Kandıralı’nın ardından: Neş’eyi nerede kaybettik?

Kandıralı’nın ardından: Neş’eyi nerede kaybettik?
Bugünün Türkiye’sini tanımlayan kelimelerin başında -zıt şeylermiş gibi görünse de- “istikrar” ile belirsizlik kelimeleri geliyor ve elbette neş’e, artık bir semt adı bile değil. Arşivlerin el verdiği kadarıyla Mustafa Kandıralı’nın yolculuğuna göz atmak, klarnetinden dinlenen oyun havaları kadar etkili olmasa da tabii, ruhlarda bir kıpırtı yaratabilir.

1970’li yılların sonunda, sabaha karşı Atatürk Havalimanı’ndayız.  Aslında biz değil, bir yabancı Atatürk Havalimanı’nda, öyle düşünelim.  Hadi, bir de Jack diyelim bu Amerikalı turiste: 30’lu yaşlarında olsun; belki hırslı bir iş insanı, belki de aşk acısı çeken gezgin bir fotoğrafçı… Orası pek önemli değil.
New York-İstanbul uçuşu belli ki çok yormuş kendisini, uykusunu alamamış.

Jack, Kazablanka’ya gidecek ama şimdi diğer yolcularla birlikte, aktarma işlemleri için uçaktan inmeyi bekliyor.



 80’li yılların ortasında havalimanının ismi değiştirilmişti.   Milliyet, 1985

Uçağın kapıları açılınca, kontrol kulesinden gelen müziği daha da ayırt ediyor işte şimdi: Garip bir şarkı bu; eğlenceli, insanın içini kıpır kıpır eden bir şey: Arkada doğulu enstrümanlar, önde de klarnet gibi bir üflemeli ama çok da değişik sesler çıkaran bir üflemeli…

Allah kahretsin, ne bu dostum, birisi ona bunun gerçekten ne olduğunu söyleyecek mi? Türk cazı mıdır bu çalan, yoksa başka bir şey mi?

Jack çantasından pasaportunu seçip çıkarırken; ülkesine döner dönmez ne yapıp edip bu müziği, çalan bu grubu bulmaya karar veriyor. Bunun için ilkin, plak dükkanı sahibi olan dostuna danışacak mesela.

Tabii şaşkınlık yaşayan tek kişi Jack değil; merdivenlerden inmeye başlayan yolculardan bazıları, sesin geldiği kontrol kulesine el sallamaya başladı bile ve hatta, yerel giysili, siyahi bir yolcu da dans eder gibi adımlar atıyor.

Yani yolculardaki şaşkınlık yerini kısa sürede neş’eye bırakıyor.

Ya da keyfe, eğlenceye, zevke mi bırakıyor demek lazım? İngilizcedeki “joy” kelimesinin, Türkçedeki “neş’e” kelimesinin hakkını tam olarak verdiğini kim söyleyebilir?

Atatürk Havalimanı’nın kontrol kulesinde, gece nöbeti tutan memurlar ise; transit yolcuların, Mustafa Kandıralı’nın çaldığı oyun havalarına bu türden tepkiler vermesine alışıklar ama yine de gülmeden yapamıyorlar, tabii onlar da el sallayanlara el sallıyor.

Aslında memurlar, Kandıralı’nın longplay’ini kontrol kulesine kimin, ne zaman getirdiğini de bilmiyor.

İlk başta kafa dağıtmak için kendi aralarında çaldıkları bu plağı; muzip bir iş arkadaşlarından gelen “Yahu biz bu transit uçuşlardan o kadar para alıyoruz. Bari onlara bir kıyağımız olsun!” teklifinin ardından -kule hoparlörleri aracılığıyla- aktarmalı yolculara dinletmeye başlamışlar ve şimdiye kadar hiçbir şikayet de işitmediklerinden, bu onlar için bir ofis geleneğine dönmüş.


 Havalimanı çalışanları, transit yolculara  büyük ihtimalle, Kandıralı’nın “Folklor Ve Oyun Havaları” (1975) plağını dinletiyordu. Discogs.com

74 yaşındaki eski gazeteci Özkan Altıntaş, Mustafa Kandıralı’nın vefatının ardından kaleme aldığı yazıda, Atatürk Havalimanı’ndaki bu neş’eli günlerin, 12 Eylül 1980 darbesine kadar sürdüğünü anlatıyor.

Ben ise yukarıda, Altıntaş’ın anekdotunu biraz daha hikayeleştirerek aktardım sadece size.

Ve açıkçası, yerli yabancı kaynaklarda yaptığım araştırmalar sonucu, Mustafa Kandıralı müziğinin hem yurtiçindeki hem de yurtdışındaki karşılığını, bu kadar iyi özetleyen başka bir anıya da rastlamadım:

- 70’li yıllarda gece nöbetini katlanabilir kılmak için Kandıralı’nın oyun havalarını dinleyen şehirliler;

- Yine, bu şehirlilerin turistlerle, çok bariz bir şekilde ülkelerini temsil ettiğine inandıkları Kandıralı müziği üzerinden kurmaya çalıştıkları iletişim ya da sadece küçük bir “merhaba”;

-12 Eylül darbesinin ardından ortadan kalkan ilk şeylerden biri, yani neş’e;

-Ve tabii, Türkiye’de ya da yurtdışında ilk kez duydukları Kandıralı’nın klarnetinin büyüsüne kapılıp giden yabancı müzikseverler.

Neş’esiz günler

Klarnet virtüözü Mustafa Kandıralı, 2020 yılının aralık ayında, 91 yaşında hayata gözlerini yumdu.

70’li yıllardan 80’li yıllara uzanan süreçte, radyo ve televizyondaki yılbaşı geceleri ile bayram sabahlarının aşina yüzlerinden biri olan Kandıralı’nın, bir yeni yılın hemen öncesinde vefat etmiş olması, hayatın ufak bir ironisi olsa gerek.

Klarnet üflemeye 9-10 yaşında başladığı düşünülürse, yarım asrı aşkın bir sanat hayatı var karşımızda: Solo ya da orkestra kadrosundan çok sayıda single, albüm; İstanbul’dan Tunus’a, New York’tan Frankfurt’a uzanan konserler ve sayısız ödül...


Kupür: Milliyet, 1969

Ama hayranlık uyandıran tüm yönlerine rağmen; 80’li yılların başından itibaren, Kandıralı’nın klarnetinin sesinin de gittikçe daha az duyulduğunu biliyoruz.

Bunda hem müzik dünyasına küskünlük, sağlık sorunları, aile üyelerinin kaybı gibi bireysel sebepler hem de neş’enin yerini, zaman içinde kaosun, kaygının, gerginliğin, belirsizliğin alması gibi toplumsal sebepler etkili olmalı.

Malumunuz, bugünün Türkiye’sini tanımlayan kelimelerin başında -zıt şeylermiş gibi görünse de- “istikrar” ile belirsizlik kelimeleri geliyor ve elbette neş’e, artık bir semt adı bile değil.

İşte -arşivlerin el verdiği kadarıyla- Mustafa Kandıralı’nın yolculuğuna şöyle bir göz atmak, klarnetinden dinlenen oyun havaları kadar etkili olmasa da tabii, ruhlarda bir kıpırtı yaratabilir.

Ben Kısa Dalga’dan Özgün Çağlar, sen de çal be Kandıralım!

Kandıra’dan çıktım şöhret yoluna: Bir ‘efsane’nin doğuşu

Kandıra, Kocaeli’nin bir ilçesi; yoğurdu, hindisi ve klarnetçisiyle meşhur.

Klarnet ustası, yeğen Türkan Kandıralı, memleketlerini bir röportajında şöyle anlatıyor:

“Bakın her yerde konser verirsiniz ama Kandıra’da bir konser verdiğiniz zaman mest olursunuz, sizi herkes dinler. Bir mevlit dinlenirken nasıl ki herkes sessizlik ve saygı içerisinde dinliyorsa, Kandıra’da mevlit dışında müzik de öyle dinlenir. Kandıra’da müzik varsa, dünya durur. Eğer oynanacak bir parçaysa da davete gerek kalmadan bir bakmışsınız herkes sahneye gelmiş.”

Mustafa Kandıralı, ezgilerin sokaklarda dolaştığı böyle bir ilçede, müzisyeni bol bir ailede 1929 yılında dünyaya geldi; babası ile amcaları klarnetçiydi.


Milliyet, 1976

İlk çaldığı enstrüman uttu ama kısa süre sonra -çevresine uyum göstererek- klarnet çalmaya başladı.

Mustafa Kandıralı’nın, İstanbul günlerinden önce memleketinde efsaneleştiği söylenebilir:  Örneğin, yaşlı hemşehrileri -büyük ihtimalle Roman olduğu için- çocukken “Kara Mustafa” diye anılan Kandıralı’nın, düğünlerde çaldığı klarnetin sesinin, ta karşı köyden duyulabildiğini ya da sabahları üflediği klarnetle -horozları kıskandıracak şekilde- ahaliyi uyandırabildiğini anlatıyorlar.

Bununla birlikte, özellikle memleketinden İstanbul’a kaçışına dair anlattıklarıyla, Mustafa Kandıralı’nın zaman içerisinde kendi kendinin efsanesini oluşturduğunu da söylemek mümkün.

Röportajlarında muhakkak bahsettiği ve tabii vefatı vesilesiyle sıklıkla alıntılanan olaya göre; 13-14 yaşında, ailesine haber vermeden, elinde si bemol klarneti ve üstünde beyaz takım elbisesiyle önce Kocaeli’ne yürüdü, burada bir süre kaldıktan sonra, trenle esas hedefi olan İstanbul’a gitti.

Karaköy’e gelince de kafasını şöyle bir kaldırdı ama karşısında ne görsün: Müzisyenler kahvesi Olimpiya!
 
İstanbul’daki müzik hayatını başlatacak, yani şöhret basamaklarını hızlıca çıkartacak böyle zorlu bir serüvene atılmasına el kadarken; içindeki büyük müzik aşkının, büyük adam olma isteğinin ve küçük memlekete sığamayışının sebep olduğunu söylüyor.

Milliyet, 1967
Ama usta müzisyenin -medyanın ve kamuoyunun çok hoşuna giden- bu olayı aktarırken, yıllar içinde bazı ufak değişiklikler yaptığını da, örneğin 1967 tarihli Milliyet gazetesinden öğreniyoruz:

“Sazlarını Dinlediklerimiz” köşesine konuk olan genç klarnetçi, 18 yaşına kadar birden çok defa İstanbul’a kaçtığını ama her seferinde -babasının talebiyle- polislerce yakalanıp Kandıra’ya getirildiğini söylüyor.

Öte yandan, şair-yazar Asuman Tümer’in Facebook’taki “Adapazarlılar” grubunda paylaştığı anıları da, Kandıralı efsanesinin lokal düzeydeki karşılığına dair fikir verebilir:

Tümer’in anlattığına göre; yörenin ileri gelenlerinden biri olan dedesi, 1950’li yılların soğuk kış aylarında, konargöçer Romanları çiftliğinde misafir edermiş, bu insanlar arasında Kandıralı’nın ailesi de varmış.

Tümer’in dedesi, klarnet çalışındaki yeteneği fark ettiği 14 yaşındaki Mustafa’yı bir gün karşısına almış ve şöyle demiş:

“Oğlum, sen buralarda harcanma, İstanbul’a git. Al şu parayı da, kendine Beyoğlu’ndaki Papajorjiu’dan bir klarnet al. Otel paran da bu. Hadi durma, yola koyul!”

Mustafa da ailesiyle konuşup gerçekten yola çıkmış, nihayet İstanbul’a varmış ve o müzik dükkanından da ilk sol klarnetini almış, zaten Amerikalara kadar uzanan şöhreti de bundan sonra gelmiş.

Hatta yine Tümer’ göre, Kandıralı yıllar yıllar sonra; bir açılış konserinde, kendisine yardım eden bu dedeyi, ailesini tanımış ve onlara sarılmış, uzun uzun da ağlamış.

Örneğin, 50’li yıllarda Kandıralı’nın en az 21 yaşında olduğunu unuttuğu için bile, anılarının sahiciliğine gölge düşen şair-yazar Tümer’in; yazısının sonlarına doğru ayrıca “Vefa mı dediniz? Sadakat mi? Unutmak mı? Kök mü? Soy mu? Çingene mi?” diye sorduğunu da belirtmek lazım.



Uzelli etiketli iki kaseti

Evet Kandıralı, gerçekten de sahnede devleşen, efsanevi bir müzisyendi ama görüldüğü üzere; çocukluk günleri ile müziğe başlama hikayesine dair, gerek kendisinin gerek de kamuoyunun –tabii bol bol çelişkiye de düşerek- idealize ettiği irili ufaklı hikayeler ve tabii, bağlamından koparılarak muğlaklaşan yurtdışı deneyimleri; onu neredeyse bir “aziz” olarak konumlandırdığı için, sonraki yıllarına, müzik kariyerine dair değerlendirmeleri de oldukça sınırlandırdı ve aslında renksizleştirdi de.

Bu duruma; vefatının ardından yazılan ve hakkında hep aynı efsaneler zincirini kurmaktan başka bir şey yapmayan onlarca yazı örnek gösterilebilir.

Ben de bu efsaneler zincirine yaslanarak; çocuk yaşta klarnetiyle müzik için yollara düşen Kandıralı’nın aslında ilk başta yüzerek ABD’ye gittiğini ve orada cazcı Louis Armstrong’la aynı sahneyi paylaşırken, klarnetinden nota şeklinde altınlar döküldüğünü fark ettiğini, sonra da o altınlarla geri dönüp, Türkiye’nin dış borçlarını kapatmaya çalıştığını söylersem, buna kim, nasıl karşı çıkabilir?

Kandıralı’nın klarnetinden çıkan ses hoş, efsaneler de çekicidir.

Ustam seslendi uzaktan: Oğlum al şu klarnet tavrını

Osmanlı İmparatorluğu’nda klarnet, diğer Avrupa menşeili çalgılarla birlikte -İtalyan asıllı Donizetti Paşa’nın girişimiyle- resmi olarak ilk kez 19. yüzyılda; Mızıka-yı Hümâyun’da, yani saray bandosunda kullanılmaya başlandı.

Yine tarihçiler klarnetin, saray envanterine dahil olmasından kısa bir süre önce, Osmanlı halkı tarafından tanındığını, çalındığını da aktarıyor.

Tabii klarnetin tek bir çeşidi yok; örneğin bandolarda ve caz gruplarında si bemol klarnet kullanırken, halk ve sanat müziğinde sol klarnet kullanılıyor.

Klarnetin Türkiye müziğindeki iki yüz yıla yakın yolculuğunun da; esasında, popüler icracıların üsluplarıyla, gelenek aktarımlarıyla şekillendiğini söylemek mümkün.



 “Klarnet” İbrahim Efendi ve Donizetti Paşa

Osmanlı’da İbrahim Efendi’yle başlamış bu yolculuğun Cumhuriyet safhasında, iki isim öne çıkıyor: 1907 ile 1962 yılları arasında yaşayan Şükrü Tunar ve ardından Kandıralı.

Üsküdar Musiki Derneği çıkışlı Şükrü Tunar; TRT İstanbul Radyosu’nun ilk klarnetçisi olarak 1949 yılında kadroya alınmıştı, çalışma arkadaşları ve dinleyiciler arasında, icrasıyla sevilip sayılması uzun sürmedi.

Bugün sol klarnet çalan isimler arasında “idol” kabul edilen Tunar, Zeki Müren’e enstrümanıyla eşlik ettiği bir konser sırasında, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmişti.

Çocuk yaştaki Kandıralı’nın, gidip geldiği ilçe Halkevi’ndeki bir gramofon sayesinde, ilk kez Tunar’ın klarnetinin sihirli sesini duyduğu ve bunun da hayatında önemli bir dönüm noktası olduğu aktarılıyor.

Veya 1967 tarihli Milliyet’te yer alan röportaja göre; Kandıralı’nın üzerindeki Tunar etkisi, dokuz yaşındayken, abisinin götürdüğü bir konser sayesinde başlamış.

Burada yine karşımıza, birbiriyle çelişen ve nihayetinde idealize edilmiş hikayeler çıkıyor.

Elbette, Kandıralı’nın üzerinde, dönemin popüler icracısı Tunar’ın çok büyük etkisi oldu ama ben bunun çocuklukta değil; İstanbul’a nihayet kalıcı olarak yerleştiği ve taşralı, genç bir klarnetçi olarak piyasada süksesinin, görünürlüğünün arttığı dönemde başladığını düşünüyorum.



Şükrü Tunar, Müzeyyen Senar’a eşlik ederken.
Kaynak: https://twitter.com/tekindeniz_

Kandıralı; üstat Tunar’ın halefi olduğunu, önce kendine sonra da çevresine kanıtlamak için, uzun yıllar boyu tatlı-sert bir hırsla onu takip ve taklit etmişe benziyor.

Kandıralı’nın bu inadının, Tunar’ı ne kadar bezdirmiş olduğunu da, “Çal Gırnatacı” belgeselinde sarf ettiği “(Şükrü Tunar klarnet çalarken) beni gördüğünde (arkasına dönerek) parmaklarını kaçırırdı!” sözünden net bir şekilde anlıyoruz.

Ama yukarıda bahsettiğim gibi, Türkiye müziğindeki klarnet icracılığının da böyle bir geleneği var, yapacak pek de bir şey yok.

Tunar vefat ettiğinde tahtına Kandıralı oturdu; Zeki Müren’le de, klarnetçisi olarak yirmi yılı aşkın bir süre çalıştı.

Ayrıca Kandıralı, Tunar’ın klarnetini hatıra olarak edinmek istemişse de, eş Güzide Tunar’ın bu teklifi kabul etmediği biliniyor.

Özetle, “kurucu baba” İbrahim Efendi’nin klarneti; Tunar’dan Kandıralı’ya, oradan da –varis çokluğu sebebiyle- Selim Sesler, Hüsnü Şenlendirici, Serkan Çağrı, Kirpi Bülent gibi isimlere geçti.


Bir marka olarak Kandıralı

Kandıralı’nın 60’lı yıllardan itibaren yavaş yavaş markasını oluşturmaya başladığını görüyoruz ve bu markanın arkasında gerçekten de yetenek, istikrar, dürüstlük ve gusto sahibi olması saklıydı.

Kandıralı; tek kanal TRT’den özel kanallar ile radyoların ilk dönemlerine değin, neş’enin yılmaz bir savunucusu olarak hep ön planda oldu:

Bayram sabahları ile yılbaşı gecelerindeki canlı yayınlar bir yana, albümleriyle de doğum günlerine, sünnetlere, nişanlara, düğünlere eşlik etti.


 Milliyet, 1986
 
Yine örneğin, Süleyman-Nazmiye Demirel çiftinin 41. evlilik yıl kutlamaları ile İstanbul Havayolları şirketinin 1986 tarihli lansmanında, insanları eğlendirdiği görülen Kandıralı’ya biraz daha yakından bakmakta fayda görüyorum.

Günümüz klarnetçilerinden Serkan Çağrı’nın dediği gibi klarnet; icracısının ruh haliyle, karakteriyle şekillenen bir enstrüman.

Genelde parıldayan, İtalyan yapımı metal klarnetiyle sahneye çıkıp insanları eğlendiren Kandıralı’nın iş hayatında biraz aksi biri olduğuna dair hikayelerle de karşılaşabiliyoruz. Ama bu durum tamamen işine olan saygısından kaynaklanmaktaydı.

1999 yılında, Hürriyet gazetesine bir röportaj veren Kandıralı şöyle diyordu:

“Şimdi güzel güzel konuşuyoruz. Ama yanımdaki kardeşim bile olsa, bana refakat edemiyorsa onu kabul edemem. Yanımdaki adam çalamıyorsa ne yapayım onu? Gazinoda kavga çıkarıp bıraktığım çok oldu. Hatta bir keresinde, ismi lazım değil, bir adamın kafasında klarneti kırdım. Ama onun sebebi başka. Adam bana hakaret etti. Ben de kafasında parçaladım klarneti.”

Kandıralı, saz arkadaşlarıyla birlikte sahne aldığında, tüm dikkatleri önce kendi üzerinde toplayan bir müzisyendi. Hafiften sallanarak ve gülümseyerek hem arkadaşlarını yönetir hem de izleyenlerin nabzını ölçerdi.

Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Behiye Aksoy, Mediha Demirkıran gibi solistlerin arkasında çaldığında ise; bu iletişim sürecine, onlarla göz üzerinden kurduğu diyalog da eklenirdi.



KAYNAK: Habertürk

Kandıralı, şık bir müzisyendi; gözlüğüne, yüzüğüne, saatine ve takım elbisesine çok özen gösterirdi:

Bilhassa, Beyoğlu’ndaki Rum terzilerin diktiği takım elbiseleri tercih eden Kandıralı’nın, 1955 tarihli 6-7 Eylül olaylarından sonra da, onlarla alışverişi kesmediği biliniyor; ya Yunanistan’a kendisi giderdi ya da Rum terziler giysilerini oradan Türkiye’ye yollardı.

Tepeden tırnağa uzanan Kandıralı şıklığında dikkat çeken bir diğer unsur da, manikürlü elleriydi. Kandıralı, özellikle yemekli etkinliklerde klarnet çalarken, izleyicilere saygısı nedeniyle ellerini hep bakımlı tuttuğunu söylüyor.

Kandıralı’nın müzik dışındaki esas tutkusu ise -kızı Kısmet’le birlikte- yemek yapmaktı. 1985 tarihli Milliyet’te yer alan bir haberde, deniz mahsullerini ve hamur işini çok seven Kandıralı’nın kırlangıç balığı çorbası tarifi de okurlarla paylaşılmıştı.


 Milliyet, 1985

Farklı tarihlerdeki jübileler

Dinleyenlere neş’e veren Kandıralı’nın özel hayatına bakıldığında ise, maalesef iki büyük trajediyle karşılaşıyoruz:

1981 yılında, bir trafik kazasında kardeşi Şeref ve yeğeni İlhan Kandıralı’nın; 1985 yılında da, “Çok yakışıklıydı” diye bahsettiği, eşi Fahrünisa hanımın hayatını kaybetmesi.

İnternette usta müzisyenin; 1996 tarihinde, Büyük Kulüp’teki 50. sanat yılı konseriyle sahneye veda ettiği sıklıkla dile getirilse de; ilk olarak 1979 yılında müziği bırakmaya niyet ettiği görülüyor.

Bununla birlikte Kandıralı 1981 yılında da, vefat eden kardeşi Şeref Kandıralı’nın çocukları yararına Kocaeli’de bir jübile konseri yapmış.

Beri yandan, Kandıralı’nın sahnelere veda etmesine -yaşına bağlı olarak- kalp rahatsızlığının ve diyabetin de sebep olduğu biliniyor.

Dosyanın başında söylediğim gibi, klarneti bırakmasında, bu sağlık sorunlarıyla birlikte aile üyelerinin kaybı da etkili olmalı.

Ama bir de, 80’li yıllardan 2000’lerin başına uzanan süreçte, Kandıralı’nın müzik dünyasına küskünlüğünü vurguladığını da sık sık görüyoruz.

Bu küskünlüğün sebebini ortaya çıkarmak hakikaten çok zor. Örneğin, 1999 yılında “Gazinocular Kralı” Fahrettin Aslan, Kandıralı’nın dargın olduğunu duyunca “Kandıralı çalışmak istese ona her zaman iş var” demişti.

Tüm bunlardan hareketle diyebiliriz ki, neş’enin örselendiği ve tabii müzik-eğlence kültürünün değişime uğradığı 80’li yıllarla birlikte; zaten kendi neş’esi kaçmış Kandıralı, neş’e vermeyi nafile bir uğraş olarak görmeye başlamış olabilir.



 2006 yılında Uzelli firması, Kandıralı’nın 70’li ve 80’li yıllara ait kayıtlarını derlediği bir albüm yayımlamıştı.Kaynak: Habertürk

‘Cazın etnik dehası’ bizim neyimiz olur?

Kandıralı, sahnelere veda ettiği zamandan 2020’ye değin çeşitli aralıklarla gündeme geldi; hatırlandı, hatırlatıldı:

Bu bazen, yerli veya yabancı müzik firmalarınca basılan bir albümü sayesinde oldu, bazen de Serkan Çağrı veya Hüsnü Şenlendirici gibi çağdaş klarnetçilerin konserlerine “onur konuğu” sıfatıyla katılması sayesinde oldu.

İbo Show’un 2006 tarihli bir bölümünde görüldüğü üzere de; bazı tadımlık icralarıyla, ilerlemiş yaşına rağmen nefesindeki kuvveti insanlara hatırlattı.

Öte yandan, 2000’li yılların başından itibaren Kandıralı’nın da -yurtdışındaki yakın zamanlı şöhretinden sonra Selda Bağcan’ın memleketinde bir kez daha keşfedilmesi gibi- tekrar ve tekrar gazetelerde, dergilerde keşfedildiği söylenebilir.

İşte şimdi bakın, usta müzisyen vefatı vesilesiyle bugünlerde bir kez daha keşfediliyor ve başta bahsettiğim gibi “Kandıralı efsanesi”; birbiriyle çelişen ve idealize edilmiş irili ufaklı hikayelerle, benzer kaynaklardan sonsuz kere çoğaltılıyor.

Bu kısır inşa sürecinin temel ayaklarından biri de, bağlamından koparılarak muğlaklaşan yurtdışı deneyimleri.


 Milliyet, 1992

Evet, mesela 90’larda Almanya ve ABD’de “Cazın etnik dehası” diye lanse edilen Kandıralı; zamanında Louis Armstrong’la da, Ümmü Gülsüm’le de, Fairuz’la da bir iki defa aynı sahneyi paylaşmış olabilir ya da klarnetinin sesi Kopenhag’tan Sofya’ya, Paris’ten de de New York’a, dünyanın birçok yerinde işitilmiş ve hala daha işitiliyor olabilir.

Bu türden bilgilerle karşılaşınca, memlekette sık sık zihni formatlanmış bizlerin şaşkınlık yaşaması elbette normal ama o şaşkınlık geçince de, aşağıdaki sorulara benzer soruların peşine düşmek şart gibi:

-  Kandıralı’nın da icracısı olduğu Türkiye müziği; yurtdışının neresinde ve hangi dönemde, ne tür şartlar altında, nasıl bir talep gördü?  Peki, şimdi o tarz bir talebi yaratmanın yolları var mıdır? Geçmişte birilerinin açtığı ya da kapattığı yolu, bugün hangi müzisyenler, ne şekillerde yürüyor?

-  Yine, Türkiyeli bir müzisyeni çok değerli kılan, “efsane” yapan yegane şey; yurtdışındaki popülerliği ya da deneyimleri midir? Diğer yandan, o müzisyeni ortaya çıkaran şartlar ile çalışma arkadaşları ya da artık unutulmuş muadilleri, ustaları önemsiz midir?

- Ve bence, esas can alıcı soru da bu soru olsa gerek: Bugün Kandıralı’nın herhangi bir albümünü, yabancı müzikseverler gibi üst üste dinleyebiliyor muyuz gerçekten; dinleyemiyorsak kulaklarımızdaki pas neden oluştu?

Neş’eli günlere…

Notalar içinde uyu Kandıralı.

DOSYANIN PODCASTİNİ DİNLEMEK İÇİN PLAY TUŞUNU TIKLAYIN



Araştırma