Deniz Kandiyoti ile Söyleşi 3: Arap Baharı ve cinsiyetler arası koalisyon

Deniz Kandiyoti ile Söyleşi 3: Arap Baharı ve cinsiyetler arası koalisyon
Siz Arap Baharı sırasında ve sonrasında coğrafyayı, bölgeyi incelediniz. Hem toplumsal cinsiyet açısından hem demokrasi açısından bakan yazılarınız oldu. Genel bir değerlendirme yapabilir misiniz? Arap Baharı’nın sonrasında bölge ülkelerinin hem sosyolojisi hem genel siyasi atmosferi nasıl değişti ve bu cinsiyet ilişkilerine nasıl yansıdı? Türkiye ile benzerlikler ve farklılıklar nelerdir?

Deniz Kandiyoti ile Söyleşi 3: Arap Baharı ve cinsiyetler arası koalisyon
Siz Arap Baharı sırasında ve sonrasında coğrafyayı, bölgeyi incelediniz. Hem toplumsal cinsiyet açısından hem demokrasi açısından bakan yazılarınız oldu. Genel bir değerlendirme yapabilir misiniz? Arap Baharı’nın sonrasında bölge ülkelerinin hem sosyolojisi hem genel siyasi atmosferi nasıl değişti ve bu cinsiyet ilişkilerine nasıl yansıdı? Türkiye ile benzerlikler ve farklılıklar nelerdir?

Evet, şimdi aslında benim bu “eril restorasyon” kavramını ortaya atmamın sebebi, Arap Baharı sonrasında, yani 2011-2014 arasında yaptığım çalışmalar oldu. Benim orada gözüm açıldı. Çünkü, tabii oradaki devletlere baktığımız zaman aslında birtakım rantiye devletler… Yani Mısır’da asker kökenli ama adeta dinasti  (hanedanlık) şeklini almış tek partili, baskıcı rejimler. Tunus’ta da öyle. Her tarafta, kendi vatandaşlarının hiçbir isteğine cevap veremeyen, hiçbir şekilde geliri dağıtamayan ve aslında baskı yoluyla ayakta kalan rejimler gördük. Bu rejimlerin çatırdaması tabii, alttan gelen baskı, alttan gelen talepler sonunda yani Tunus’ta başlayan bir kıvılcımla başladı Bin Ali’ye karşı ve yayıldı. Şimdi tabii bunlar bastırıldı. Tunus’ta uzlaşmayla, Mısır’da bir darbeyle, bir şekilde kontrol altına alında ama bunu yaratan problemlerin ortadan kalktığı kanaati yok bende. Tabii o sırada Türkiye çok farklı bir konumdaydı. Ortadoğu’da tek seçimle işbaşına gelen, yarattığı milli serveti dağıtmaya bir şekilde, sosyal politikalar yoluyla çalışan ve İslami yönelimle demokratik yönetimi birleştiren bir rejim. Dolayısıyla o sırada Türkiye çok ümit veriyordu Arap dünyasına. Hatta Türk modeli diye, hiç unutmuyorum, Arap dünyasında yapılan çalışmalarda, özellikle Tunus’ta Türk modelini biz de yakalayabilir miyiz, yani parlamenter demokrasi bir yanda, diğer yanda pazar ekonomisi ve seçimler. Fakat ne yazık ki çok kısa bir müddet sonra Türkiye’nin yönelimi değişti. Zannediyorum Arap Baharıyla birlikte  Türkiye bir şekilde durumu tam okuyamadı ve İhvan çerçevesi içinde, Müslüman Kardeşler çerçevesi içinde kendinin başta demeyeyim ama çok önemli unsur, yani Sünni dünyasının  odak noktası olacak bir Türkiye ve genellikle bütün Arap ülkelerinde İhvan denetimi altında bir Arap dünyası düşlemeye başlandı. Fakat bildiğiniz gibi bu olmadı ve Müslüman Kardeşler şu anda hala muhalefette ve çoğu zaten İstanbul’da. Yani  Arap muhalefetinin hem basını hem kadroları İstanbul’da. Fakat ondan sonra Türkiye’de olan sosyal hareketlerle birlikte bir yön değiştirme olayı söz konusu.

Gezi’den itibaren, öncesi de var.

Gezi bir kırılma noktası, öncesi de var. Evet bir kırılma noktası var orada. Bu tabii, dipten gelen hoşnutsuzlukların artık bir dışa vurma anı oldu ve o andan itibaren de hükümetin, hükümet ortağıyla çok bozulan ilişkisinin, yani şimdi FETÖ dediğiniz oluşumla, 2013’de biliyorsunuz tabana vurdu. Yolsuzluk, Aralık olayları vs. tabii ki biz buna karşı mücadele ediyoruz başlığı altında 15 Temmuz’da doruğa varan büyük bir temizlik hareketi başladı. Ve tabii diyebilirim ki bir yandan bu, diğer yandan Doğu’daki problemler bir olağanüstü hâl yönetimi yarattı ve uzun zaman biliyorsunuz hukuk askıya alınarak KHK’larla vs. idare edildi. Dolayısıyla, sonra tabii rejim değişti, parlamenter demokrasiden başka bir sisteme geçildi.  O zamandan beri perde perde demokratik kurumların, yani bağımsız yargıydı, şuydu buydu, hukuken ortadan kaldırıldığı yani Anayasa yoluyla ortadan kaldırıldığı bir sürece şahit olduk.

Bu süreç Ortadoğu ülkelerinde özellikle sizin yakından izlediğiniz ülkeler, Mısır ve…

Mısır var, Tunus var. Lübnan ve Irak’da olanlar da çok önemli, onları da izliyorum.

Toplumsal cinsiyet ilişkilerine nasıl yansıdı o dönem?

Nasıl yansıdı, ben tabii onu çok önemli buluyorum. Çünkü orada n’oldu? Müslüman Kardeşler çok geç katıldı bu olaylara. Hiç umulmadık bir şeklide, bunları başlatan ilk başta nereden geldikleri adeta belli olmayan bir genç grubu sosyal medyada ve Tahrir’e giderek ortaya çıktı ve bunlar kızlı erkekli beraber, kimse kimseye dokunmuyor. Müthiş bir heyecan yarattı bu. İşte, etmeyenler dua edenleri koruyor polise karşı vs. Sonra olaylay müthiş keskinleşti şiddet ve cinsel şiddet şeklini aldı.

Meydandaki?

Meydandaki evet.

Bu şiddet kimden geliyordu hocam?

Şimdi, bu şiddet, tabii kaynaklari  çeşitli. Daha Mübarek zamanında devlet koruması altında “baltagiya” adı verilen birtakım, ne diyeceğiz…

Paramiliter gruplar?

Paramiliter bile değil çünkü paramiliterlerin de bir trainingi olur, bu bir lümpen ordusu. Adamlara para veriyorlar, git bunları döv diyorlar. Bunlar da geliyor, işte ortalığa, dövüyorlar, vuruyorlar, kırıyorlar.

Özellikle kadınlara yönelik bir şiddet mi?

Kadınlara karşı çok organize bir şiddet vardı. Şöyle ki, bir kadını halka içinde, ikinci bir halka başkalarının gelip kadını kurtarmaması için halka yapmış oluyor ve ortadaki kadını didik didik ediyorlar. Elle sataşma, üstünü başını yırtıyorlar vs.

Yani aslında bunu yapan kişiler doğrudan devlet tarafından görevlendirilmiş kıtalar gibi mi davranıyorlar?

Çeşitli odaklar var tabii. Bu bir yıldırma hareketi. Bu bir yıldırma hareketi, yani meydanlara çıkarsanız böyle olur… Bir de bir yıldırma hareketi de ordu denetimi  zamanında oldu, ordu olaya el koyunca meydanda buldukları kadınları göz altına alıp bekaret testi yapmaya başladılar. Tabii orada kıyamet koptu, yani ne demek. Ama orada verilen mesaj şuydu: Sizin bu yerlerde olma hakkınız yok, oradaysanız hayat kadınısınız. Bekaret testi de yaparız, saldırırız da. Fakat orada olan ilginç şey şu, erkekler koruma grupları kurmaya başladılar, Tahrir Bodyguard diye, saldırıya uğrayan kadınları koruyan, saldıran erkekleri cezalandıran erkek grupları ortaya çıktı. Ve dolayısıyla oradaki protestocular, toptan bu dayatılmaya çalışılan kadın erkek ayrımını reddettiklerini ifade ettiler doğrudan doğruya ve ilk defa birtakım STKlar, çünkü Mısır’da kolay kolay telaffuz edilmezdi kadına karşı şiddet, açık ve seçik bir şekilde bu şiddetin politik şiddet olduğunu söylemeye başladılar. Yani bu, ataerkillikti, erkeklerdi, namusdu, bunu çıkarıp, bu doğrudan doğruya bizi demobilize etmek ve yıldırmak için yapılan bilinçli bir hareket dediler. Ve orada ben ilk defa cinsiyetler arası koalisyonlar fikrine geldim. Yani şöyle, bu bir kadın meselesi değil, erkek meselesi değil, bu kadın meselesinin bir otoriterlik aracı olduğuna uyanmış erkeklerin de meselesi. Aslında ben evvel uyanmıştım buna, bu 2011’den konuşuyoruz, İran’da 2009’da olanlar esas beni uyandırdı. Çünkü 2009’da biliyorsunuz Yeşil Hareket diye bir hareket olmuştu ve orada tabii büyük protestolar olmuştu. Yine kadınlı erkekli protestolar. Bu arada bir öğrenci liderini yakalamaya çalışıyor hükümet ve bu kaçıyor. Böyle yapınca propaganda olsun diye, Mecid diye bir çocuktu, onun hicab yani örtünerek kadın kılığında çıktığının propagandasını yapıyorlar. Akılları sıra onu küçük düşürecek. Ne oldu, Facebook’ta bir sürü İranlı erkek, sakallı bıyıklı, kapanaraktan resimlerini çektiler. Hepimiz Mecid’iz dediler. Yani burada ne diyor bu erkekler, sen bizi seninle işbirliği yapmaya davet ediyorsun, kadınlığı kullanıp küçük düşürme mekanizmalarıyla, bizim o adamı ayıplayacağımızı zannediyorsun, biz senin ne yaptığını biliyoruz, hepimiz Mecidiz, diye. Ben çok şaşırmıştım, yani İranlı erkeklerin  böyle, kapanmış olarak hicablı olarak böyle protesto yapmaları beni çok şaşırtmıştı. Diğer taraftan Türkiye’de de öyle erkek hareketleri olmuştu. Hatırlarsanız, “biz de erkek değiliz” gibi. Ha bu neyi gösteriyor, bu şunu gösteriyor: Artık kadınlığın, erkekliğin, cinselliğin kontrollü meselesinin toplumsal cinsiyetin ötesinde doğrudan doğruya nasıl bir toplum, nasıl bir devlet, yani can alıcı, biz nasıl bir düzende yaşayacağız sorusu. Ve ben bunu çok görüyorum, erkeklerde ciddi bir uyanış var. Ve korkunç bir polarizasyon var. Ve bütün dünyada var, yani internete  baktığınızda, Amerika’da korkunç işler oluyor. Bir yanda feministleri destekleyen erkekler var, diğer yanda şiddetli mizojen gruplar var. Yani sitelerine  girdiğiniz zaman , açık ve seçik, tecavüz edin, vurun, kırın, öldürün şeklinde mesajlar veren, çok öfkeli ve çok tehlikeli tabii çünkü bu adamlar bir iki yerde katliam çıkardılar. Incel, adlarına incel denen, İngilizcesi, elinde olmayan bekarlar.

Involuntary celibateYani, gönülsüz zoraki bekarlar

Zoraki bekarlar… Ha, bu zoraki bekarlar ne diyor, biz istediğimiz anda istediğimiz herhangi bir kadına saldırabiliriz, bu bizim hakkımız. Şimdi bu o kadar dünya görüşleri farklı erkek blokları yaratıyor ki, bu ne demek? Bu demek ki artık bir çatlama var. Yani toplumsal cinsiyet bloklarını kadın erkek olarak zaten koyamayız, bir de işin içine gay hareketini soktuğunuz zaman tam bir çorbaya dönüyor.

Şimdi tekrar Ortadoğu’ya gelirsek, biraz İran üzerine konuşabiliriz. İran ve sizin izlediğiniz diğer coğrafyalar üzerine. İran’da 2009’dan itibaren bu süreci izlediğinizi söylediniz. Son dönemde de artan bir hareketlilik var, kadınlar üzerinden, gençler uzerinden. Bu son olayları nasıl değerlendiriyorsunuz, özellikle İran’daki başörtüsünü açma gibi olayları?

Şimdi, İran’daki kadın direnişi hep vardı. Gerçekten diyebilirim ki 80’li senelerden itibaren var. Fakat rejimin konumu değişiyor, orada da birtakım zikzaklar var. Mesela ilk başta kadınlara kesin ayrım dayatılıyor, çıkamazsınız, edemezsiniz. Tabii olmadı, tabii araya İran-Irak harbi çıktı çok adam öldü müthiş şehit verdiler. Birçok kadın taksi şoförlüğüne kadar her türlü mesleğe girdi. Üniversitede okuyan kadınların sayısı anormal bir şekilde arttı. Ve artık bu dayatmalara protesto başladı. Şimdi diyorlar ki, yok efendim bunu dışardaki İranlılar yapıyormuş, içerideki hareket değil. Öyle değil, içerideki hareket de çok kuvvetli. Orada ama İran Cumhuriyetinin zikzaklarına bakmak lazım. Adamlar kesin baskıdan  başlıyor, kesin ayıracağız. Tutturamıyorlar o zaman diyorlar ki peki o zaman kadınlar çıksın, hatta jimnastik mi yapmak istiyorlar yapsınlar. O zaman o işte mahrem-namahrem bunları askıya alıp kadınlara özel parklar açıyorlar. Ve diyorlar ki kadınların güneş ışını almazlarsa kemik erimesi olur, bir sağlık söylemi üzerinden kadınlara alanlar açılıyorlar. Ama o zaman ne demek oluyor, kadınları kamuya  davet ediyorlar, özel alandan çıkarıp ama kendi çizdikleri bir çerçeve içinde. Aynı şekilde otobüsler işte kadınlar arkada otursun erkekler önde. Ama tutturamıyorlar. Otobüste yaşlı kadın diyor ki, oğlum deli misin ben oraya kadar gidemem ben burda oturacağım diyor. Aman hanım işimden olacağım, n’olur arkaya git diyor. Çünkü bir de özelleştirdiler toplu taşımayı, otobüsleri de özelleştirdiler. Birtakım hareketler yapıyorlar ama olmuyor. Bir ara “bedhejab” diye bir şey çıkmıştı. Herkes işte yarıya kadar saçını gösteriyor, kara gözlükler, çok şık dolaşıyorlar. Ne yapalım, e polisler eve geri yolluyor filan, bunlar çok zor işler, bu disiplin. Acaba üniforma mı şey etsek diye bir ara… Herkes üniforma giysin. Tabii tabii, ciddi bir şekilde böyle bir tartışma oldu tabii. Niye, çünkü tutturamıyorlar, yani. Nitekim bu 2009’daki kadınlara baktığımız zaman çok şık, yani son derece makyajları yerinde, başörtüleri kafalarının yarısını gösteriyor filan, son derece hoş ve yani defileye çıkmış gibi kadınlar. Yani hiç hizmet etmiyor rejimin amacına. O zaman ikide bir, bazen çok sertleştiriyorlar, birden bire ahlak polisleri ortalıkta dolaşıyor, sonra olmuyor gevşetiyorlar. Yani aynı mesele.

Anladım. Daha önce sözünü ettiniz, şimdi tekrar geldik o noktaya. Türk dizilerinin Ortadoğu coğrafyasına, Arap coğrafyasına olan etkileri. O konuda ne gibi gözlemleriniz var?

Müthiş. Bu konuda tabii çeşitli çalışmalar oldu. Ben bir tanesini hatırlıyorum. Tabii Arap ülkelerinde bu diziler yoğun bir şekilde seyrediliyor. Bazıları son derece popüler. Ve orada tabii başka bir etkileşim modeli görüyorlar. Özellikle bir dizide hiç unutmuyorum, bu yapılan araştırmada, delikanlı, ramazanda çekiliyor, iftara gidiyor, babasının elini öpüyor, arkada ezan sesleri filan. Ama başka bir  bölümde sevgilisini öpüyor ve ondan özür diliyor. Diyor ki, sevgilim diyor, kalbini kırdıysam kusura bakma özür dilerim diyor. Şimdi bu Arap seyircinin arasında hatta bir fokus grup gibi bir şey yapmışlar, kahve içmekte olan birtakım Arap hanımlarla, ben diyor, dedim ki kocama diyor, görüyor musun bak diyor, elalemin oğlu ne yaptı, karısından özür diledi.

Hangi ülkede?

Bu zannediyorum, bu kadın Suudi Arabistan’dan ama başkaları çok var. Bir tanesi kocasını boşuyor, bu Fatmagül yüzünden zannediyorum.

“Fatmagül’ün Suçu Ne”

“Fatmagül’ün Suçu Ne.” Bu şiddet gören bir kadın. O yaparsa ben niye yapmayayım diyor söyleşide. Ve bunun gibi bir sürü örnek. Veyahut da bir Cezayirli adam galiba, neydi o çok popüler, çok yakışıklı bir delikanlı?

Kıvanç Tatlıtuğ?

Kıvanç Tatlıtuğ’un resmini buluyor karısının mobilinde. Bu ne diyor. Canım bu işte aktör, dizi… Ne demek diyor filan, boşanma raddesine geliyorlar. Dolayısıyla Türkiye’nin daha yumuşak kalıpları, hem Müslüman hem aynı zamanda daha eşitlikçi, erkeklerin icabında karılarından özür dileme durumunda kaldığı veya romantik bir şekilde yaklaştığı filan bir konum akıllarını başlarından aldı.

Sanırım bu nedenle olsa gerek, son birkaç yılda bazı ülkeler Türkiye`den dizi almaya son vermişler.

Ama onun sebebi başka.

Nedir?

O doğrudan doğruya jeopolitik. Yani bugün Mısır mesela, bu diziler aslında Osmanlı propagandası yapıyor, bizi tekrar, sömürge gibi görüyorlar, müstemleke durumundayız, bunlar güzelleme  diye, yani bu doğrudan doğruya…

Osmanlıcılığa karşı bir şey olarak diyorsunuz.

Sisi’nin doğrudan doğruya, yani kendisi darbeyle gelmiş bir adam, bunlar Osmanlı ve Müslüman Kardeşler propagandası yapıyor başlığı altında… Yani zannetmiyorum ki Mısır’da en büyük dertleri kadın erkek ilişkilerinin gösteriliş biçimi olsun.

Suudi Arabistan’da?

Ha Suudi Arabistan’da çok ciddi o sorun gerçekten. Çünkü orada biliyorsunuz vesayet sistemi var. Kadınlar tek başına seyahat edemiyor, gidemiyor, veli sistemi var. Orada tabii kadınların özgürce girip çıkması, istediği adamla tanışması, sevmesi filan, bunlar son derece devrimci.

Rahatsız ediciegemen sistem açısından rahatsız edici.

Tabii, başka kaynakları seyredince dokunmuyor çok. Yani ne bileyim Meksika serisi ya da Amerikan serisi. Ama Türkiye olunca, arka planda Müslüman toplumu görüyorlar. Orada can evlerinden  vurulmuş oluyorlar, demek ki mümkünmüş.

Evet evet, çok tehdit edici.

Çok tehdit edici.

O zaman daha küresel olarak konuşmaya başlayalım istiyorum. Türkiye’den başladık, Ortadoğu coğrafyasından söz ettik. Şimdi batıyı da içine alacak şekilde, Latin Amerika’yı da, bütün bir küresel ölçekte çok ilginç bir şey gözlemliyoruz. Bunlar farklı gelişmişlik düzeyine sahip ülkeler, farklı dinler, farklı rejimler, liberal, demokratik rejimler ya da otoriter rejimler fakat hepsinde değişik düzeylerde, çaplarda  benzer bir tepki, bir hareket yükseliyor. Otoriter popülizm dediğimiz tür tepkiler yükseliyor ve otoriter rejimler olarak karşımıza çıkıyor, Türkiye’de de, başka yerlerde de. Ve bu rejimler ya da yükselen hareketler zorunlu olarak hem demokrasiye karşı hem toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı önemli bir tehdit oluşturuyorlar. Çeşitli kazanımlara karşı bir tarihsel gerileme eğilimi yaratıyorlar. Bu yukselisi, bu dönemi nasıl çözümlüyorsunuz? Bu güçler, yeni tehditler ve yeni reaksiyonlar karşısında feminizm ne tür bir zorlukla karşılaşıyor ya da feminizm ve demokrasinin geleceği açısından ne tür engeller var, ne tür fırsatlar var? Biraz bu alana girelim istiyorum.

Şimdi tabii bu son gelişmelerde yeni dinamikler çıktı ama ben kadın hakları platformlarının açmazlarını daha erken bir tarihte görmeye başladım.

Ne zamandan itibaren?

Şöyle, şimdi bir kadın eşitliği rejimi kuruldu, Birleşmiş Milletler aracılığıyla.

1970-80’lerden itibaren.

70’ler, 80’ler, 90’lar. Bu ne oldu o zaman? Bütün Birleşmiş Milletlere üye olan ülkelerin devlet aygıtında kadın eşitliğini denetlemek üzere birtakım bürokrasiler kuruldu, birtakım raporlar verildi, edildi. Dolayısıyla…

Uluslararası anlaşmalar yapıldı.

Uluslarası anlaşmalar… Dolayısıyla her devlet bir şekilde bu sistemle bütünleşti. Bu sistemle bütünleşirken fakat otoriter rejimlerde özellikle, bu kadın eşitliği platformlarının başında devlete yakın, hatta bazı devletlerde devlet başkanlarının karıları, kardeşleri vs. bunun başında böyle bir kesim oluşmaya başladı. Dolayısıyla tabii onların altında yaşamaya çalışan bir STK ve gerçek feminist bir kesim oldu ve çeşitli şekilde hükümetlerle uzlaşmaya çalıştılar. Ama hep tepeden dayatılan kadın hakları meselesini bu otoriter rejimlerle eşanlamlı gördü halk. Dolayısıyla Tunus’ta Bin Ali gidince, zaten Tunus kadın derneğinin başında karısı vardı. Bütün Arap ülkeleri, Ürdün, oraya ya bir prenses ya birileri, yani bir şekilde kadın hakları platformlarının otoriter hükümetler tarafından tutsak alınması olayını yaşadık. Bu Türkiye’de yoktu.

Evet, Türkiye’de böyle olmadı.

Türkiye’de böyle olmadı, yani tek istisnaydı. Gerçekten sahici bir feminist STK sektörü ve devletin içinde gerçekten bu, Aile Bakanlığına geçmeden evvel bu işi yapan bir bürokrasi vardı ama istisnaydı. Şimdi bir yandan bu olurken neo-liberalleşme süreci içerisinde, aslında eşitlikçi bir platformla başlayan feminist hareketler, gittikçe sosyal devletlerin ortadan kalkmasıyla bir nevi neo-liberalizmin yardımcı bir unsuru haline geldiler. Nasıl mesela, sosyal yardımlar kesiliyor, STK’lar fakir kadınlara mikrokredi projesi açıyor. Dolayısıyla donör parasıyla, yabancı parayla yaşayan büyük bir STK, bizim Türkiye’de proje feminizmi adını verdiğimiz olay çok yaygınlaştı.

Bütün dünyada yaygınlaştı.

Bütün dünyada, Latin Amerika’da da, Arap dünyasında da, Türkiye’de de. Hatta Türkiye’de Avrupa süreciyle birlikte arttı bile diyebilirim. Çünkü Avrupa paraları da STK’lara girmeye başladı. Bunun üzerine n’oldu, devletin çıktığı yerlere birtakım dini cemaatler girmeye başladı. Latin Amerika’da Evanjelist Hristiyanlar bu fakirlere yardım işine, tabii Katolik Kilisesi ciddi bir şekilde girdi. Dolayısıyla daha az gelişmiş ülkelerde, devletin artık hiçbir fonksiyonu, yani baskıdan başka fonksiyonunun kalmadığı yerlerde. Tabii  Mısır’da bu tip hizmetleri, sağlık ocakları ve camiler eliyle Müslüman cemaatler, özellikle Müslüman Kardeşler vermeye başladı. Dolayısıyla neo-liberalleşme kadın hakları platformlarının yeniden dağılım ve fakirliği ortadan kaldırma amacının ayrılmasını bir nevi yarattı. Daha da kötüsü, Amerika’daki terörist eylemlerden sonra, Amerika’nın Afganistan’a biz Afgan kadınlarını kurtarıyoruz başlığı altında, Irak’a böyle iddialarla girmesi batıdaki feminist çevrelerde feminizmin emperyalizmin bir aracı olarak kullanılma olayını ortaya çıkardı. Şimdi bu üç etkiyi topladığımızda…

Üç etkiyi bir kez daha sayabilir miyiz?

Evet, üç etkinin birincisi kadın hakları platformlarının birçok ülkede baskıcı, demokratik olmayan hükümetler tarafından tutsak alınması.

Evet, birinci etken bu.

Birinci… En geç o aralarında. Baştan beri…

En geriden gelen.

En geriden gelen o, evet. Arkadan, uzun süren neo-liberal çözülmenin sonucunda…

Sosyal refah devletinin geri çekilişi.

Evet ve STK’ların bir nevi sosyal yardım aracına dönüşmeleri, öne çıkmaları ve birçok sahada devletin gidemediği yerlere gidip ufak yardımlar, şunlar bunlar yapmaları.

Ve üçüncü gelişme…

Üçüncü gelişme bu anti-emperyalizm söyleminin tavana vurması…

Söyleşi