AŞILDI
Yol çetindi, kolay olmadı iki yol arkadaşı için de.
Soruşturma aşamasında verilen birbirinden farklı kararlar, güç kavgasını da orta koyuyordu. Bazı hakimler tahkiye kararları veriyor, bu kararlar başka bir heyet tarafından gece yarısı bozulup askerler yeniden tutuklanıyordu. Gülen –AKP ittifakına karşı yargı içinde direniş vardı.
Yıllar sonra bu tutuklama kararlarına imza atan hakimlerin, Gülen cemaati yapılanması içerisinde yer alan isimler olduğu anlaşıldı. Bugün birbirine düşman olan Gülen Cemaati ve AKP o günlerde birbirine koşulsuz destek veriyorlardı. Serviste AKP, mutfakta Gülen Cemaati mensubu hakim – savcılar vardı.
Sürdürülen soruşturma Temmuz 2010 tarihinde tamamlandı. İstanbul Cumhuriyet Savcıları, 196 kişi hakkında dava açtı. 968 sayfalık iddianame şunu diyordu: Sanıklar darbe yapacaktı ama teşebbüs aşamasında kaldılar…
Yargılama boşunca sanıklar ve avukatları delillerin sahte olduğunu, Balyoz Plan Seminerinin bir senaryo olduğunu anlatmaya çalıştılar. Delillerin sahteliği sahteliğini gösteren bilirkişi raporları dava dosyasına sunuldu.
Ancak sonuç değişmedi. İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi, 2012'de, 325 sanığı darbeye teşebbüsten mahkum etti. Mahkeme’nin kararı üzerindeki kimseyi şaşırtmadı.
Dosya Yargıtay’a geldi. Basit bir adam öldürme davasının temyiz incelemesini bile yıllar sonra yapan, Gülen cemaati taraftarlarının ağır bastığı Yargıtay, hükümeti çok bekletmedi. Çünkü AKP’nin acelesi vardı ve devletin bir an önce asker sultasından kurtulması gerekiyordu. Öyle ya tabanına da söz vermişti. Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, 9 Ekim 2013'te 237 sanık hakkındaki kararı onadı. Mahkumiyetleri kesinleşen sanıklar Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulundu. Anayasa Mahkemesi’nin dosyaya ilişkin kararı beklenirken, uzun süredir alttan alta süren bir mücadele gün yüzüne çıkmaya başladı.
YOLLAR AYRILMAYA BAŞLARKEN…
AKP ve Gülen cemaati arkasındaki ittifak bozulmaya başladı. Gülen Cemaati, 17 Aralık 2013’te düğmeye basarak, ortağı AKP’li bakanlara uzanan bir yolsuzluk soruşturması başlattı. Dönemin başbakanı tarafından altına zırhlı mercedes çekilen ünlü savcı Zekeriya Öz’ün koordinesinde soruşturma yürütülüyordu.
Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, işadamları Ali Ağaoğlu, Rıza Sarraf ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir'in de aralarında yer aldığı 89 kişi gözaltına alındı. Çoğu tutuklandı, güç bela salıverildi.
Hükümet tam anlamıyla şoktaydı… 11 yıl beraber yürüyen iki ortak artık birbirine düşmandı. Eski ortak, işi Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ı ifadeye çağırmaya kadar götürdü. Hükümet, yıllarca beraber yürüdüğü ortağından böyle bir şey beklemiyordu belki ama dışarıdan bakan bir göz neler olup bitenlere hiç de şaşırmıyordu. Anayasa referandumunun Fetullah Gülen yapılanmasının yargıda nasıl etkin hale getirdiğini herkes biliyordu. Şimdi avukatlık yapan, emekli Askeri Hakim Zeki Üçok, o yargının nasıl oluştuğunu, asıl amacını ve AKP’nin bu partnerinden neden kurtulmak istediğini şöyle anlatıyor:
“Anayasa değişikliğinden sonra HSYK tamamen Fetullahçı Terör Örgütü mensuplarının, mensubu hakim ve savcıların eline geçmişti ki bunlar da HSYK aracılığıyla adeta Türk yargı sisteminin en karanlık döneminin yaşandığı, tamamıyla yargısal düşünceler dışında, emir ve talimatlarla terörist başının olsun, Fetullahçı terör örgütünün organizasyonu içinde bulunan kişilerin emir ve talimatlarıyla hareket eden bir yapıya bürünmüştü. Bu yapı neticesinde onlarca kumpas davası kuruldu ve bunlarla hem Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hem de Türkiye’deki birçok aydının bu mahkemeler tarafından kumpaslar sayesinde tasfiye edilmesinin, ardından da özellikle silahlı kuvvetlerde Fetullahçı terör örgütü mensubu albay, general amirallerin önü açılarak bugünkü 15 Temmuz sürecine giden yolların döşendiği bir zaman olmuştu. Buradaki özellikle 17 / 25 Aralık, MİT tırları, ondan önce Cumhurbaşkanına karşı, özellikle MİT Müsteşarının gözaltına alınmak istenen süreç neticesinde bir noktaya gelindi ve artık Türk yargısının içerisindeki Fetullahçı yapılanmayı tasfiye etmek gerekiyordu. “
YENİ PARTNER: SOSYALDEMOKRAT - ULUSALCI – MUHAFAZAKAR KARMASI
İşte, dönemin başbakanın oğlunun sorgulanmak istendiği o dönemden itibaren AKP yeni ortaklar aramaya, yeni ittifaklara yönelmeye başladı. Hem Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelikleri için de seçim yaklaşıyordu. Başa bela olan bu, kökü Pensilvanya’daki eski ortaktan kurtulmak için fırsat bu fırsattı.
Gülen Cemaatiyle nikahı atan Hükümet; ulusalcı, sosyal demokrat ve biraz da kendinden olmayan milliyetçi muhafazakar çevrelere yönelmeye başladı. Bu yönelmenin ilk adımlarından biri de Balyoz davasıydı. 17-25 Aralık operasyonların hemen ardından, Anayasa Mahkemesi 2014 yılında Balyoz davasına ilişkin başvuruları karara bağladı. Yüksek Mahkeme, “delillerle oynanmış” dedi. “Sanıklar hak ihlaline uğramış” dedi. “Yeniden yargılansınlar” dedi.
Bu karar, Gülen cemaatine karşı oluşturulan, yeni ittifakın ilk meyvesi sayıldı. Hükümetin yeni ittifakın ilk somut kurumu Ağustos 2014 tarihinde ortaya çıktı. İçinde milliyetçi, sosyal demokrat ve muhafazakar, hakim ve savcıların bulunduğu, Yargıda Birlik Derneği kuruldu. Bu yeni oluşumun ortak amacı; yargıdaki Gülen cemaati mensuplarına karşı mücadele etmekti. Öyle de oldu… AKP hükümetinin 12’nci yılında, yargıda, bürokraside, sosyal demokrat olarak tanımlanan isimler etkili görevlere getirilmeye başladı. Milliyetçi muhafazakar genel müdürler koltukları dolduruyordu.
İttifak işliyordu… Anayasa Mahkemesinin kararının ardından, davaya bakan İstanbul Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi, davanın “kumpas” olarak nitelendirilmesine yol açan karara imza attı. Kararda, dijital verilerdeki çelişkilere, delillerin üretilmiş olduklarına yönelik kuşkulara işaret edildi. Mehmet Baransu’nun teslim ettiği CD’lerdeki delillerde kesin olarak sahtecilik yapıldığı vurgulandı. Mahkeme, 31 Mart 2015 tarihinde sanıkların beraatine karar verdi.
İttifak işliyordu ama hep bir tedirginlik vardı. Hükümet yeni ortağına, yeni ortak da hükümete tam güvenmiyordu. Atmosfer, Zeki Üçok’un anlatımıyla tam olarak şöyleydi:
“2014 HSYK seçimlerinde oluşturdukları bu yargıda birlikle Fetullahçı terör örgütünü göğüs farkıyla da olsa geçerek HSYK’da Yargıda Birliğin mensupları yer aldı. Ve gerçekten de Yargıda Birliğin o dönemde sosyal demokratlardan muhafazakarlara, milliyetçilerden ulusalcılara kadar geniş bir yelpazede oluşturdukları bu Yargıda Birlik, bizim son dönemdeki yargı düzenimizdeki bu kaosu ortadan kaldıran yeniden yapılanmaya giden bir sürece başlattılar. Fakat tabi ki böylesine güzel giden bu süreç, ne yazık ki bir süre sonra, siyasi amaçların doğrultusunda birtakım değişikliklere uğradı. Belirli gruplar yargıda birlikte olmasına karşın bunlar tasfiye edildi. Daha doğrusu dışlanmaya başladılar. Birçok başsavcılıklar olsun, Yargıtay üyelikleri olsun, mahkeme başkanlıkları olsun, Bölge Adliye Mahkemesi başkanlıkları olsun, buralardaki atamalarda Yargıda Birliğin dışındaki belirli siyasi görüşteki yargıç ve savcılar tercih edilir olunca maalesef Yargıda Birliğin bütün kurumlara örnek olması gereken yapısı bozuldu. “
BU EVLİLİK DAHA KISA SÜRDÜ
O tarihlerde bu kararı bile gölgede bırakan bir gelişme yaşanıyordu. Türkiye, 7 Haziran 2015 seçimlerine gidiyordu. Seçimin sonunda, AKP birinci parti çıkmasına rağmen, tek başına iktidar olamadı. AKP, yaklaşık 13 yıl aradan sonra tek başına iktidar olmayı başaramamıştı. Erdoğan’ın yeni yol arkadaşlıkları, kendisine istediği başarıyı getirmemişti. Seçim sonuçlarının şoku sürerken, 10 Haziran 2015 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Balyoz davası kararına 7 sanık yönünden itiraz etti.
Zaten var olan tedirginlik iyice su yüzüne çıktı. Hükümete göre yeni ortak kendisine rakip olabilirdi. Bir an önce bundan da kurtulmalıydı. Avukat Celal Ülgen, Balyoz davasında beraat eden sanıklardan 7’sinin kararına karşı yapılan itirazı o günlerden bugüne bakarak şöyle anlatıyor:
"Şimdi bakıyorsunuz o dönemde Fetullahçı yargıçlar ya da cemaate oy veren yargıçlar henüz görevdeler, birçoğu görevden alınmamış, 15 Temmuz olayı gerçekleşmemiş ama yargıçlar seçime gidiyorlar o dönemde elbette gereksinimi vardı; HSYK’yı, Yargıtay’ı, çeşitli daireleri bu grubun eline bırakmayacağı için Yargıda Birlik diye bir platform kurup sosyal demokrat tabana da göz kırpmayı düşünmüşlerdi. Fakat şimdi onların hepsi yok oldu. Yani böyle bir birliğin sürmesine gerek yok. Tam tersine o birlik rakibi oldu. Yani Fetullahçıların çekip gitmesiyle ve böyle bir seçime girme şanslarının kalmamasıyla daha önce kurmak istedikleri birlikteki taraf aslında yeni seçimlerde karşıtı olma durumuna geldi. Bu nedenle zaten öyle bir ortaklık çok kısa bir süre sonra bozuldu."
15 Temmuz darbe girişimi ve hemen ardından kurulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Erdoğan ve partisinin gücüne güç kattı. Bu güce Milliyetçi Hareket Partisi’nin koşulsuz desteği de eklenince artık, bürokraside, özellikle de yargıda başka ittifaklara gerek yoktu.
Bu niyetler birkaç yıldır kafalarda oluşurken, Balyoz dosyası 2016 yılında temyiz üzerine Yargıtay’a geldi. Yargıtay, 5 yıl dosyaya ilişkin kararını verdi. Yargıtay, 14 Haziran 2021 tarihinde, 7 sanık hakkında verilen beraat kararlarını bozdu. Yargıtay, sanıkların suç için anlaştıklarını, kaydederek, sanıkların cezalandırılmasına hükmetti.
"EN BÜYÜK HUKUKSAL SALDIRI"
Hükümetin yeni ortağı “Sosyal demokrat, ulusalcı, muhafazakar” partnerinden tamamen vazgeçtiğini gösteren Yargıtay’ın bozma kararı hukuken ne anlama geliyordu? Yerel Mahkemenin verdiği beraat kararı Zeki Üçok’a göre hem hukuka saldırıydı hem de AKP’nin önceki ortağının mensubu olan hakim – savcıların kararının kutsanmasıydı:
“Bu, balyoz kararına karşı bugüne kadar yapılmış en büyük hukuksal saldırı olarak değerlendiriyorum.
Bu saldırı en çok bu kararı daha önce vermiş olan FETÖ’cü hakim ve savcılara bir savunma mekanizması geliştirecektir. Dolayısıyla ben Yargıtay’ın bu noktadan hareket ederek bu yolu açmış olmasını geçmiş dönemdeki FETÖ kumpaslarını adeta kutsamış gibi bir durum ortaya çıktı. O yüzden de şiddetle eleştiriyorum.”
Avukat Celal Ülgen’e göre de Yargıtay’ın Balyoz davasındaki beraat kararlarını 7 sanık yönünden bozması aynı zamanda tabanını konsolide etmesinin bir aracıydı. Yine Ülgen’e göre şimdi AKP’nin tabanına, “bunlar kumpastı” demesi yetmiyor, eriyen tabanına bir şeyler söylemesi gerekiyordu:
‘Balyoz, Ergenekon, Oda TV gibi kumpas davaları kumpastır’ deyip geri çekilmek yetmiyor. Özellikle puan kaybettiği ve hızla erimeye başladığı bu dönemde. Eski arkadaşlarını, eski birlikte hareket ettiği insanları yitirmeye başladıkları bugünlerde eski grubu konsolide etmek için ve biraz da artık Fetullah Gülen sempatizanlarını okşamak ve seçmen olarak oylarını alabilmek için böyle bir yönteme başvurduklarını düşünüyorum. Bu yöntem aslında tehlikeli bir yöntem. Yani yargı kararlarıyla kumpas olduğu ortaya çıkmış bir olayın yeniden sanki varmış gibi gösterilmesi 7 tane yüksek rütbeli komutanın üstünde böyle bir Demokles'in kılıcının sallandırılmasının hiçbir anlamı yok. Bu kimseye bir yarar da getirmez. Bana göre esas olan gerekçe kendi tabanına ve seçmenine karşı ‘ya efendim biraz sulandırmışlar falan filan ama aslında Balyoz da vardı, Ergenekon da vardı, başka şeyler de vardı ama Fetullahçılar fazla oynadılar, sulandırdılar o nedenle bunlar beraat etti, bakın biz yine bu işin arkasındayız’ gibi bir görünümü sağlamak için.
Balyoz sanıkları bütün bu atmosferde şimdi 22 Ekim'de Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yeniden hakim karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Ağır Ceza Mahkemesi ilk beraat kararında direnecek mi yoksa Yargıtay 16’ncı Ceza Dairesi’nin ve AKP’nin dediği gibi, “Evet, bir darbe teşebbüsü vardı” mı diyecek?
Sorun sadece geçmişteki bir darbe planının varlığı veya yokluğu değildi AKP için.
Zaman akıyordu. Bir taraftan Sedat Peker, AKP’nin içindeki milliyetçi muhafazakar tabanın temsilcisi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yüklendikçe yükleniyordu. AKP’ye yakın duran, milliyekçi muhafazakar ve hatta “derin devletin adamı” olarak bile görülen Mehmet Ağar’a söylemediğini bırakmıyordu.
Sanıkları arasında Mehmet Ağar’ın da bulunduğu Faili Meçhul Cinayetler Davası’nın kararı, AKP’nin milliyetçi muhafazakar isimleri zapturapt altında tutmasına olanak mı sağlıyordu? Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sedat Peker’in konuşuyor olmasına bu nedenle mi yüksek tonda ses çıkarmadı? Ta ki kendisi ile helalleşme aşamasına gelinceye kadar…
Öyle anlaşılıyor ki önümüzdeki dönem, Türkiye’nin içinde AKP’nin de yer aldığı muhafazakar mahallesinden daha çok sular akacak.
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.