ZİYA BANDIRMALIOĞLU: GERİDE DELİL BIRAKAN, CESET BIRAKMAYAN ÇETECİ

ZİYA BANDIRMALIOĞLU: GERİDE DELİL BIRAKAN, CESET BIRAKMAYAN ÇETECİ
İstanbul’da Kalamış Marina’da Çakıroğulları Çetesi ile girdiği çatışmada ölen Ziya Bandırmalıoğlu’nun geçmişi, Türkiye’nin karanlık “çete” tarihini yazdı. Savaş Buldan’dan Behçet Cantürk’e kadar, Çiller’in “ölüm listesi”ndeki birçok ismin katledilmesinde “tetikçilik” yapan Bandırmalıoğlu’nun dosyalarına baktığımızda eylemlerini, “çıraklık, kalfalık ve ustalık işi” olarak tanımlamak mümkün. 90’ların “çırak ve kalfa, 2021’lerin usta çetecisi”ni, Bandırmalıoğlu’nu olaylardan, dosyalardan iyi bilen Emniyet Genel Müdürlüğü Eski İstihbarat Dairesi Başkanı Hanefi Avcı ve Faili Meçhul Cinayetler Davası’nın avukatı Murat Yılmaz ile konuştuk. Avcı ve Yılmaz’a göre “Bandırmalıoğlu 90’larda devlet içinde başlayan çeteciliğini sivil hayatta da devam ettirdi ve beklenen son oldu.”




Ekonomik krizdi, döviz kuruydu derken hafta içinde yaşanan bir olay gölgede kaldı: İstanbul Kadıköy’deki Kalamış Marina’da yaşanan çatışmada Susurluk hükümlüsü çeteci Ziya Bandırmalıoğlu bir “yol arkadaşı” ihraç polisle birlikte öldürüldü.

Bu olaydan sonra 1990’ların birçok faili meçhul cinayetinde tetikçilik yapan Bandırmalıoğlu’nun kim olduğunu ve Bandırmalıoğlu üzerinden devlet içinde yetişip sonra sivilde bu “işi” devam ettiren çetelerin hangi iklimde geliştiklerini anlatmak istedik. Önce dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in o meşhur sözünü hatırlayalım: 

“Bu millet uğruna, bu ülke uğruna, bu devlet uğruna kurşunu atan da kurşunu yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır. Onlar şereflidirler. Bu konuda söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.”

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller Partisi’nin Meclis Grubu’nda bu konuşmayı yaptığı gün takvimler 26 Kasım 1996’yı gösteriyordu. Tansu Çiller’in bu sözü bir başlangıç değil bir sonuçtu. Siyasetin yarattığı, “terörle mücadele için her yol mübahtır” anlayışıyla devlet içinde oluşan çeteler 93’lerden o yana Doğu Güneydoğu’da köy yakıyor, Ankara’da, Adapazarı – Hendek - Sapanca üçgeninde insan yok ediyorlardı. Çiller, bunlardan hesap sorulması konuşulmaya başlanırken kefaletini bu sözlerle deklare ediyordu. Artık onlara kimse dokunamazdı.

İBRAHİM ŞAHİN'E DOĞRUDAN BAĞLI

Bu çeteler, 1994, 1995’lerde Emniyet Genel Müdürlüğü’nde kurumsallaşıyordu. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, İbrahim Şahin’i Özel Harekat Dairesi’nin başına getirmiş, Korkut Eken’i de terörle mücadele için danışmanı yapmıştı.

Bu iki ismin iki görevi vardı: Terörle, teröristlerin taktiğiyle mücadele edecekler ve yeni başlayanları bu yönde eğiteceklerdi. Toplam 60 kişilerdi. Bildiğimiz şema oluşturulmuş, kimi İbrahim Şahin’e doğrudan, kimi de dolaylı bağlıydı.

İşte geçtiğimiz günlerde İstanbul Kadıköy’de Kalamış Develi Balık Lokantası’nda öldürülen Ziya Bandırmalıoğlu, Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki 60 kişiden birisiydi. İbrahim Şahin’e doğrudan bağlı olan çekirdek kadroda yer alan bir Özel Harekat polisiydi.

Bu çekirdekten yetişme çeteci, Kalamış Marina’da çıkan çatışmada, kendisi ile “beraber yürüyen” ihraç Polis Şahin Aslan ile birlikte öldü. Çatışmada karşı taraftan da 3 yaralı vardı. Bu olaydan sonra hep Ziya Bandırmalıoğlu’nun ölümü üzerinde konuşuldu ama kimse karşı tarafın kimler olduğunu konuşmadı. “Çakıroğlular” denildi geçildi. Aslında çatışmanın o tarafı da Bandırmalıoğlu kadar üzerinde durulması gereken bir gruptu. Trabzonlu’ydu bu grup. Büyük bir ailenin ülkücü çocuklarıydı. Çocukları dediğimize bakmayın çoluk çocuk değil. Yetişmiş, uzun yıllardır, “bu alemlerin” insanlarıydı. Onlar da ekmeğini “bu alem”den kazanırlardı.


Zaten iddia oydu ki mesele, Türkiye’nin en büyük yatlarından birinin alım satımı işiydi. Ne Bandırmalıoğlu ne de Çakıroğulları alışverişin doğrudan tarafıydı. Meslektaşımız Timur Soykan’ın iddiasına göre  bu yatın ilk sahibi Hüseyin Rüştü Altuntaş’tı. Baba Altuntaş ölünce, çocukları bu yatı Nef Ataköy plazadaki 8 dükkan karşılığında arazi sahibine satmak istemişler, dükkanların değerinin düşük olduğu ortaya çıkınca satış olmamış, Ziya Bandırmalıoğlu da 2 milyon liracık para karşılığında bu işi “oldurmaya” çalışıyormuş.


Bu durumda arsanın sahibi de otomatik olarak işini çeteye havale etmiş oluyordu. Onun adına pazarlığa Çakıroğulları oturuyor gibi görünüyordu. Hal böyle olunca arsanın sahibi Hasan Peker’in avukatları açıklama yaptı: “Biz burada çatışan iki grubu da tanımayız, bunlarla işimiz olmaz” dediler. Peker deyince kulak kesildiniz belki ama tamamen soyisim benzerliği.

Biz, işin polisiye tarafıyla ilgilenmeyeceğiz. Zaten elde ettiğimiz bilgiler de çok teyide muhtaç bilgiler. Bu olayın bize teyit ettiği en önemli gerçek; 1994’lerin çetecisinin şimdi kendisi “iş alır” hale gelmiş olması. Hala alemlerde racon kesiyor, adam vurduruyor, su yolunda ölüyor olması. Yani yıllarca görmezden gelinmiş olması. Biz bu nedenle bu yönüyle ilgileneceğiz. Birazdan bu çetecinin nasıl yetiştiğini anlatacağız ama sırası gelmişken Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı’yı dinleyelim. Avcı’ya göre Ziya Bandırmalıoğlu’nun fertlerinden biri olduğu çeteler “Teröristle anladığı dilden konuşalım” mantığıyla oluştular ve hukuk dışına çıktılar ve sonuç bu noktaya kadar geldi. Avcı, Bandırmalııoğlu’nu 1990’lardan bakıp şöyle değerlendiriyor:

“SİVİL HAYATTA SUÇ İŞLEMEYE DEVAM ETTİLER”

“Bunlar başlangıçta önce PKK’ya yardım eden yataklık eden, onlara destek veren insanlar adı altında bazı kişilere yönelik eylemler yapıyorlar. Ama iş kısa süre sonra ‘madem örgüte yardım ediyordun, bize de yardım et’e dönüştü. Bir müddet sonra da haraç almaya, kişiyi kaçırıp akrabalarından, yakınlarından para almaya dönüşüyor. Bir müddet sonra yeraltı dünyasına, mafyacılığa dönüşmeye başlıyor. Olan olaylar da bunu gösteriyor zaten. Baktığımız zaman bu o zaman komisyona intikal etmişti, basına intikal etmişti. Daha sonra belgeleri de bulundu; birtakım insanları kaçırmışlar, Bu insanların akrabalarını arayarak ‘kurtulması için bize şu kadar para vereceksiniz’ demişler. O insanlar para göndermişler, bu paraları çekmişler ama daha sonra yine insanlar öldürülmüş. 



Yine hakeza Susurluk soruşturmasında ortaya çıkmıştı ki bu kişiler bir müddet sonra çeteleşmeye dönüşerek bu işlerden para alacak kadar, rant alacak kadar, kumarhaneciler kralı ile işbirliği yapacak kadar bu işin içine girişmişlerdi. Başlangıçta iyi niyetli gibi gözüken ama bunun çok dışına taşan bir yapı bir müddet sonra hukuksuzluğa, çeteleşmeye, organize suç örgütü kurmaya bilfiil kendileri suç işlemeye başlamışlardı. Tabi bu insanların bir kısmı devlet içinde görev aldığı için, resmi polislerden askerlerden insanlardan oluştuğu için bir müddet sonra bunlar organize suça dönüşünce, çeteleşince, suç işlediği zaman da takkikat yapılamaz hale geldi.

Çünkü bu insanları yakaladığınızda, ‘evet bu suçu işledi ama geçmişte de şu olayda yer almıştı, şu faaliyetlerde yer almıştı’ gibi kendi yaptıkları kötü işleri kamufle etmek adına ‘geçmişte iyi işler yaptım’ der gibi bir havaya girmişlerdi. Ama devlet hem Susurluk Araştırma Komisyonu Raporuyla hem Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporuyla hem de Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin kararıyla hukuk dışına taşan bu tür yapıların memlekete fayda getirmeyeceğini, yaptıklarının suç olduğunu, yanlış olduğunu, devletin hukuk nizamı içinde kalması gerektiğini gösterdi. Hukuk içerisinde çözüm üretmek gerektiğini en azından hukuki manada kamuoyuna deklare etmiş oldu. Bu da bu tip olaylara kalkışanların kamu kurumlarından ayıklanmasını gerektirdi. Belki ceza olarak çok fazla ceza almadılar, sadece örgütten ceza aldılar. Sadece polisler ve Korkut Eken gibi isimler ceza aldılar ama kurumlar bu kişiler ve bu olaylarla ilgili soruşturma yaptılar. Emniyetteki insanlar ihraç edildi, jandarmadakiler belli oranda teşkilattan uzaklaştırıldı, MİT’te olanlar buradan uzaklaştırıldı. Yani kamu, kendi içinde bu olaylara bulaşmış çeteleşme safhasına girmiş olanları yavaşça ayıkladı.

"SİVİL HAYATTA SUÇA DEVAM ETTİLER"

Bu ayıklama dolayısıyla da kurumlar, ‘haa demek ki devlet bu işleri çok da fazla istemiyor’ deyip mesafeli durdular ama bu insanlar bu dünyada, sivil hayatta, özel hayatta bu tip suçlara devam ettiler. Yani mafya faaliyetlerinin, organize suç faaliyetlerinin içerisinde, o sivil irtibat kurduğu insanlarla beraber, onlardan öğrendikleri yöntemleri kullanarak bu defa kendileri organize suç örgütleri ve çeteler halinde birtakım bir takım olayları müdahale etmeye, bazı anlaşmazlıkları çözmeye, bazen da alacaklarını onların adına almaya gibi işlere karıştılar.

Zaman zaman işte olayları basında duyuyoruz. Kimin hangi olayda yer aldığını, kimin nerede, nasıl faaliyet gösterdiği gibi olayları duyuyoruz. Böyle bir olaylar zinciri gibi görünüyor. Yani geçmiş dönemde yarı resmi birtakım işler içerisindeyken şimdi o kurumlardan ihraç edildikten sonra suç örgütlerinin kullandığı yöntemleri kullanarak, kendileri 2-3’ü bir araya gelerek bir küçük suç örgütüne dönüşmek suretiyle faaliyet gösterdiler. Netice bu noktaya kadar geldi.”

Hanefi Avcı sözlerinin devamında 1990’lardan sonra hükümetin terör olaylarını çözmek adına kolay yolu tercih ettiğini, siyasi hükümetin bunlara göz yumduğunun, bakanlarının genel müdürlerinin çetelere destek verdiğinin altını çiziyor.

Avcı, 1990’larda siyasetin bu yapılara, “biraz hukuk dışına taşabilirler” diye baktığını şimdi ise bu tür grupların siyasetle içe içe geçmiş durumda olduğunu belirtiyor ve “Şimdi siyasetteki bazı grupların bu insanları destekler göründüğünü görüyoruz” diyor.

Şimdi, Avcı’nın deyimiyle bugün siyasetle iç içe geçen grupların çekirdeğini inceleyeceğiz ve nasıl var oldular, bunu Ziya Bandırmalıoğlu örneği üzerinden bakacağız.

AĞAR’IN TOSUNLARI İÇERDEN ÇÖZÜLDÜ: AYHAN ÇARKIN VAKASI

Ziya Bandırmalıoğlu’nun, efradı olduğu yapılanma 1993 yılı sonu 1994 başlarından itibaren kendini gizleme ihtiyacı bile duymamaya başladı. Bu tarih aslında bir tesadüf değildi. Mehmet Ağar Temmuz 1993’te Emniyet Genel Müdürü olmuştu.

Bandırmalıoğlu ve diğer 59 kişi öyle tesadüfen Emniyet Genel Müdürlüğü’nün personel listesinden kurayla belirlenmemişlerdi. Bunlar birbirlerini tanır, bilirlerdi. Nitekim Susurluk kazasıyla da bu teyit edilecekti. Bunlara daha sonra camiada “Mehmet Ağar’ın tosunları” denecekti. 

Ziya Bandıralıoğlu da ağabeyleriyle birlikte Susurluk Davası’nda yargılanacak, malum Susurluk Çetesi davasında 4 yıl hapis cezası alacaktı. Ne var ki dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi, “Arkadaş siz suç işlemek için çete kurdunuz tamam da bu kurduğunuz çeteyle ne gibi suçlar işlediniz” diye sormayacaktı. Ta ki içerden bir ses yükselip “Biz şöyle şöyle işler yaptık, şunu şurada öldürdük, şuraya gömdük” deyinceye kadar. Bunları söyleyen Ayhan Çarkın’dı. Zincirin bir halkası.

Ayhan Çarkın 2011 yılına gelindiğinde, diğer örgüt üyeleri kendisini yalnız bırakınca konuşmaya başladı. Çarkın çok konuştu, çok şey anlattı. Oraya girecek olursak çıkamayız. Bizim bugünlük konumuz Ziya Bandırmalıoğlu.

Çarkın’ın anlatımlarından sonra Ankara’daki meşhur Faili Meçhul Cinayetler Soruşturması başladı. Sonunda davaya dönüştü. Bu davanın sanıkları Mehmet Ağar, Korkut Eken, İbrahim Şahin, Ayhan Çarkın ve Ziya Bandırmalıoğlu’nun da bulunduğu 17 kişiydi.

Ankara 1.’inci Ağır Ceza Mahkemesi bu davada beraat kararı verdi. Beraat kararı İstinaf’ta bozuldu. Şimdi yine görülüyor. Biz Ziya Bandırmalıoğlu’nu bu davadaki belgelere dayanarak anlatacağız. Bu belgeler, Ziya Bandırmalıoğlu’nun çıraklık ve kalfalık dönemini anlatıyor. Ama bazı işleri var ki çok ustacaydı. Hatta onlardan biri, podcastimize başlık oluşturdu: Geride delil bıraktı ama ceset bırakmadı. Onu da ilerleyen satırlarda anlatacağız.

BANDIRMALIOĞLU İLK İŞİNE ÇIKIYOR

Ziya Bandırmalıoğlu ilk “işi”ne 15 Ocak 1994’te çıktı. Hedef Behçet Cantürk’tü. İşin kılıfı, Cantürk’ün PKK’ya yardım yapıyor gösterilmesiydi. 1994’ün Ocak ayı başlarında Ankara’daki Özel Harekat Dairesi’nde bir şeyler konuşulmaya başlandı. İstanbul’a bir ekip gidecekti. İş, Behçet Cantürk ile ilgiliydi. Ekip İstanbul’a gitti. 14 Ocak’ta, şoförü Recep Kuzucu ile birlikte evinden çıkan Cantürk’ün aracı Fenerbahçe Orduevi yakınlarında asayiş uygulaması yapan ekip tarafından durduruldu. Bunun, “adı aşayiş uygulaması”ydı. Hedef doğrudan Cantürk’tü.

Behçet Cantürk ve şoförü, aralarında Ziya Bandırmalıoğlu’nun da bulunduğu ekip tarafından alınıp bilinmeyene götürüldüler. Bir gün sonra İstanbul’dan Adapazarı’na giden yolda, Sapanca’nın Kırkpınar mevkiinde henüz açılmamış otopark alanında iki erkek cesedi bulundu. Bunlar Behçet Cantürk ve şoförü Burhan Kuzucu’ydu. Olay yerinde 15’e yakın mermi kovanı bulundu. 3’ü Behçet Cantürk’ün doğrudan kafasına sıkılmıştı. Yıllarca süren soruşturmalar sırasında ve Ergenekon soruşturması sırasında ifadeler alındı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in bilgisi dahilinde olan ölüm listeleri ortaya çıktı. Bütün bunlar Cantürk ve şoförü Kuzucu’nun bu çete tarafından öldürüldüğünü ortaya koyacaktı. Kahramanımız Ziya Bandırmalıoğlu’nun bu işteki rolü daha çok şoförlük olarak karşımıza çıkıyor.

ANKARA’DA BİR AVUKAT VURULDU

Hani biraz önce bu çete ayda bir adam öldürüyordu demiştik ya, Ziya Bandırmalıoğlu’na daha ay geçmeden ikinci görev yazılmıştı. Hedefteki kişi, Ankara’daki bir avukattı. Behcet Cantürk’ün avukatı Yusuf Ekinci.

Yusuf Ekinci, 24 Şubat 1994’te bürosundan çıkıp evine giderken kaçırıldı. Bir gün sonra Ankara – Gölbaşı yolunda rutin trafik kontrolü yapan trafik polisleri Doktorlar Sitesi yakınlarında şarampolde bir erkek cesedi gördüler ve durumu telsizle merkeze bildirdiler. Cinayet masası ekipler geldi. Teşhislerden sonra öldürülen kişinin Yusuf Ekinci olduğu ortaya çıktı. Olay yıllarca faili meçhul kaldı. Sonra bir gün Ayhan Çarkın, biraz da kendini aklar şekilde özetle dedi ki:

“Yusuf Ekinci’yi bürosunun olduğu cadde üzerinde aldık. Kendisini alan, Yusuf Yüksel isimli komiserdi. Dört araba peş peşe Gölbaşı tarafına gittik. Bana da uzi marka bir silah verdiler. Olay yerine geldiğimizde bana da ‘bunu sen öldür, siftahın olsun’ dediler. Ben kabul etmedim, verdikleri silahı ve kendi silahımı yere attım. Sonra Ekinci, Alper Tekdemir, Ayhan Akça, Enver Ulu ve Ziya Bandırmalıoğlu’nun bulunduğu ortamda öldürüldü. Kimin ateş ettiğini bilmiyorum.”

Yine ifadeler alındı, deliller incelendi; Ekinci’yi, Bandırmalıoğlu’nun içinde bulunduğu ekip öldürmüştü. Ekip Ümitkoy Yolu’ndan Emniyet’e geri dönmüştü. 

Bir iki gün dinlendiler ve yeni cinayetin üzerinde çalışılmaya başlandı. Hedef Diyarbakırlı oto galerisi sahibi Fevzi Aslan’dı. İstanbul’da oto galerisi işletirdi. Ekipte, Ziya Bandırmalıoğlu da vardı. Fevzi Aslan ve yeğeni Salih Aslan’ın cesetleri Hendek-Sakarya otoyolu kenarında bulundu. Tarih, 25 Mart 1994’tü. Yani Yusuf Ekinci öldürüldükten tam bir ay sonra. Aynı ekip, bir buçuk ay sonra da Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı Namık Erdoğan’ı öldürecekti.

BANDIRMALIOĞLU’NUN KALFALIK İŞİ: SAVAŞ BULDAN

Namık Erdoğan’ın öldürülmesinden 24 gün sonra Ziya Bandırmalıoğlu ve ekibine yine İstanbul’da iş çıktı. Hedefte Savaş Buldan vardı. Şimdi HPD’nin Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ın eşi. 

Bu eylemi, “Bandırmalıoğlu’nun Kalfalık İşi” olarak nitelendiriyoruz. Bunun nedeni eylemin gerçekleşme şeklinden ziyade, Bandırmalıoğlu’nun olaydaki konumu.

Savaş Buldan, 2 Haziran 1994 gecesi Çınar Otel Restaurantından çıktıktan sonra 7-8 kişi tarafından kaçırıldı. Kaçıranlar kendilerinin polis olduğunu söyleyip “ifadeni alacağız” diyerek Buldan ve beraberindekileri lüks otomobillerle kaçırdılar. Üzerlerinde bildiğimiz polis yelekleri vardı.

Ertesi gün Düzce Yığlıca’ya bağlı Karataş köyü sakinleri Taşlı Melen Mevkiinde yol kenarında çukurun içinde 3 erkek cesedi gördüler. Durum jandarmaya, emniyete bildirildi. Failler bu kez farklı çalışmışlardı. Bu kez kurbanlar önce işkence edilmiş, sonra yakın mesafeden silahla öldürülmüşlerdi. Failler, öldürdükleri kurbanların kimliklerini almış ama olay yerindeki mermilerin boş kovanlarını yine toplama ihtiyacı duymamışlardı. Bu aslında bir bakıma olaya “imza atmak”tı. Çünkü mermi kovanları incelendiğinde diğer olaylarda kullanılanlarla silahlarla aynı silahlardan çıktıklarının anlaşılmasını sağlıyorlardı. Nitekim öyle oldu. Mermiler, ayda bir işlenmekte olan cinayetlerle aynı silahlardan çıkmıştı.

Olay üzerine büyük büyük yorumlar yapıldı ama yine uzun süre faili meçhul kaldı. Ayhan Çarkın 2011 yılında verdiği ifadede, “Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu ve Astsubay Duran Fırat aralarında konuşurken duydum. Savaş Buldan, bu kişiler tarafından öldürüldü” dedi.

Bu ekibin başındaki İbrahim Şahin de ilk kez “ölüm listesi”ni dolaylı olarak teyit ediyordu: “Ölüm listesi yoktu ama Kürt Ulusal Meclisi’nin üyelerinin olduğu bir liste vardı” diyordu.

Sedat Peker de Ergenekon soruşturmaları sırasında verdiği ifadede, “Savaş Buldan’ın da yer aldığı ölüm listesini hazırlayanlar, dönemin Milli Güvenlik Kurulu’nca yetkilendirilmişlerdi” diyerek bildiklerini anlatıyordu.

İtirafın asıl değerli olanı Tansu Çiller’in Danışmanı Memduh Samuray Bayraktaroğlu’ndan geldi:

“Liste, askeri istihbarat ve MİT’ten gelen belgelere göre oluştu. Behcet Cantürk ve Savaş Buldan bu listede vardı, bu nedenle öldürüldüler.” Bayraktaroğlu ifadesinde böyle diyordu.

İfadelere göre çete, Adnan Yıldırım’ın ailesinden 1 milyon mark para almıştı.

Savcılık da soruşturma sonunda Savaş Buldan’ın aralarında MİT elamanı Tarık Ümit ile Ziya Bandırmalıoğlu’nun da bulunduğu 12 kişi tarafından öldürüldüğü sonucuna vardı.

BANDIRMALIOĞLU VE ÇETESİNİN USTALIK İŞİ: TARIK ÜMİT

Ziya Bandırmalıoğlu’nun içinde bulunduğu çetenin “ustalık işi”, bir zamanlar beraber hareket ettikleri MİT’çi Tarık Ümit’in kaçırılması ve yok edilmesiydi.

Dikkat ederseniz şimdiye kadar kurbanlar için “öldürüldü” ifadesini kullanıyorduk ama Tarık Ümit için “yok edildi” ifadesini kullanacağız. Sebebini birazdan siz de anlayacaksınız.

Tarık Ümit bir MİT’çiydi. Ziya Bandırmalıoğlu’nun içinde bulunduğu çete ile birlikte hareket ederdi ama arada bir şeyler oldu gruptan ayrıldı. Bazı iddialara göre kendi namına iş yapmaya haraç toplamaya başlamıştı. Neyse konumuz Tarık Ümit değil. O başlıbaşına bir podcast konusu olurdu zaten.

Konumuz, Tarık Ümit’in kahramanımız Ziya Bandırmalıoğlu’nun içinde bulunduğu çete tarafından kaçırılıp yok edilmesi.

Bandırmalıoğlu, 1995 yılının Mart ayı başında verilen görev gereği arkadaşlarıyla birlikte Ankara’dan İstanbul’a gitti. Plana göre kaçırma eyleminde kullanılacak araç, Tarık Ümit’i de tanıyan TIR işletmecisi Avşar Kederoğlu’ndan, “bize İstanbul’da dolaşmak için araba lazım” denilerek alınacaktı. Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlu da öyle yaptılar. Kederoğlu ile hoş beşten sonra Bandırmalıoğlu, “abi telefonunu kullanabilir miyim, Tarık abiyi arayacağım. Onunla buluşacağız” diyerek Kederoğlu’ndan telefonunu aldı. Gerçekten de Tarık Ümit’i aradı. Randevu yeri saati verildi. Divan Pastanesi’nde buluşacaklardı. Böylelikle sonra soruşturma sırasında Tarık Ümit’i en son arayan, Ziya Bandırmalıoğlu değil, Avşar Kederoğlu’ymuş gibi görünecekti.

Akça ve Bandırmalıoğlu pastaneye vardılar, Tarık Ümit oradaydı. Tarık Ümit, İbrahim Şahin’i sordu. “Gelemedi abi, sizi evinde bekliyor” dediler. “E hadi gidelim” dendi arabalara binildi. Tarık Ümit’in Chevrolet Camaro marka arabasını Ziya Bandırmalıoğlu kullanıyordu. Akça da onları takip ediyordu. Ama bir gariplik vardı. Araçlar İbrahim Şahin’in evine değil, Sami Hoştan’ın evine doğru gidiyordu. Araçlar durdu, Tarık Ümit karga tulumba Hoştan’ın evine götürüldü. Burada tanıdık biri vardı: Abdullah Çatlı. İddialara göre Çatlı bir süre sorguladığı Tarık Ümit’i adamlarına teslim etti.

Uzatmayalım, yakınlarının Tarık Ümit’ten haber alamadıkları günlerde Silivri Beyciler Köyü yolu kenarında lüks bir araç bulunmuştu. Olayı bölgeden sorumlu jandarma karakolunun komutanı Astsubay Ahmet Altıntaş soruşturuyordu. Ah Ahmet Astsubay, biraz sonra başına neler gelecek bir bilse… Araçta Tarık Ümit’e ait doktor raporları olan bir zarf vardı. Bir de araç içinde 34 ZU 478 numaralı iki plaka. Bu plaka önemli. Çünkü bu plakayı Tarık Ümit’e “DHKP-C tarafından takip ediliyor” diye dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar bizzat vermişti. Yani aslında resmi bir sahte plakaydı. Aracın tekerleği ve direksiyonu özellikle hareket ettirilemesin diye kilitlenmişti. Arabada, boğuşma izi, direnme izi, kan izi gibi başka hiçbir anormallik yoktu. Aracın bulunduğu bölge arandı, hatta bazı yerler kazıldı ama ortada ceset yoktu.

Olayı soruşturan Astsubay Ahmet Altıntaş, Tarık Ümit’in en sonra Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlu ile buluştuğunu, pastaneden beraber çıktıklarını, bir daha kendisinden haber alınamadığını dikkate alarak Bandırmalıoğlu ve Akça’yı sorgulamaya kalkıştı. Ama tam o sırada Ahmet Astsubay’a “Ankara’dan bir telefon” geldi. Telefondaki kişi, o adamları bırak diyordu. Bu kişi İbrahim Şahin’di. Zaten sonra da Ahmet Astsubay, Diyarbakır’a sürüldü.

Yıllar süren soruşturmada yine Ayhan Çarkın çıktı olayı anlattı. Bu ifadeler, dosyadaki diğer delillerle birleştirildi ve ortaya şu sonuç çıktı: Tarık Ümit’i Ziya Bandırmalıoğlu ve Ayhan Akça kaçırıp abilerinin planı doğrultusunda yok etmişlerdi. Tarık Ümit’in cesedi bulunamadı. İşte bu nedenle kendisi için, “Kaçırılıp yok edilen Tarık Ümit” tanımlamasını kullanıyoruz. Belli mi olur, yarın bir yerlerden çıkar gelir.

Evet… Kahramanımız (!) Ziya Bandırmalıoğlu’nun 1990’lardaki işleri bunlardı. Şimdi öldürüldüğü Kalamış Marina’daki çatışma görüntülerine baktığımızda biraz daha “kendi işini yapıyormuş(!)” gibi görünüyor.

Ziya Bandırmalıoğlu’nu son olarak, bütün saydığımız bu olayların sorgulandığı Faili Meçhul Cinayetler Davası’da, mağdur yakınlarının avukatlığını yürüten Murat Yılmaz’dan dinleyelim. Murat Yılmaz, Ayhan Çarkın’ın itiraflarına rağmen beraatle biten davadaki bu kararın İstinaf Mahkemesi tarafından, “cezalandırma için yeterli delil var” gerekçesiyle bozulduğunu belirttikten sonra Bandırmalıoğlu’nun dününü ve sonunu “şaşırdık mı, hayır” diyerek şöyle anlatıyor:

“ŞİMDİ ÖLDÜRÜLMESİ, 90’LARIN UZANTISIDIR”

 

“…Ziya Bandırmalıoğlu bu dosyada beraat etti fakat delillere baktığımız zaman aslında 90’lı yıllarda bir çete oluşturulduğu ve bu çetenin bir kısım iş insanlarından para almak için tehdit ettiği, paranın verilmemesi halinde öldürülebilecekleri veya başka şekilde zarar görecekleri şeklinde bir durum var. Orada onlarca insan öldürülmüş, bunlardan 5 tanesinde Ziya Bandırmalıoğlu’nun birebir tetikçi olduğu söylenmektedir Ayhan Çarkın tarafından. Nitekim son duruşmada Ayhan Çarkın, esas olarak itiraflarının doğru olduğunu tekrar söylemiştir. Sonra kamuoyuna yansımıştı; Mehmet Eymür de bir açıklama yapmıştı ve devlet içindeki Mehmet Ağar ve çetesinin, bu Faili Meçhuller Davası’nda yargılanan kişilerin temel olarak bazı kişileri para karşılığı listeden çıkardıklarını, Bunlardan bazılarının da para verilmediği için öldürüldüklerini söylemişti.

İşte devlet içindeki bu çetenin yapılanmasına baktığımız zaman faili meçhul cinayetlerine baktığımız zaman, bugün Ziya Bandırmalıoğlu’nun lüks bir mekanda bir alacak – verecek meselesini başkası adına, 2 milyon dolara anlaşması üzerine çıkan tartışmada hayatını kaybetmesi bir bütün olarak değerlendirildiğinde aslında temel olarak 90’lı yıllarda devlet içinde oluşan bir çetenin o dönem gayrı meşru işler yaptıkları gibi para – pul işine ve öldürme olayına karıştıkları gibi aslında ihraç edildikten sonra, bu yargılamalar devam etmesine rağmen bu tür işleri devam ettirdiği anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla buradan baktığımız zaman Ziya Bandırmalıoğlu’nun böyle bir işin içinde olmasını ve hayatını kaybetmesi asıl olarak şaşırtıcı bir durum değildir, çünkü geçmişi neyse geleceğinin de o olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Ziya Bandırmalıoğlu’nun bir alacak verecek meselesinde, büyük bir miktar parayla bu meseleyi çözerim deyip orada silahlı çatışmaya girmesi, aslında 90’lardan beridir yasadışı faaliyetlerinin bir uzantısıdır. Bunun sonucunda da hayatını kaybetmiştir, şaşırtıcı değildir.”

VE GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: SU TESTİSİ SU YOLUNDA ...

Bütün bu dosya bilgilerine ve anlatımlara göre “Gereği Düşünüldü” diyoruz ve şu sonuca varıyoruz. 90’ların çırak ve kalfa çetecisi şimdi tam da usta olduğu sırada hata yaptı ve sonunu getirdi. Yani su testisi su yolunda kırıldı.

Podcast