Amazon’da COP30: Yeşil geçiş rejiminde sınıfsal ve jeopolitik süreklilik ile değişim
Doç.Dr. Yelda Erçandırlı
Belém’deki COP30 biter bitmez herkes aynı soruyu soruyor: Amazon’da gerçekten yeni bir şey mi oldu, yoksa yalnızca sahnenin dekoru mu değişti?
Son yıllarda ardı ardına izlediğimiz zirveler, yeşil geçiş rejiminin hem sürekliliğini hem de söylem genişleterek kendini yeniden kurma kapasitesini bütün açıklığıyla gösteriyor.
Dubai’de COP28 fosil sermayenin kendini iklim diplomasisiyle aklama sahnesiydi. Bakü’deki COP29 ise, iklim finansmanını borç ve piyasa mekanizmalarına bağlayan bir kurumsal çerçevenin pekiştirildiği; jeomühendislik ile yeşil geçiş araçlarını bir araya getiren teknik bir “çözüm” paketinin kapitalist devletler tarafından başlıca seçenek olarak öne çıkarıldığı bir zirveydi.
Belém’deki COP30 ise Amazon’u gezegen ölçeğinde bir iklim simgesi konumuna yerleştirirken, aynı sınıfsal ve jeopolitik düzenin bu kez orman koruma söylemi, kritik mineraller ve küresel ticaret bağlantılı enerji dönüşümü üzerinden yeniden üretildiği bir devamlılık noktasına işaret etti; buna karşılık yerli halkların ve Amazon havzasındaki emekçi toplulukların toprak gaspına, madenciliğe ve ormansızlaştırmaya karşı yükselen direnişi, zirveyi aynı zamanda orman fonlarına ve ticaret merkezli enerji politikalarına karşı verilen somut bir sınıf mücadelesinin sahnesi haline getirdi.
Bu yazıda iklim diplomasisini, küresel çevre siyaseti tartışmalarının en fazla göz ardı ettiği yapısal ve sınıfsal boyut üzerinden değerlendireceğim: COP30’u, gezegensel ekolojik çöküşü yönetilebilir bir risk alanına indirgeyerek sermaye birikimini güvenceye alan küresel iklim rejiminin bir halkası olarak ele alacağım. Bunu yaparken Amazon’u yalnızca “dünyanın akciğeri” metaforu üzerinden değil, iklim fonları, karbon piyasaları ve borç ilişkileri üzerinden yeniden düzenlenen bir sınıf mücadele alanı olarak tartışacağım. Bu başlığın arkasında yatan soru basit: COP30 gezegeni mi, yoksa mevcut birikim rejimini mi kurtarmaya çalıştı?
Amazon: Gezegensel krizin düğüm noktası
COP30 bağlamında Amazonun çok taraflı iklim diplomasisi içindeki yeni konumu, küresel iklim rejiminin sınıfsal niteliğini açık biçimde görünür kılıyor. Ormansızlaşmanın azaltılması, karbon yutaklarının korunması, yerli halkların haklarının tanınması gibi başlıklar üzerinden Amazon tüm insanlığın ortak mirası olarak anlatılırken, aynı anda biyoenerji, yeşil hidrojen, madencilik, tarımsal genişleme ve büyük altyapı projeleri için küresel sermayenin öncelikli yatırım bölgesi olarak kurgulanıyor.
Belém Paketi ve Mutirao kararı bu ikili işlevi kurumsallaştırıyor: Uyum finansmanının 2025 düzeyine göre 2030’a kadar üç katına çıkarılmasını hedefleyen, yeni kolektif nicel iklim finansmanı hedefine ve adil geçiş, ticaret, teknoloji, toplumsal cinsiyet gibi başlıklarda yirmi dokuz karara atıf yapan bir çerçeve oluşturuyor.
Ancak bu kaynağın ne kadarının hibe olacağı, yükün devletler arasında nasıl paylaşılacağı ve borçlanma mekanizmalarının nasıl işleyeceği sistematik biçimde belirsiz bırakılıyor; uyum böylece ekolojik çöküşün toplumsal maliyetlerinin geç kapitalist ülkelere aktarıldığı, tarihsel sorumluluğu taşıyan sermaye bloklarının ise iktisadi ayrıcalıklarının korunduğu bir yönetim alanı olarak yeniden tanımlanıyor.
Ortaya çıkan siyasal iktisadi düzen, literatürde yeşil ekstraktivizm olarak adlandırılan dinamiğin merkezini oluşturuyor ve iklim diplomasisinin resmî dili ile emperyalist ölçekli birikim stratejileri arasındaki mesafeyi açığa çıkarıyor. Mutirao metni kömür, petrol ve gazdan çıkış için bağlayıcı bir takvim ya da ormansızlaşmanın durdurulmasına ilişkin tarih içeren hedefler koymuyor; önceki zirvelerden devralınan “enerji sistemlerinin dönüştürülmesi” söylemini tekrar etmekle yetiniyor.
Buna karşılık yeşil sanayileşme, kritik mineraller ve iklim-ticaret bağlantıları, Amazonu ve genel olarak Güney ekolojilerini karbon piyasaları, maden sahaları ve yeni enerji altyapıları üzerinden sermaye birikiminin genişleme alanı olarak tanımlayan bir yatırım vizyonu içinde meşrulaştırılıyor.
Fosil yakıtların yerini alan enerji biçimlerinin nötr ve “temiz” olduğu varsayımı, maden talebindeki sıçramayı ve toprak, su, emek üzerindeki baskıyı ideolojik olarak görünmez kılıyor.
Bu nedenle Amazon, korunması gereken bir ekosistem olmanın ötesinde, yeşil ekstraktivizmin ve küresel sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı jeopolitik bir düğüm noktası haline geliyor.
Süreklilik mi değişim mi?
Amazon’un ev sahipliği, küresel çevre siyasetinde önemli bir dönüm noktası olarak sunuldu. Yağmur ormanlarının çöküş eşiğine geldiği bir anda zirvenin bu coğrafyada toplanması, diplomatik söylemde gezegenin akciğerlerini koruma iradesi olarak paketlendi. Oysa sonuç metni, fosil yakıtların bağlayıcı ve geri döndürülemez biçimde terk edilmesi yönünde hiçbir açık hüküm üretmedi. Petrol ve gaz ihracatçısı devletler Dubai ve Bakü’de olduğu gibi, fosil sermayeye gerçek bir yükümlülük getirebilecek her formülasyonu sulandırdı. Geriye çok taraflı rejimin klasik ürünü olan gönüllü yol haritaları ve zamana yayılmış muğlak hedefler kaldı.
Sürekliliğin ilk boyutu iklim finansmanının sınıfsal kurgusunda görülüyor. Bakü’de 2035’e kadar gelişmiş ülkelerin her yıl üç yüz milyar dolar sağlaması gerektiği kabul edilmiş, bu tutarın nasıl ve kim tarafından karşılanacağı baştan belirsiz bırakılmıştı.
Belém’de Küresel Güney bu tartışmayı iklim borcu ve tarihsel sorumluluk kavramları etrafında yeniden açmaya çalıştı, fakat zengin ülkeler yükümlülüğü daraltma ve finansman yükünü özel sermayeye kaydırma yönünde ısrar etti. Brezilya’nın yıllık bir virgül üç trilyon dolara kadar çıkabilecek yol haritası önerisi de esas olarak kalkınma bankaları, yatırım fonları ve karbon piyasalarına yaslandı.
Böylece finansman dili sömürgeci birikimin ve zorunlu tazminat tartışmasının üzerini örterek, iklim fonlarını Küresel Güney’den tarihsel olarak gasp edilen artı değerin iadesi değil, sermaye için yeni bir yatırım alanı olarak kodladı. Borç ve kredi mekanizmaları derinleştikçe yıkımın maliyeti bir kez daha çevre ülkelerin emekçi sınıflarına aktarılıyor, yeşil geçiş doğayı koruyan bir programdan çok kapitalist birikim rejimini uzatan bir sınıf projesi olarak işliyor.
Jeopolitik düzeyde de aynı süreklilik izleniyor. Dubai’de fosil sermaye zirveyi baştan sona bir enerji vitrini haline getirmişti, Bakü’de Avrasya enerji koridorlarının merkezindeki petrol devleti finansı ve boru hatlarını aynı masada toplamıştı. Belém’de ise su, biyoçeşitlilik ve toprak üzerinden yürüyen bir jeopolitik mücadele sahneye çıktı.
Avrupa Birliği’nin sınırda karbon düzenlemesi gibi araçlar geç kapitalistleşmiş, bağımlı ülkeler tarafından ticaret savaşı enstrümanı olarak görülürken, söz konusu ülkelerin de iklim ve ticaret gündemlerinin kaynaşması tesadüf değil.
Çin kritik mineraller ve batarya zincirleri üzerinden yeşil geçişte jeo-ekonomik üstünlük kurarken, ABD ve Avrupa Birliği yeni sanayi politikaları ve iklim mevzuatını bu rekabetin aracı haline getiriyor. Bakü’deki üç yüz milyar dolar hedefi ile Belém’de tartışılan bir virgül üç trilyon dolarlık çerçeve, aslında kapitalist merkezler arasındaki bu yeniden konumlanmanın finansal ifadesi.
Değişim daha çok siyasetin tonunda ve toplumsal karşı çıkışın görünürlüğünde ortaya çıkıyor. Uyum ve kayıp zarar tartışmaları hiç olmadığı kadar öne çıktı, ada devletleri ile Afrika ve Latin Amerika’nın kırılgan bölgeleri iklim adaleti ve iklim borcu kavramlarını daha yüksek sesle dile getirdi, fakat bu kavramlar nihai metne büyük ölçüde içi boşaltılmış ifadeler olarak girebildi.
Amazon havzasındaki yerli örgütlenmeler ve toplumsal hareketler, ormanların dünya için korunması söyleminin kendi topraklarını yeni bir yeşil sömürgeleştirme rejiminin parçası haline getirdiğini teşhir etti.
COP alanının dışındaki yürüyüşler iklim diplomasisinin teknik dili ile mülkiyet, borç ve sınıf ilişkileri arasındaki mesafeyi açığa çıkardı. Kapitalist devlet sistemi iklim krizini artık geçici bir sapma değil, sınırlar, göç, su ve gıda üzerinde yönetilmesi gereken kalıcı bir çatışma rejimi olarak kodluyor; jeopolitik bugün yalnızca deniz yolları ve enerji hatları üzerinden değil, yanmakta olan ormanlar, kuruyan havzalar ve boşaltılan köyler üzerinden kuruluyor.
Bu çerçevede COP30, Amazon’u koruma söylemiyle cilalanmış ama yeşil ekstraktivizmi, iklim finansmanının sınıfsal mimarisini ve yeni iklim jeopolitiğini derinleştiren bir eşik olarak okunmalı; zirve, gezegensel krizi üreten güç ilişkilerini sınırlamak yerine, onları yeni araçlarla yeniden üretmeye hizmet etti. Ancak aynı süreç, Amazon havzasındaki yerli halklar ve emekçi topluluklar başta olmak üzere, iklim rejiminin yükünü taşıyan kesimlerin kendi siyasal özneliklerini kurma arayışını da güçlendiriyor.
Bir sonraki yazıda, COP31’in Türkiye’de yapılacak olmasının bu tabloya nasıl eklemlendiğini, Türkiye kapitalizminin yeşil geçiş rejimine bağımlı konumunu ve maden ile enerji projelerine karşı köylerden kentlere uzanan mücadele hatları üzerinde kolektif bir öznenin hangi koşullarda ortaya çıkabileceğini tartışacağım.
Yelda Erçandırlı, Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler doçentidir. 2017 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı doktora programını tamamlamıştır. 2024 ve 2025 yılları arasında TÜBİTAK bursuyla Leeds Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası Çalışmalar Okulu’nda on iki ay süreyle postdoktora araştırmaları yürütmüştür. Çalışma alanları eleştirel teori, ekomarksizm, uluslararası politik ekonomi ve küresel çevre siyasetidir. Erçandırlı’nın ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanmış akademik makaleleri bulunmakta; iki cilt olarak yayımlanan Eleştirel Uluslararası Politik Ekonomi kitabının editörlerinden biridir.
Kaynak:Haber Merkezi
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.