BİRCAN YORULMAZ

BİRCAN YORULMAZ

Apsolit: Bir çocuğun sesinden göç, kimlik ve anadili

27 Kasım Perşembe günü yayınlanan Apaçık Radyo Kulis Sesleri’nde, Strandom Arthouse tarafından sahnelenen Apsolit oyununun yazarı ve oyuncusu İbrahim Barulay ile yönetmeni Onur Yalçınkaya ile konuştuk.

İbrahim Barulay: “Seyircinin kulağını memnun etmek değildi derdimiz; mutlak kulak vermesi gereken bir meseleye misafir etmekti.”

Onur Yalçınkaya: “Anneannem ve babaannemin yalnızlıklarını gördüm… O yalnızlığı gösterebiliriz diye düşündük.”


Apsolit ne anlatıyor?

İbrahim Barulay
Oyun, köyden kente göç eden bir ailenin yetenekli bir çocuğunu—hatta çok ender rastlanan bir yetenek, apsolit (mutlak kulak) sahibi bir çocuğu—ele alıyor. Bir göç hikâyesi aslında.

Onur Yalçınkaya
Bu göç hikâyesiyle birlikte odaklandığımız ana tema çocuk hakları. Çocuk Hakları Bildirgesi’nin ilk üç maddesinden yola çıkarak bir çocuk temasına dokunuyor. Bunun yanında göç, kentsel dönüşüm, kimliklerimiz, dilimiz gibi yan temalar da var. Ana merkezde çocuk hakları duruyor.

— “Apsolit” tam olarak ne demek?

İbrahim Barulay
Teknik olarak doğuştan gelen bir yetenek. Detaylandırırsak mutlak kulak; hiçbir referans ses olmadan duyduğu herhangi bir sesi notaya dönüştürebilen, onu doğru şekilde dile getirebilen bir özellik. Hatta daha da incelersek insan kulağının duyabildiği 22.000 kHz civarındaki en düşük ve en yüksek ses aralıklarını bile ayırt edebilen mutlak bir yetenek.

— Apsolit, dilsel ve müzikal olarak çok özgün bir kavram. Nasıl keşfettiniz?

İbrahim Barulay
Strandom House ekibi olarak çok özgürce yaşadığımız bir yerde üretimlerimiz başladı ve hâlâ öyle devam ediyor. Daha önce yaptığımız bazı şarkılar, deneysel kategoride yarışan kısa bir filmimiz gibi işlerimiz oldu. Bunların devamında oyunun girişinde çaldığım “Ray Charles çığlığı” adlı blues ezgisini Yağmur’un çalmasıyla bende bir şey uyandı ve o gün o sözleri yazdım: “Yeryüzünde Ray Charles çığlığını atabilen yalnızca iki insan evladı vardır.” Bunu çok sevdik. “Hemen kaydedelim, yayımlayalım” derken ben “Bunun üzerine bir oyun yapmak istiyorum” dedim.
Oyunun ilk adı “Ray Charles Çığlığı”ydı. Neden? Çünkü 2003’te hayatını kaybeden rock yıldızı Joe Cocker’a Ray Charles’ın “çığlığını hediye etmesiyle” başlayan bir süreçti. Onun belgeselini izlemiştim. Buna bir blues ezgisiyle söz yazdım, o söz kendi yolculuğuna çıktı ve o yolculuk da bende bir yüzleşmeye, sonra hepimizi içine alan İsmail’in hikâyesine dönüştü.


Hikâyenin kişisel bir yanı var mı? Kendinizden neler kattınız?

İbrahim Barulay
Elbette. Benim çocukluğumdan çok şey taşıyor. Özellikle köyden kente göç etme kısmı. İsmail’e ve onun gibi bütün arkadaşlarına bir yetişkin gibi davranılması, onlara yetişkinlerin sorumluluklarının verilmesi… Bunların hepsini ben de yaşadım. İsmail’in çocukluğunda kendi çocukluğumdan çok fazla şey var. Kente geldiği kısımda ise Onur’la ve diğer arkadaşlarımız—Burcu, Fatih, Yağmur—hep birlikte çalıştık.

whatsapp-image-2025-11-27-at-09-27-14.jpeg
Sizin de ilk yönetmenlik deneyiminiz, metni ilk okuduğunuzda sizi çeken şey neydi ve bu metne nasıl bir sahne dili kazandırmak istediniz?

Onur Yalçınkaya
İbrahim’le Strandom Arthouse ekibini oluşturmaya başladığımızda, İbrahim “Ben bunu oyuna çevirmek istiyorum” dedikten sonra hikâyeyi yazmaya başladı. Bölüm bölüm gelip okudu. O geliştikçe ve her bölüm okundukça benim kafamda şekillenmeye başladı; melodilerini duymaya başladım. “Bu hikâye enteresan bir yere gidiyor” duygusunu hissettim.
O dönemde “Acaba kime yönettirebiliriz, nasıl bir şeye dönüşebilir, kimlerden faydalanabiliriz” diye konuşuyorduk. Ben de doğulu biriyim, İbrahim’le kesiştiğimiz yerler var.
Ve bu noktada oyunun da politik kokusunu alabiliyordum. “Bu oyun enteresan bir şeye dönüşebilir” diye düşündüm. Sonra “Bu hikâyeyi biz ele almalıyız” diye hissettim.
İbrahim’den icazet istedim; o da çok güzel karşıladı. “Ben seni tanıyorum, sen beni çok iyi tanıyorsun; yapabiliriz” dedi. Böyle bir güven oluştu. Sonra oyun üzerine oturup çalıştık ve bugünlere geldik.


Oyun çok dilli bir oyun, sık rastlanmayacak bir şekilde. Bu sizler için ne ifade ediyor? Buradaki derdimiz neydi?

İbrahim Barulay
Ben çocukken babaannem, anneannem ve etrafımdaki diğer nineler, dedeler Kürtçe konuşurdu. Hâlâ bile annem canı istediğinde Türkçe konuşur. Yani evde eğer Kürtçe konuşan birileri varsa Kürtçe konuşuruz. Hiçbir hocanın öğretemeyeceği ve hiç kimsenin öğretemeyeceği tek şey anadildir. İsmail'in de anadilinde konuşması bunu dile getirmesini istedik. Sahnedeyken Kürtçe konuşup ardından Türkçeye tercüme sırasında tuhaf şeyler de yaşadık. Mesela Esenyurt’ta sahnelendi; Esenyurt'un sosyolojisini, Kürtlerin ağırlığını da biliyoruz. Ben buraları çevirirken seyircinin bana “bize niye çevirdin abi şimdi burayı” diye baktığı zamanlar da oldu. Bunlar birbiriyle bağlantılı. Oyununun, İsmail'in veya diğer karakterlerin omurgasını oluşturduğumuz zamanlarda ve şimdi bile oynarken İsmail’le benim de duyumum gelişti. Bana insanlar gerçekten “apsolit misin?” diye soruyorlar. Bunun elbette bir ölçeri var. Ama her anlamda duyum—sadece kulaktan duymak değil—görsel olarak, sosyolojik olarak İsmail’le bu duyumlar da gelişti. O yüzden de böyle anlar da yaşadık ama oyunda seçtiğimiz mikrofonundan hoparlörüne ve gitarına, kostümüne kadar bu dokuya uygun bir şeydi bizim için. O yüzden bu anadili de dokudan bağımsız olamaz.

Onur Yalçınkaya
Ben de doğuda doğdum, orada büyüdüm ve buraya geldim. Ben Zazaca konuşuyordum. Ve Türkçe'yi de İzmit tarafında öğrenmeye başladım. İlkokulda daha net söktüm ve mesleğimin de getirisiyle birlikte baya daha iyi anlamaya, dili daha iyi kavramaya başladığım yerde o dili ilk terk eden insanlardan biriyim. Benim kardeşlerim İzmit'te doğdular ve Türkçe dilinin içine doğdular. Neredeyse ana dilleri Türkçe oldu; Zazaca'yı sadece duyuyorlar, anlıyorlar ama cevap veremiyorlar. Ve bu noktalarda anneannem ve babaannemle kardeşlerim veya kuzenlerimin, o jenerasyonla iletişim kurarken ki hallerini gözlemleme fırsatı buldum. Orada anneannem ve babaannemin yalnızlıklarını gördüm. Onların o anlara hep hüzünle bakmalarını… “Niye daha fazla anlaşamıyoruz?” sorusunu onlar hep dile getiriyordu. Oradaki o yalnızlık benim için hep buruk bir büyülü an olmuştur. Apsolit'te de bunu işlememizin benim için duygularından biri buydu. Bunu çok iyi işleyebiliriz diye düşündük. O kadının yalnızlığını gösterebiliriz. Tek bir ifade dili var ve onunla da sadece kendi çocuğuyla anlaşabiliyor. Bu benim için oyunun çok önemli bir noktası.

Apsolit bir umut-umutsuzluk hikayesi mi? Sadece bir hikâye anlatıcılığı mı? Nasıl tanımlıyorsunuz?

Onur Yalçınkaya
Çocukluğumdan beri taşıdığım en büyük meziyetim umutlu olabilmek. Her konuda, her durumda, her bir karanlık anda. Kaybettiğim de çok oluyor. Aramaktan yorulduğum da çok oluyor. Ama benim hayatımı idame ettirmem ve mücadelemi devam ettirebilmenin en büyük kaynağı hep umut oldu. Ve bu noktada oyunu da buna benzetiyorum. Oyun bazen çok umutlu geliyor bana ama bazen, özellikle karanlık hissettiğim anlarda, oyun yetmiyor. Oyunu oynadıkça da fark ediyorum ki bu hikâyelerin, bu umutsuzlukların, bu kırılma anlarının gerçek hayattaki karşılığı bunların anlatılması. Bana umut olan şey de bu hikâyelerin çoğalabilmesi; bizim kendi hikayelerimizin, bu tarz hikâyelerin ön plana çıkarılması ve bizim bunları daha fazla anlatabilmemiz, daha fazla insanlarla ortak paydada buluşabilmemiz olduğunu düşünüyorum. Aslında birbiriyle çok girift bir cevabı var. Soru da öyle bir soru. Cevabı da benim için o yüzden böyle. İkisini de kapsıyor aslında.

İbrahim Barulay
Umut ettirmek bizim Onur'la en başından beri en çok istediğimizdi. Hatta bunun da çok fazla karşılığını görüyoruz. Nasıl görüyoruz? Mesela oyundan sonra sarılıp ağlayan da var. Bu hikâyede annesini gören de var, babasını gören de var. Babasına kızan da var. İsmail'i gören de var. Oyun 14 Kasım'da bir yılını tamamladı ve bu bir yıllık süreçte hem yeni jenerasyondan meslektaş arkadaşlarımızla hem bir sürü başka disiplinlerden ilk defa tiyatroyla buluşmuş insanlarla da buluştuk. Ve onların gözündeki o umudu, meslektaşlarımın özellikle “kendi dilini, kendi hikâyesini sakladığını”, “Abi ben de var böyle hikayeler” dediğini gördük. Bana “ilham oldun” demek çok güzel bir şey. Zaten bir sanatçının, bizlerin ne gibi bir amacı var diye ben her seferinde kendime soruyorum: Birbirimize zaman kazandırmak dışında ne olabilir ki? Çehov “önce sokağını anlatarak başlamalı” demiş. Bence o daha da küçüldü. Önce evimizi anlatarak başlamalıyız. Seyirciyi yetenekli, sesi çok kuvvetli bir oyuncuyla baş başa bırakmak, seyircinin kulağını memnun etmek değildi derdimiz; mutlak kulak vermesi gereken bir meseleye misafir etmekti. Bu misafirlikte de teatral olan şeyleri tercih ettik. Bu bir hikâye anlatıcılığı mı? Elbette hikâye anlatıcılığı ama birçok süzgeçten geçti. Sesinin güzelliğini, bu müziği kıvırışını satmayacağız. Bu bir mesele, bu meseleyi anlatacağız, dedik.

Apsolit Strandum Arthouse olarak sahneleniyor. Nasıl bir araya geldiniz ve başka neler yapıyorsunuz?

İbrahim Barulay:
Strandum Arthouse olarak Balat’ta, altı daireli pansiyon olarak tasarlanmış, bahçeli bir evde birlikte yaşıyoruz. Ben 2014’te İstanbul’a geldim. 2015–2016 yıllarında Beyoğlu’ndaydım, ardından Balat’ta bu binayı keşfettim. Önce Onur, sonra Fatih, ardından Yağmur derken ekip yavaş yavaş şekillendi. Pandemi bizim için dünyanın durduğu ama bizim birlikte daha çok üretmeye başladığımız bir dönem oldu. Fatih çok iyi bir gitaristtir; öğrencileri var, ben de onlardan biri oldum. Herkesin çaldığı kadar ben de çalıyordum ama bu oyun özelinde çok sayıda prelüd ve klasik gitar metodu çalıştık. Pandemi döneminde beraberliğimiz iyice pekişti; birlikte Kareli Gömleğim, Bulutlar, Davulcu gibi şarkılar yaptık. Döngü adlı bir kısa film de çektik.

Bizim bir adımızın olması gerekiyor dedik. Şarkıyı kaydetmişiz, klibini çekmişiz, kendi evimizde her şeyi tamamlamışız… “Strandom” ismi geldi aklıma. “Ne demek?” dediler. Kürtçede “stran”, İngilizcede “random”; ikisini birleştirince gelişigüzel hikâyeler, destanlar, şarkılar… Aslında tam yaptığımız buydu. Ramazan davulcusunun hikâyesini anlatan resitatif bir müzik yaptık, tiyatro yapıyoruz, meydanlarda Onur’la Karagöz oynatıyoruz. Böyle böyle adımız Strandom kaldı. Sonuç olarak Strandom’u Onur da diğer arkadaşlar da çok sevdi.

Apsolit tek kişilik bir oyun ve son yıllarda tek kişilik oyunların arttığını görüyoruz. Tiyatronun geleceği açısından bu yönelimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bu durumun olumsuz yanları var ama olumlu taraflarını da görüyorum. Türkiye’de üretim durmuyor; bir yandan da hepimiz bir evrim geçiriyoruz. Bu ekonomik ve sosyopolitik koşullar, hatta bir anlamda bu “canavarın” karşısında kendimizi ezdirmemek için bir direnme biçimi bu. Biz bağımsız tiyatrocularız; vergi yüklerinden idari sorumluluklara kadar üzerimizde büyük bir ağırlık var. İstanbul’a sonradan gelmiş, sıfırdan var olmaya çalışan birçok oyuncu, yazar, yönetmen, tiyatrocu adayıyla dirsek temasındayız ve büyük bir direniş olduğunu görüyorum. Benim Semaver Kumpanya’da on yıla yakın bir geçmişim var. Orada büyük kadrolu oyunlar üretme şansımız oluyordu. Pandemiye kadar 30 kişilik kadrolarla bile dönebiliyorduk, ama yine de yeterli değildi. Ekonomik dengesi zor, desteği yok, devletin bu alanda politikası yok. Kurum tiyatroları dışında herkes kendi yükünü kendi taşımak zorunda. Semaver Kumpanya gibi köklü toplulukların bile zorlandığı bir döneme girdik ve pandemi bu süreci tamamen kilitledi. Turneler bitti, mekânlar durdu, imkanlar daraldı. Hikâyeler de doğal olarak küçülmeye başladı; oyuncuya, tek kişiye ve o kişinin yaratabileceğine daha fazla anlam yükler olduk.

Bu, görsel ve estetik açıdan kayıplar yaratıyor elbette. Ekonomik zorunluluk bunu getiriyor. Biz de hikâyenin özüne daha çok odaklanmaya başlıyoruz. Ama beni umutlandıran şey şu: Durmuyoruz. Daha da küçülerek, daha da yaratıcı yollar arayarak devam ediyoruz. Klasik orta oyunla fiziksel tiyatroyu birleştirmenin yollarını arıyoruz. Apsolit de bizim için böyle bir çalışma. İbrahim çok iyi bir sokak oyuncusu, meddah ve hikâye anlatıcısı; bu beceriyi fiziksel tiyatroyla nasıl harmanlarız diye düşündük. Bir yandan zorunluluktu ama bizim için avantaja dönüştü. Şimdi bu ekonomik koşullara rağmen oyunumuzu alıp Türkiye’nin her yerine gidebiliyoruz. Devletin vatandaşın elini bıraktığı, özellikle deprem bölgelerinde insanların kültür–sanat etkinliklerine erişemediği bir dönemde, tek kişilik oyun büyük bir esneklik sağlıyor. Çantamızı alıp gidebiliyor olmamız bizim için çok değerli.



Künye:
Yazan: İbrahim Barulay
Yöneten: Onur Yalçınkaya
Yönetmen Yardımcısı: Enes Yavuz
Metin Düzenleme: Burcu Çıtlak
Dramaturji: Anıl Yıldız
Işık Tasarımı: Utku Kara
Hareket Danışmanı: Ceyda Özcan
Ses/ Efekt Tasarımı: Yunus Emre
Sahne Tasarımı: İbrahim Barulay, Onur Yalçınkaya, Ferhat Kaya
Kostüm ve Afiş Tasarımı: Ferhat Kaya
Müzik Danışmanı: Fatih Seyirdalı, Yağmur Uçaner
Müzik: İbrahim Barulay ve Strandom Art House
Oyun Video Klipleri: Ayten Çelik, Ömer Çakan, Volkan Yıldız
Belgeleyen: Ayten Çelik
İletişim Danışmanı: Zeynep Bolat
Oynayan: İbrahim Barulay

Önceki ve Sonraki Yazılar
BİRCAN YORULMAZ Arşivi