Erdoğan'ın planı, muhalefetin sınavı
KARABEKİR AKKOYUNLU
Son dönemde Medyascope’ta özellikle Ruşen Çakır ve Mümtazer Türköne’nin sürece yönelik yaptığı yorumların kamuoyunda dile getirilen bazı meşru kaygıları yeterince ciddiye almadığını, hatta zaman zaman karikatürize ettiğini düşünüyorum.
Bu yorumlar “kabaca” iki iddiaya dayanıyor: Birincisi, Ekrem İmamoğlu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik yargı operasyonuna verilen toplumsal tepkinin iktidarı hazırlıksız yakaladığı ve bu durumun Erdoğan ile AKP’ye zarar vererek muhalefete inisiyatif kazandırdığı. İkincisi ise, PKK’nın olası silah bırakma kararının Erdoğan’ın yönlendirdiği değil, Devlet Bahçeli’nin Erdoğan’a üstünlük sağlayarak kendi inisiyatifiyle başlattığı bir süreç olduğunu ve bu gelişmenin demokrasi ile hukuk açısından bir fırsat yarattığı.
Bu yorumlar, Erdoğan’a geçmişte olduğundan fazla güç atfeden analizlere yerinde eleştiriler getirirken, bu kez de onu olduğundan daha pasif ve etkisiz bir aktör gibi gösteriyor. Oysa Erdoğan’ın gücünü abartmak kadar küçümsemek de yanlış; birincisi umutsuzluğa, ikincisi rehavete neden olur. Türkiye’deki tüm aktörlerin belirli ölçüde siyaset üretme kapasitesi var. Önemli olan bu kapasitenin ve sınırlarının doğru şekilde tayin edilebilmesidir.
Erdoğan’ın gücü, güçsüzlüğü
Cumhurbaşkanından başlayalım. Erdoğan’ın toplumsal ve siyasal tabanı ciddi biçimde zayıflamış durumda. Öte yandan kurumsal düzeyde, devlet aygıtı üzerindeki gücü zirvede. Bu uzun vadede iktidarı bitirecek bir kısır döngü yaratabilir, ama kısa ve orta vadede devlete hakim olmanın verdiği muazzam hareket kabiliyeti yadsınamaz. Erdoğan da tam olarak bu hareket kabiliyetine dayanarak, demokratik yollarla elinde tutmakta zorlandığı rejimini tahkim etmek üzere, aynı anda iki süreci devreye sokmuş durumda: biri İmamoğlu ve CHP’yi, diğeri ise PKK’yı ve Kürt hareketini hedef alıyor.
Zamanlama tesadüf değil. CHP’nin 2024 yerel seçimlerinde elde ettiği başarı ve AKP’nin oy tabanındaki erime, iktidarın elini zayıflatırken, Erdoğan’ı sandıkta mağlup edebilecek düzeyde popüler bir siyasi figürün, yani Ekrem İmamoğlu’nun öne çıkması, rejim açısından yeni bir tehdit oluşturdu. Aynı dönemde, Trump’ın Amerikan siyasetine dönüşüyle birlikte uluslararası konjonktürün yeniden Erdoğan lehine şekillenmesi ve Suriye’deki rejim değişiminin Türkiye’ye sunduğu manevra alanları, iktidara hem içerideki muhalefeti bastırmak hem de dış politika hamlelerini yeniden kurgulamak için bir fırsat penceresi açtı.
Bu şekilde, Erdoğan (1) iktidarını tehdit eden rakibinden kurtulurken, (2) bölgesel etkisi ve hırsları artan Türkiye'nin yumuşak karnı olan PKK meselesini eli kuvvetliyken çözmeyi ve (3) çözüm üzerinden yeniden rıza üretebilmeyi—yani bir taşla üç kuş vurmayı—amaçlıyor.
Burada sadece Erdoğan'ın kişisel hırsları söz konusu değil. İktidar bileşenlerinin gözünde Erdoğan’ın bekası ile devletin (ve tabi kendilerinin) bekası iç içe geçmiş durumda. Otoriter rejimlerde sıkça rastlanan bir durum bu. Lider devrilirse ülkenin kaosa sürükleneceğine inanıyorlar. Kendi kaderlerini de liderinkine bağlamışlar. Bahçeli'nin de böyle düşündüğünü sanıyorum. Erdoğan’ın yeniden aday olmasıyla ilgili yaptığı “caymaya hakkı yok” açıklaması da bence bunu gösteriyor. Ve bu inanç, Bahçeli'yi PKK açılımının ön plandaki aktörü olmaya ikna etmeye yetiyor.
Bu nedenle “Devlet”in Erdoğan’dan bağımsız hareket ettiği ya da Bahçeli’nin Erdoğan’ı zorladığı yorumları bana gerçekçi gelmiyor. Ortada örtüşen çıkarlar ve bilinçli bir rol dağılımı var. Erdoğan gönülsüz gözükürken, milliyetçi tabanın tepkisini azaltma görevini Bahçeli üstleniyor. Bu, 2013-2015 sürecinden çıkarılan derslerin bir uygulaması.
İmamoğlu operasyonu ve PKK sürecinin “uyumu”
Bir başka deyişle hem İmamoğlu operasyonunun hem de PKK’ya yönelik sürecin senkronize bir şekilde, stratejik bir çerçeve içerisinde yürütüldüğünü düşünüyorum. Bu planın temel riskleri ise, beklenmeyen toplumsal tepkiler ve muhalefetin göstereceği dirençtir. İktidar bu risklerin farkında, ancak toplumsal tepkinin zamanla sönümleneceğine ve uluslararası desteğin süreceğine güveniyor. İkincisi doğru olabilir. Birincisi ise muhalefetin kararlılığına ve bütünlüğüne bağlı.
Muhalefet bu süreçte kendi kaderini tayin etme şansına sahip. Ama hem elindeki olanaklar kısıtlı hem de aldığı risk ve kısa-orta vadede ödeyeceği bedeller yüksek. Üstelik muhalefet dediğimiz farklı siyasal ve toplumsal aktörlerden oluşuyor. Bu çeşitliliği ortak hedef etrafında bir arada tutmak her zaman zor oldu. Erdoğan’ın yıllardır muhalefeti fay hatları üzerinden bölerek iktidarını koruduğunu biliyoruz.
Ancak analizi burada bitiremeyiz. Çünkü siyaset yalnızca Erdoğan ve Bahçeli'nin planlarından ibaret değil. İktidarın sınırlarını belirleyen iki temel unsur daha var: Birincisi diğer aktörlerin siyaset üretme kapasitesi; ikincisi, öngörülemeyen gelişmelerin yaratacağı etkiler.
Birincisine bakalım. İktidar ödül ve ceza dağıtarak muhalefeti bölmeyi, yıldırmayı hedefleyebilir ancak muhalefet de enerjiyi yüksek tutup, birlikte ısrar edip baskı siyasetinin faturasını iktidar için artırabilir. 19 Mart'tan beri CHP'nin yapmaya çalıştığı esasen bu. Mesele kimin daha uzun soluklu koşacağı…
Kürt siyaseti açısından bu süreçte alınacak pozisyon belirleyici olabilir. Kürtlerin barış ve demokrasi konusunda herhangi bir nasihate ihtiyacı yok. Bu alanda en ağır bedelleri onlar ödedi. Defalarca yalnız bırakıldılar. Siyaset üretme güçleri var ve bu güç ne CHP’ye ne de AKP’ye ipotekli. Bu nedenle Kürt siyasetinin bugünkü pozisyonunu merak etmek, anlamaya çalışmak meşru bir meşgale. Bunu yaparken, otoriter baskının giderek arttığı ve meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş bir iktidara karşı toplumsal tepkinin yükseldiği bir ortamda, Bahçeli gibi bir figürün başlattığı ve şeffaf olmayan bir süreci sorgulayanları “barış karşıtı” olarak yaftalamak son derece yanlış olur.
Ben 2023 seçimlerinde alınan yenilginin muhalefet açısından bir kırılma yaratabileceğini, Demirtaş'ın geri plana çekilmesiyle Kürt hareketi içinde bu "loser" ittifaktan bağımsız yeni bir yol çizilmesi gerektiğini savunanların ağırlığının artacağını düşünenlerdendim. Böyle bir kırılma trajik ama anlaşılabilir olurdu. Zira HDP, yıllarca Erdoğan karşıtı ittifaka destek vermiş, fakat alınan yenilgilerden en büyük zararı kendisi görmüş, Kürtler üzerindeki baskı müthiş boyutlara ulaşmıştı. Seçim fiyaskosunun bir faturası olması kaçınılmazdı. Ancak CHP’deki liderlik değişimiyle oluşan yeni hava, derinleşen ekonomik kriz ve büyüyen toplumsal tepki ve bunların da ektisiyle gelen 2024 yerel seçim zaferleri bu kopuşu öteledi ve ittifakı bir arada tuttu.
İçeride oluşan bu olumlu ivmeye dış gelişmeler sekteye vurdu. Diktatör sevdalısı Trump'ın Putin ile anlaşma olasılığı Avrupa'da kaygı yarattı ve Erdoğan yeniden değere bindi. Suriye'deki rejim değişikliği de iktidara hayat öpücüğü kondurdu.
Öcalan ne düşünüyor?
Bu noktada, devlet-örgüt pazarlığının Türkiye ile sınırlı olmadığını, bölgesel boyutta olduğunu hatırlamak lazım. Öcalan’ın mevcut tabloyu şöyle okuduğunu tahmin ediyorum:
- AB ve ABD Erdoğan’ı destekliyor ve Erdoğan devrilmeyecek,
- HTŞ Suriye’de kalıcı, hamisi ise Türkiye,
- ABD’nin Suriye’den çekilmesi an meselesi,
- Rojava’daki kazanımlar ciddi tehdit altında,
- Öte yandan Erdoğan da Türkiye’nin iç ve dış kırılganlıklarının İran, İsrail ve Rusya gibi aktörlerce PKK üzerinden istismar edilmesini önlemek istiyor.
- Bu koşullar, taraflar arasında bir anlaşma zemini oluşturuyor.
Ben bu anlaşmayı, PKK’nın Türkiye’den çekilmesi karşılığında Kürt siyaseti üzerindeki tecridin kaldırılması ve Suriye-Irak hattında yeni bir modus vivendi olarak okuyorum. Ancak iktidar bunu gerçek bir demokratikleşme değil, partizan hukukun bir tezahürü olarak dayatacaktır. Bu nedenle, “Demirtaş serbest kalırsa İmamoğlu da bırakılır” türü hukuki tutarlılık gerektiren beklentiler gerçekçi değil. İktidar, hukuku, kendi bekasını korumak, rakiplerini tasfiye etmek ve dilediğini ödüllendirmek üzere yeniden inşa etti. Bu yapıdan geriye dönmesi mümkün değil.
Bu bağlamda, eğer yeni anayasa süreci gerçekten bir anlaşmanın parçası olacaksa, DEM Parti sözcülerinin dile getirdiği “Cumhurbaşkanıyla değil, Meclis’le müzakere ederiz” yaklaşımını da pek gerçekçi bulmuyorum. Bu iktidarla anayasa yapmayı kabul ediyorsanız, asıl hedefi rejimi tahkim etmek olan Erdoğan’la doğrudan müzakere etmek zorundasınız—yetkileri büyük ölçüde elinden alınmış Meclis’le değil.
Barış süreci aynı zamanda savaş tehdididir
Bunun dışında Erdoğan’ın DEM’den aktif destek bekleyeceğini sanmıyorum. Görüşmeleri sürdürüp durdurma yetisiyle Kürt siyasetine baskı kurmanın ve muhalefeti frenlemenin yeteceğini düşünüyordur. Zira her barış süreci aynı zamanda bir savaş tehdididir. Daha evvel defalarca olduğu gibi, müzakereler çökerse şiddet yeniden patlar.
Şimdi iktidarın sınırlarını belirleyen ikinci unsura, yani planlanmayan gelişmelere gelelim… Söylediğim gibi, iktidar bu eş zamanlı iki süreci, İmamoğlu ve CHP’yi etkisizleştirmek (buna mutlak butlan hamlesini de ekleyebiliriz), muhalefeti frenleyip bölmek ve yeniden rıza üretmek için kullanıyor.
Ancak ben, Erdoğan istediği anayasayı yapsa da İmamoğlu yıllarca hapiste kalsa da bu iktidarın artık rıza üretebileceğini düşünmüyorum. Ekonomik ve toplumsal zemin buna izin vermiyor. Erdoğan artık sadece baskıyla iktidarda kalabilir.
Muhalefet, bu üçüncü hedefin (rıza üretimi) artık mümkün olmadığını kabul ederek, diğer iki hedefe (İmamoğlu’nun tasfiyesi ve muhalefetin bölünmesi) karşı strateji geliştirebilir. Özellikle CHP, barış ve birlik mesajından şaşmadan, ayrıştırıcı söylemlere izin vermeden, DEM ile işbirliğini sürdürerek Erdoğan'ın tuzağını savuşturabilir. Ayrıca CHP'liler, artık Kürt seçmenin aklından, vicdanından ve demokratik reflekslerinden kuşku duymayı bırakmalı; DEM'in kendi tabanını herkesten iyi tanıdığını ve bu tabanı koyun gibi güdemeyeceğini bilerek hareket ettiğini fark etmelidir. Bu farkındalık işbirliğinin devamı için elzemdir.
Son olarak, PKK’nın silah bıraktığı ve DEM ile ilişki kurmanın kriminalize edilemediği bir Türkiye’nin, demokratik muhalefet açısından önemli fırsatlar sunabileceğini düşünüyorum. Evet, iktidar yeni terör örgütleri ve komplo teorileri üretmeye çalışacaktır, ancak bunların toplumsal karşılığı sınırlı olur. 40 yılı aşkın süredir PKK terörizmi üzerinden inşa edilen milliyetçi reflekslerin yerini kolay kolay tutamaz.
Kolombiya örneği
Bu noktada yaşadığım Latin Amerika’dan bir örnekle bitireyim. Kolombiya’da devlet ile FARC arasındaki 53 yıllık savaş, 2016 yılında yapılan anlaşmayla son buldu. Anlaşmayı sağcı bir hükümet gerçekleştirdi, zira Kolombiya'da hep sağ iktidarda olmuştu. Sol, terörist yaftasıyla yasal, toplumsal ve siyasi engellere takılıyordu. Şiddetin sona ermesi bu denklemi beklenmedik şekilde değiştirdi. Barış, solun ana akım siyasete entegre olmasının önünü açarken, sağı önemli bir meşruiyet kaynağından mahrum bıraktı. Anlaşmadan sonra seçilen sağcı Duque hükümeti, ön plana çıkan sosyal ve ekonomik taleplere cevap veremedi ve 2022 yılında Kolombiya tarihinde ilk defa solcu bir aday, eski gerilla Gustavo Petro seçilip başkan oldu.
Karşılaştırma mükemmel değil, Türkiye'de otoriterlik daha ileri noktada. Yine de Kolombiya örneğinden çıkarılacak bir ders var. Terörün araçsallaştırılması rejimin inşasında kilit rol oynadı. Bunun olarak ortadan kalkmasından muhalefet istifade edebilirse Erdoğan'ın hesabını tersine çevirebilir.
----------------------------------------------------------
Karabekir Akkoyunlu kimdir?
Karabekir Akkoyunlu, Türkiye, İran ve Brezilya başlıca olmak üzere Küresel Güney ülkelerinde demokratikleşme, otokratikleşme ve asker-sivil ilişkilerini karşılaştırmalı olarak inceleyen bir akademisyendir.
Cambridge Üniversitesi'nde Türkiye ve Endonezya'daki sivil-asker ilişkileri üzerine yüksek lisans tezi yazdı ve ardından London School of Economics (LSE) mezunu oldu. Doktorasını İran ve Türkiye'nin siyasi ve kurumsal dönüşümünü karşılaştırmalı olarak inceleyerek tamamladı.
LSE'de Ortadoğu tarihi ve demokrasi teorileri üzerine dersler verdi, Oxford Üniversitesi Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Merkezi'nde (SEESOX) araştırma projeleri yürüttü. Graz Üniversitesi Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Merkezi'nde modern Türkiye araştırmalarıyla ilgilendi ve aynı zamanda SOAS Londra Üniversitesi'nde Ortadoğu Siyaseti alanında öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Karabekir Akkoyunlu'nun başlıca araştırma ilgi alanları arasında hibrit rejimlerin dönüşümü, otokrasi ve demokrasi kurumları arasındaki etkileşim yer alıyor. "Guardianship and Democracy in Iran and Turkey" adlı bir kitabı bulunan Akkoyunlu’nun çeşitli uluslararası yayın organlarında makaleleri yayınlandı.
Kaynak:Haber Merkezi
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.