Deniz Kandiyoti ile Söyleşi 4: Kıskaçtaki kadın hareketi

Deniz Kandiyoti ile Söyleşi 4: Kıskaçtaki kadın hareketi
Evet bu son zamanlarda en yaygın söylem ve karşılaştığımız en ciddi engellerden birisi olarak, feminist hareketin ve LGBTİ hareketin emperyalizmin uşakları olarak, hatta kapitalizmin, neo-kapitalizmin aracıları olarak kodlanması, gösterilmesi ve dışlanması. Bu çok yaygın bir şey oldu.

Bunu biraz daha açın çünkü pek çok dinleyici bunu bilmiyor ve anlamamış olabilir. Çünkü bu Batı’da çok yükselen bir eleştiri biçimi ama biraz açabilir misiniz üçüncü kısmı?

Şimdi şu anda, diyebilirim ki hala Batı’da akademiye hâkim olan söylem o. Yani, feminizmi bir araç olarak kullanıp ezilen Müslüman kadınların, özellikle Müslümanlara yönelik bir şey, kadınlarını kurtarmak için yapılan müdahaleler.

Sanki feminizm emperyalizmin bir aracıymış gibi…

Bir uzantısıymış gibi. Bunun üzerine n’oluyor? Zar zor, birtakım uluslararası anlaşmalara sığınmaya çalışan, dişiyle tırnağıyla ayakta kalmaya çalışan Afgan kadınları, bu mücadelenin içinde olan, aniden emperyalizmin uşağı durumuna düşüyorlar.

Evet bu son zamanlarda en yaygın söylem ve karşılaştığımız en ciddi engellerden birisi olarak, feminist hareketin ve LGBTİ hareketin emperyalizmin uşakları olarak, hatta kapitalizmin, neo-kapitalizmin aracıları olarak kodlanması, gösterilmesi ve dışlanması. Bu çok yaygın bir şey oldu.

Çok çok yaygın bir şey. Biraz da kolaycı bir şey çünkü, bir kere bu otoriter şeylerin rüyası.

Otoriter rejimler bizzat bunu istiyorlar.

Tabii tabii. Diyorlar ki, “Ne demek yani, bizim dayattığımız düzen tek milli düzendir. Başka herhangi bir talepte bulunanlar gayri-millidir kardeşim.”

“Otantik olan biziz, siz yabancısınız.”

İşte o kadar. Ama belki o Afgan kadın şeyde başlamış o çalışmaya, çoğu öyle bunlar tabii şey döneminde savaş döneminde Pakistan’da, İran’da, hepsi dışarıda olan ve dişiyle tırnağıyla mücadele vererek STK’ları kurmuş, müthiş hizmetler, zahmetler etmiş kadınlar. Şimdi şey geldi diye, işte Taliban’ı Amerikan ordusu devirdi diye o zaman Taliban’a hoş geldin demek durumunda kalacaklar, yani. Dolayısıyla bu kadın hakları savunucularını inanılmaz bir açmazda bırakıyor. İnanılmaz bir açmazda, çünkü kadınlar kendine platform zaten kuramıyor.

Çok marjinal bir kesim, çok baskı altında bir kesim, bir de üstelik Batı’daki feministlerin ideolojik baskısıyla, yerel despotların söylemi arasında sandviç olmuş, kıskaca girmiş durumdalar.   Evet, bu açıdan, batıda üretilen feminist kavram, kuram ve söylemlere ilişkin bir uyarıda bulunmak istiyorsunuz aslında. Kesinlikle. Orayı biraz daha açar mısınız? Ne tür kavramsal problemler var orada? Mesela ciddi ikilikler halinde düşünme problemi var, öyle değil mi? Yerel olan, işte yabancı olan ya da kültürel farkların özselleştirilmesi ya da abartılması gibi. Ya da işte yerel olanı savunmak, emperyalizm karşısında yerel olanı savunmak gibi. Bu tür ikilemlerin aşırı şekilde öne çıkarılması bir problem yaratıyor mu?

Bir ikilem meselesinin ötesinde, bunun arkasında müthiş bir narsisizm yatıyor. Yani bütün dünyaya Batı odaklı olarak bakmak. Yani, yerelde gördüğünüz her şey Batı’nın bir etkisi. Sanki orası bomboş, kendi iç dinamikleri yok, çeşitlenmiş, içinde farklılaşmış, görüş ayrılıkları olan toplumlar yok, böyle karikatür gibi, yani Batı’nın bir kukla tiyatrosu adeta. Hacivat Karagöz! Halbuki bu toplumların tarihi var, kendi dinamiği var. Yani Türkiye’ye baktığımız vakit kadın hareketlerinin Osmanlı’ya giden bir geçmişi var.

Kesinlikle!

Tamam mı? İran’da da öyle, Mısır’da öyle. Şimdi sen geliyorsun ve diyorsun ki kadın hareketleri dış odakların körüklediği, kafir icadı, bize uymayan şeylerdir. Bu bir ideolojidir, sosyoloji veya tarih değildir. Ha, fakat Batı o kadar narsist ki hiçbir zaman yere inip, dur ya bu toplumun kendi iç dinamiği ne gösteriyor, buranın tarihi nereye gidiyor diye bakmıyor.

Son 20-30 yılda bu konuda büyük bir perspektif dönüşümü olduğu halde mi bakamıyor? Yani bu post-kolonyalizm tartışmaları, işte Batı’nın kendini eleştirmesi, bütün bunlar aslında Batı-dışı coğrafyaların daha iyi anlamak için önerilmiş perspektiflerdi. Ama şimdi sanki tersinden aynı şeyi yeniden üretiyormuş gibi oluyorlar.

Şimdi tabii çünkü paradigma aynı. Paradigma aynı, aynı paradigmanın içinde, yani parametreler değişmemiş oluyor. Yani bir aşamada, bunlar modernleşme ve batı iyi bir şey olarak gösteriliyor, başka bir aşamada aynı şey sömürgecilik, kültürleri yok etme olarak şey ediliyor ama sonuç olarak ajan, yani etkili olan…  

Batı…

Batı. Yani bu Batı olmayan coğrafyaların kendi dinamikleri olabileceği fikrini sıfırlıyor.

Kendi modern dinamikleri olabilecekken…

Tabii, kendi modern dinamikleri

Tabii ki.  Ki bunların tarihi aslında çok geriye gidiyor.

Çok geriye gidiyor.

Ve çok farklı şekillerde. Haklısınız, tabii ki.

Ve tabii ben bunu hatta, yani toplumsal cinsiyet kuramları için de söyleyebilirim. Mesela bu kadın meselesinden toplumsal cinsiyet kavramına geçiş. Bunun ne şekilde olduğu. Gey hareketleri. Şimdi ne oluyor, belirli bir mesele, belirli bir coğrafyanın içinde gelişen bir sosyal hareketin getirdiği taleplerle oluyor. Ne oluyor, oradaki kuramcılar fakat, evrensel kuram olarak bir California mahallesinin meselesini bütün dünyaya yansıtıyor. Halbuki değişik viteslerden bahsetmiştim. Şimdi bunu her yere uygulanabilir olan genel bir kuram olarak uygulamaya çalıştığında bir sürü saçmalık çıkıyor. Ve politik olarak çok zararlı sonuçlar çıkıyor. Şimdi eğer ben Mısırlı bir kadınsam ve fakir bir Mısırlı kadınsam ve kadın olduğum için benim kütükte kaydım yoksa ve ben oy veremiyorsam, kadın olduğum için bir vatandaşlık hakkına bile kavuşmamış bir bireyim. Ve dünyada kadınların çoğunluğunun meselesi bu. Şimdi sen bu kadına, toplumsal cinsiyet esnek bir kavramdır, kadın mısın değil misin biz bunu tartışalım diye bir muhabbete girersen çok zamansız ve yanlış olur, kimse kusuruma bakmasın.

Hiç kusura bakılacak şeyler değil bunlar. Biraz daha üzerinde konuşmak istediğim politika sorunları, siyaset sorunları, strateji sorunları. Çoğu zaman gündeme almadığımız aslında önemli, en önemli meseleler bunlar. Üç tür kıskaçtan söz ettiniz. Kadın hareketlerinin üzerinde önemli bir engele yol açan. Ve bunun sonuçlarından bir tanesini söylediniz. Başka ne tür problemlere yol açıyor? Bu üç etki birleştiği zaman mevcut, dünyada kadın hareketleri ve cinsiyet eşitliği açısından ne gibi bir görünüm ortaya çıkıyor?

  Şimdi şöyle, bu günümüzden açmıştınız. Şimdi bu bahsettiğim bu üç süreç, özellikle bu neo-liberalizm süreci şimdi öyle bir noktaya geldi ki, artık uçurumlar çok büyüdü. Yani varsıllarla yoksullar arasında, ABD gibi zengin bir ülkede bile, inanılmaz derecede açıldı ve bir öfke ve bir talep var. Yani bu sistemin özellikle 2008 krizinden sonra, bu sistemin kendilerine bir şey vermeyeceği olayı ortaya çıktı. Yani kapitalist sistemin herkese bir şeyler vereceği, bir şeyler vaat ettiği, herkesin durumunun iyileşeceği, işçi sınıfından gelen anne babanın maaşıyla çocuğunu okutup üniversiteye yollayabileceği, bu çocuğun annesinden, babasından daha iyi bir hayata sahip olacağı, meşhur Amerikan rüyası, bu iflas etti. Dolayısıyla bu memnuniyetsizliği kanalize etmek için ortaya en güçlü alternatif olarak sağcı bir popülizmin çıktığını görüyoruz. Bu sağcı popülizmin verdiği mesaj, sizin kötü durumda olmanızın sebebi dışarıdaki düşmanlarımız, işinizi elinizden alan Çin gibi ülkeler ve göçmenler. Dolayısıyla biz içerideki ötekileri duvarlarla dışarı atarak halledeceğiz, politikamızı ona göre şey edeceğiz. Bu ne demek? Bu demek ki, efektif olarak ellerinden olanakları alınmış insanların ağzına bir parmak bal sürülüyor. Fakat bu bir parmak balın içinde ırkçılık serbest, cinsiyetçilik serbest, her türlü yabancı düşmanlığı serbest, İslam düşmanlığı serbest.

Batı için öyle. Türkiye’de de Batı düşmanlığı serbest. Trump’dan bahsediyorsunuz, aynı zamanda Bolsonara…

Bolsonara aynı şey, Duterde aynı şey, Salvini aynı şey.

Hindistan’da aynı şey…

Modi, Orban… Kalıp bu. Dolayısıyla insanlara esas millet sizsiniz, kim var etrafınızda manzaranızı bozan, çingeneler mi, diyelim şeyde Macaristan’da, onları defedeceğiz. Kim haddini aştı, kadınları mı, derhal kürtajı yasaklıyoruz, nedir bu saçmalık eşit hak diye bir şey olmaz, herkes haddini bilsin! Bu tabii erkeklere verilen bir pay. Ve tabii bu arada da şeylerin önemi çok büyüyor çünkü bu, Kilisenin, özellikle Vatikan Kilisesinin bu konudaki çalışmaları 90’lı yıllara gidiyor, çok eski. Hatırlarsanız, 1994’te Kahire’de bir nüfus toplantısı olmuştu. Orada tabii 90’lı yıllardan itibaren toplumsal cinsiyet kavramı Birleşmiş Milletler’de devreye girmişti, Vatikan “toplumsal cinsiyet ne demek, kadın vardır, erkek vardır” ve Katolik Kilisesinin fıtrat söylemi diyebiliriz. Yani bu…  

Yani, orayı biraz açalım. Toplumsal cinsiyet kavramına karşı çıktı Vatikan, çünkü onun kadın erkek ikiliğinin ötesinde başka imaları olduğunu…

Ve kadın erkek kimliklerinin doğuştan değil sosyalleşmeyle çeşitli şekiller alabileceği…

Ve aynı zamanda kadın erkek ikiliğinin ötesine giden işte gey hakları…

Oraya daha gelmeden bile. Yani cinselliklere girmiyoruz bile. Yani kadınlığın ve erkekliğin doğadan gelen ve doğadan geldiği için değişmez ve hatta kutsanmış ayrımlar olduğu…

Fıtraten, evet…

Fıtrat, yani fıtrata geliyoruz. Şimdi bu mücadeleyi o zaman başlattı Vatikan ve seneler boyunca çok güzel geliştirdiler ve toplumsal cinsiyet ideolojisi diye bir şey attılar ortaya. Ve bu tamamen onların yarattığı korkunç bir paket.

Ne var bu paketin içinde ne kastediyorlar toplumsal cinsiyet ideolojisi derken?

Şunu kastediyorlar: Aileyi yıkmaya yönelik, insanların çocuk yapmak, yapmamak konusunda serbestlik duyduğu kürtaj yapılabilen bir dönem ve Allah göstermesin cinselliğin çeşitli biçimler alabileceği bir küfür alanı.

Yani kürtaj karşıtlığı, gey haklarına, gey evliliklerine yönelik karşıtlık.

Ne evlilik, gey olmaya karşı!

Gey olmaya karşıtlık. Bu tarz, çocuklara okullarda cinsel eğitim verilmesine karşıtlık gibi böyle bir paket.

Ama şimdi ne oldu bu paket? Uzun zaman öyle dolaştı ama popülist hareketlerle birlikte bu, tabii popülist söylem, yabancılaşmış kozmopolit bir elit ve sahici, milli grup arasındaki ikilem... Ne yapıyorlar o zaman, bu ötekileşmeyi toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerinden kuruyorlar. Hem Birleşmiş Milletler’de bir lobi kuruluyor, bir aile lobisi kuruluyor, hem de çeşitli ülkelerde verilen mesaj, birtakım liberal elitler çocuklarınızı gey yapacak. Yani böyle bildiğimiz düzeni, aile düzenini yıkacaklar. Ya kardeşim kimse kimseye, sen aile kurmak istiyorsan evlenme demiyor, kürtaja karşıysan kürtaj yap diyen de yok, gey olmaya zorlayan da yok fakat şu, okullarda tolerans mesajları verilmeye başlandı. Küçük yaşta, mesela İngiliz eğitim sisteminde ayrımcılık olmasın diye işte bugün John böyle bir şey yaparsa yadırgamayın, olur böyle şeyler tipinde mesajlar.

Yani gey çiftlere yönelik hoşgörünün artması için, cinsel çeşitliliğe yönelik o tür mesajlar.

Bunlar alınıp şey olarak servis edildi: Bu halkımızın çoğunluğunun tasvip etmediği hareketlerdir. Halkımız dindardır, halkımız aileye inanıyor, bizi yıkmaya çalışıyorlar.

Hristiyan kültüre sahip ülkelerde aynı şey Hristiyanlık üzerinden iddia edilirken, Türkiye gibi ülkelerde de aynı paket bu sefer İslam üzerinden (iddia ediliyor).

Tamamen fakat paket aynı. Yani kabuklarını soyup, ambalajını açtığınız vakit aynı mesaj dayatılıyor. Dolayısıyla şimdi toplumsal cinsiyet denilen kavramın tanınmaz hale getirilmiş, öcü böcü versiyonunu yaşıyoruz. Yani, kuramlarla fazla ilgisi olmayan ve şaşırtıcı bir şekilde Vatikan’ın, muhafazakâr Müslüman çevrelerinin ders çalışırcasına toplumsal cinsiyet üzerinde birtakım metinler okuyup, kendi kendilerine bunun zararlarını anlatan böyle korkunç bir yoğun propaganda...

Evet, ben de şunu fark ettim, Vatikan kaynaklı bu gelişmeler özellikle Batı ülkelerinde 2010’dan itibaren baya bir popüler kitlesel hareket yol açmış, dinsel ya da olmayan bir sürü STK, vakıf işte parti, hareketlilik bu işin içinde. Bu paketi öne sürüyorlar, yani toplumsal cinsiyet ideolojisine karşıyız diyorlar. Fakat Türkiye’de çok yakınlarda, geçen yıl 2019’dan itibaren bazı İslamcı köşe yazarlarının tam da Batıda üretilen, daha Hristiyanlık üzerinden üretilen bu literatüre erişim sağladıklarını ve aynı benzer şeyleri tekrarlamaya başladıklarını fark ettim. Bu da Türkiye için bir yenilik oldu. Ama çok hızlı da yol aldılar.

Evet ama aile vurgusu aynı. Aile elden gidiyor, boşanmalar arttı, boşanılmasın…

Aynı söylem bu sefer Batı’ya karşıtlık üzerinden bunu yapıyor.

Şimdi o kadar enteresan ki, aslında bu söylem Batı’nın içinde üretiliyor. Yani Batı’ya karşıtlık filan değil. Bu, bir blokun bir parçası, bunlar farkında değil. Hala, Batı işte, geyliğin serbest olduğu, bilmem ne olduğu ülkelerden… Halbuki dipten gelen şey o değil. Yani yükselen tandans tıpkı, yani elele vermiş durumda. Modi de aynı şeyi yapıyor. Doğrudan doğruya mesele, aslında çok ilginç, çünkü bunu dayatanlar elit ve yönetici sınıflar. Bu çok eski bir şey, yani halkla nasıl müştereklik kuracaklar? Bir düşman üzerinden! Dolayısıyla Modi diyor ki, biz diyor Hindu’yuz diyor. Bizim bünyemizde Hindu olmayan, bütün Müslümanlar şeydir diyor, bir parazit ve şeydir, bizim kültürümüzü bozan unsurlardır. Ne oluyor, yeşil ışık yakıyor. O zaman birtakım adamlar gidiyor, zavallı bir, ineğine bakan adamcağızı linç ediyor. Şimdi beni burada en çok rahatsız eden şu ve beni karamsarlığa sürükleyen şu: Nefret etme ruhsatı para ediyor. Yani adama beş kuruş bile vermesen, refah düzeyi yükselmese, sürünse bile, ona düşman gösterip, ‘serbest, gidip Müslümanları öldürebilirsin’ dediği vakit adamlar büyük bir iştahla gidiyorlar, aralarında vatandaş olan Müslümanlara saldırıyorlar. Bu korkunç bir şey. Müthiş bir vahşet bu. Yani olanlar Hindistan’da tüyler ürpertici. Ama aynı metot, yani Trump aramızda istemediğimiz yabancılar var diyor, başa geliyor, ertesi gün Meksika asıllı garson dayak yiyor.

Evet, bunu şöyle mi anlamak gerekir sizce, hani sanki sıradan insanda özel bir düşmanlık duygusu, öfke varmış ve yukarı doğru, merkezdeki otoriteyi aşağıdan gelen bir şey bekliyormuş gibi mi düşünmek gerekir, yoksa tersine bu merkezdeki yeni iradenin, bu gerici ve sağcı iradenin daha sıradan insanlardaki öfke, düşmanlık duygularını beslediğini mi söylemek gerekir?

Yani her ikisi. Yani tabandan gelen müthiş bir öfke, dışlanmışlık hissi olduğu muhakkak.

Evet ama tabanın öfkesi illaki zorunlu olarak, yanındaki kişiye, komşusuna yönelmek zorunda değildi.

Ama hedef gösteriliyor.

İşte bir hedef gösterme var, onu demek istiyorum.

Mesela İngiltere’yi ele alalım, bu Brexit meselesini ele alalım. Şimdi en çok sıkıntı çekmiş olan bölgeler, Thatcher zamanından beri sıkıntı çekmiş olan deendüstriyalizasyon politikaları. Yani adamların işyerleri kayboldu, işsizlikten kırılıyor.

Sanayisizleşme.

Sanayisizleşme, işsizleşme… Bu süreç 80’den… Bunun tabii Avrupa’ya ait olmayla hiçbir alakası yok. Ama ne oldu Avrupa’yla birlikte, birçok Avrupalı burada serbest dolaşmaya ve çalışmaya başladı. O zaman diyorlar ki, senin işini Polonyalı işçi aldı elinden. Hedef gösteriliyor. Halbuki adam biraz düşünse, devlet politikalarının devam eden, yani uzun zaman devam eden… Ha adam ama çok memnun, ‘onlar gitsin’ diyor.

Evet. Dolayısıyla aslında, insanların tabanda tecrübe ettikleri çok sayıda problem var, hoşnutsuzluk kaynağı var ama sağcı, popülist, otoriter liderler bu kaygıları, çoğu insani kaygıları, işte kadınlara yöneltmeyi, etnik azınlıklara yöneltmeyi şimdilik başarıyorlar.

Ama bu yürümez. Niye yürümez, çünkü bu işin bir tarafı. Bir miktar da refah dağıtmak için sistemler bulmak lazım ve o konuda işler iyi gittiği sürece AKP çok başarılıydı. Gerçekten, yani bir şekilde tabanda, sağlık hizmeti olsun, eğitime yardım olsun, şu olsun bu olsun, çeşitli yollarla, yani özel sektörden alarak, bağışla, biraz hükümetten şu bu, bir tabanını besleme şeyi. Hatta o kadar ki, bir yazımda, kadın politikaları gittikçe sertleşirken, varoşlardaki kadın tabanının elinde yeşil kartıyla, yani direkt devletten yardım alan kesimin çok sağlam bir oy potansiyeli hatta erkeklerden daha çok oy verdiği…

Evet, bu istatistiklerde görülmüştü. Kadınların AKP’yi daha yüksek oranda destekledikleri.

Tabii, kesinlikle. Çünkü bu işte “cash transfer” dediğimiz doğrudan yardım politikalarında, kadınlara, Latin Amerika’da olduğu gibi, her yerde olduğu gibi, kadınlara öncelik veriliyordu ve kadınlar bundan çok memnundu. Demek ki bu işin bir ayağı var, bir taraftan hedef gösterirken öbür taraftan bir şekilde o tabanın hoşnutsuzluğunu bir şekilde, biraz dağıtacak önlemler. Ha o zaman ne oluyor ama, ortam daraldıkça, şimdi mesela İngiltere’de büyük zorluk olacak, çünkü Avrupa’dan çekilme büyük bir fatura getirecek. Bu daralan imkanlar içerisinde, bu dışlanmış, eskiden İşçi Partisi’ne oy veren kesimlere gerçekten bir refah verebilecek mi? Verilemezse, o kaynak bulunmazsa… Nitekim, Türkiye’de de kaynak dağılımı gittikçe daraldı, o tabii bir problem. Yani artık o tabanı sadece hedef göstererek, nefret söylemiyle, tehlikedeyiz, olağanüstü hâl, harp bilmem ne, bir yere kadardır, yani, bir yere kadardır.

Hocam sizi daha fazla yormayalım, son olarak şu konuda da görüşlerinizi almak isterim. İşte, politika konuları, strateji konuları, bugünden geleceğe yönelik olarak demokrasi mücadelesi, cinsiyet eşitliği mücadelesi, bu uğurda mücadele veren insanların tarz, politika tarzlarında ne tür problemler görüyorsunuz ve neler öneriyorsunuz? Mesela bir koalisyon meselesi var önerdiğiniz. Kadınlar erkeklere karşı değil, fakat aynı politik hatta bir araya gelen kadınlar ve erkekler, diğer kadınlar ve erkeklere karşı… Dolayısıyla bütün bunları biraz daha açmanızı rica edeceğim.

 
Şimdi şöyle, bakın, Ortadoğu ülkelerinde, Türkiye de buna dahil olmak üzere, kadın hakları tepeden inme dayatmalarla başladı. Yani bir kadın hareketi vardı ama sonuçta Atatürk’ün reformlarına baktığımızda bu, kadınlara verilmiş birtakım haklar ama o toplum zaten o hakları tam olarak şey edecek durumda değil. Yani eşit miras hakkı verilmiş ama kırsal yörelerde hiçbir hükmü yok. Yine toprak erkek kardeşine geçiyor. Dolayısıyla bu verilen hakların hayata geçmesi için toplumun bir şekilde evrilmesi lazım ve o sırada tabii, kadın hakları tepeden inmeci bir şekilde geldiğinde sahiplenilen bir şey olmuyor. Özellikle Arap ülkelerinde. Şimdi bu durum değişti. Çok ilginç bir şey, bir şekilde kadın hakları mücadelesiyle demokrasi mücadelesi birbirinden ayrılamaz bir hale geldi. Bu yeni, bu çok yeni. İki kırılma noktası oldu bence. Yani erkek feminizmi diyebileceğimiz olguda. Şimdi, Ortadoğu’nun ilk reformcuları, bu tabii Güney Asya, işte Bengal’de, şu bu, erkeklerdi. Yani, ayrımcılık olmasın, evlilik olmasın, görücü evliliği olmasın, şair evlenmesi vs. İşte peçe gerekli değildir falan, bunları hep erkekler yazdı. Niye erkek feminizmi sorunu vardı? Orada toplumda bir şeyden, yani padişahlık şeyinden, daha eşitlikçi, yani erkeklerin özgürleştiği ve onların özgürleşmesinin özlendiği bir yeni dönem vardı.

Erkeklerin vatandaş olarak sahneye çıkmaları.

Evet. Tebaa olmaktan çıkıp, vatandaş olma mücadeleleri ve onun çok çeşitli tezahürleri vardı o şekilde. Şimdi o kapandı, şimdi yeni bir yere geldik. Tekrar, yani 19’dan 20. yüzyıla geçişteki bir tip hareketlenme, bir rejimden diğerine geçerken, şimdi 21. yüzyılda tekrar canlanabilir tekrar.

Evet ama bu sefer, feministlerin ve kadınların öncülüğünde. Öyle değil mi? Yani erkek feminizmi değil…

Evet, zaten uzun zamandır feministlerin öncülüğündeydi. Çünkü uzun zaman erkek gruplarıyla koalisyonlara giremediler. Dolayısıyla ben şöyle düşünüyorum, eğer mesele demokrasi mücadelesiyse en geniş koalisyonları kurabilmek lazım. Kadın, erkek, hatta değişik politik görüşlerde olan insanlar. İnanan, inanmayan, hiç önemli değil. Asgari müşterekler var. Asgari müştereklerde birleşebilen gruplar koalisyon kurabilir. Dolayısıyla, kadınlara karşı şiddetle mücadele şeyinde kadınlar da olabilir, erkekler de olabilir, dindar kadınlar da olabilir, seküler kadınlar olabilir. Çok çeşitli bir yelpaze olabilir ve konudan konuya bu koalisyonlar değişebilir. Fakat ben şuna inanıyorum ki, en geniş yelpazedeki koalisyonları yakalamak demokrasi mücadelelerine güç kazandırır. Ben buna inanıyorum ve zaman zaman da bunları gördük. Yani kadın hareketi içinde 90’lı yıllarda birtakım Müslüman kadınların STK’ları, seküler kadınların STK’ları, Kürt kadınların kurduğu organizasyonların birbiriyle diyalog aşamasına geldiğini gördük.

Ama şu anda özel bazı engeller var gibi bu diyaloğun önünde. Türkiye’de en azından.

Kesinlikle. Yani bu diyalogların altyapısı kalmadı zaten. Bu platformlar artık yok. Ama ne oluyor, birtakım özlemler, AKP’nin kendi kurduğu platformların içinde bile telaffuz ediliyor. Yani demekteyim ki, bazı dinamiklerin önüne geçilemez. Çünkü dünya değişiyor, yani dünyayı, toplumu geçmiş bir devrin dinamiklerine hapsetmeye çalışmak ancak cebren olur. Ama o da olmuyor, bakın İran’da kaç senedir ahlak polisleri, şuydu buydu, İran toplumunun dinamizmini engelleyemediler. Kadın hareketini bitiremediler. İran’ı dünyanın en güzel duyarlı filmleri yapmasını engelleyemediler. İran yaratıcılık fışkırıyor.

Türkiye’den ne fışkırıyor ya da fışkıracak? Son sözler olarak birkaç şey söyler misiniz?

Ben Türkiye’nin de yaratıcılık fışkırdığı kanaatindeyim. Türkiye’de çok dinamik, çok güzel, çok donanımlı bir neslin geldiğine inanıyorum. Bu insanları, kadın erkek, bir geriye çekmek, hapsetmeye çalışmak kendi kafalarında, cebren kontroller uygulamak uzun süreli bir şey olamaz. Çünkü bunlar artık kabuğunu çatlatmış toplumlar.

Hocam izninizle bu programın son sözü olsun. Çünkü en güzel söz bu. Umarım bu umutların yeşerdiğini, daha fazla yeşerdiğini hep birlikte görürüz ileriki dönemde. Çok teşekkür ediyorum bu güzel söyleşi için.

Ben de teşekkür ederim.

Söyleşi