Barış Karaağaç yazdı: Milyarderler Cumhuriyeti: Trump, Musk ve sermayenin devleti
Bir zamanlar birbirine övgüler dizen, “özgürlük” ve “ifade hürriyeti” gibi kavramları büyük harflerle pazarlayan iki adam vardı: Biri Beyaz Saray’a taşınmış eski bir emlak kralı, diğeri ise Mars’a gitmeye niyetli bir teknoloji peygamberi. Trump ve Musk, bir dönem Amerikan sağına yeni bir enerji getiren milyarder bromance'inin (erkekler arası yoğun ve dostane ama romantik olmayan yakın ilişki) yıldızlarıydı. Ancak her bromance gibi bu da son buldu—ve boşlukta yeni bir aktör belirdi: America Party.
Elon Musk’ın kurduğu bu yeni parti, yalnızca siyasi manzarayı değil, aynı zamanda Amerikan demokrasisinin ne yöne doğru evrildiğini de gösteriyor. Kurumsal siyasetin ve geleneksel partilerin kriz yaşadığı bir dönemde, servet sahibi olanın doğrudan siyasi temsil iddiasıyla ortaya çıkması, demokrasiden çok “zenginlerin rekabeti”ni hatırlatıyor. ‘Halk egemenliği’ yerini servet egemenliğine mi bırakıyor?
Musk’ın bu girişimi, Trump’tan kopuşunun sadece kişisel bir hayal kırıklığı değil, aynı zamanda Amerikan sağında milyarderler arası hegemonya mücadelesinin (ve işbirliğinin) yeni bir evresine girdiğini gösteriyor. Ve bu durum, 1970'lerin klasik tartışmasını tekrar gündeme getiriyor: Devlet gerçekten kimin devleti? Ralph Miliband’a göre bu sorunun yanıtı netti—burjuvazinin. Nicos Poulantzas ise meseleyi daha yapısal ve çelişkili bir düzlemde ele alıyordu: Devlet, sınıflar arası mücadelelerin kurumsal mekânıydı. Bugün Amerika’ya baktığımızda, acaba hangisi haklı çıktı?
Trump ve Musk: Milyarder iktidarının iki yüzü
Trump ve Musk, Amerikan siyasetinde milyarder gücünün iki farklı biçimini temsil ediyor. Trump, kendini “sistemin dışından gelen” biri olarak tanıttı ama gerçekte ABD gayrimenkul piyasasının tüm avantajlarından faydalanan, siyasilerle güçlü bağlar kurmuş ve 1990’larda milyarlarca dolarlık borçlarını yeniden yapılandırmak için kamu bankalarıyla anlaşmalara gitmiş bir figür. Ayrıca "kendi emeğiyle zengin olmuş" imajı, gerçekte babasından miras aldığı 413 milyon dolarlık servetle ciddi biçimde çelişmekte.
Musk ise daha sofistike (ama daha az sosyopat degil!), daha teknolojiye sarılmış ve geleceği pazarlayan bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Onun iktidar biçimi, yalnızca seçim sandığına değil, aynı zamanda altyapıya, uzaya ve dijital ekosistemlere dayanıyor. Twitter’ı (şimdiki adıyla X) satın alması, yalnızca medya sahipliği açısından değil, aynı zamanda kamusal tartışmayı kontrol etme çabası açısından da önemliydi. Muhalif gazetecilerin hesaplarını askıya alması, sağ görüşlü içeriklerin algoritmik olarak öne çıkarılması gibi uygulamalarla platformu politik pozisyonuna göre şekillendiriyor. Ancak bu kontrol mutlak değil. Kullanıcı tepkileri ve kamuoyu baskısı, zaman zaman geri adım attırıyor—örneğin askıya alınan gazetecilerin hesaplarının yeniden açılması gibi.
Her iki figür de devleti doğrudan hedef alıyor, ama ondan asla tam anlamıyla kopmuyorlar. Trump, başkanlık koltuğuna oturarak devleti kendi otoriter vizyonu doğrultusunda dönüştürmeye çalışıyor. Musk ise, SpaceX ve Tesla gibi şirketleriyle ABD devletinden milyarlarca dolarlık sübvansiyon almış ve önemli ihaleler kazanmış durumda. “Devletten bağımsız girişimci” miti, aslında bir masaldan ibaret. Her iki figür de, devletle simbiyotik bir ilişki içinde: kamu kaynaklarını özel sermayeye tahsis etmenin ustaları…
Devlet kimin devleti? Miliband ve Poulantzas tartışması ışığında bugünün milyarderleri
1970’lerde Marksist devlet kuramında önemli bir tartışma yaşanmıştı. Ralph Miliband’a göre devlet, sermaye sınıfının doğrudan kontrolündeydi çünkü onu yönetenler doğrudan bu sınıftan ya da onun ideolojik etkisinden gelen kişilerdi. Trump ve Musk gibi figürlerin yükselişi, bu bakış açısından Miliband’ın tezini doğruluyor: sermaye sınıfı yalnızca perde arkasında değil, doğrudan sahnede.
Poulantzas ise devletin "göreli özerkliği"ni vurguluyordu. Devlet, sınıflar arası mücadelelerin çelişkili kurumsal mekânıydı; kapitalist üretim ilişkilerini sürdürürken, sermayenin farklı fraksiyonları arasında denge kurmakla yetinmez; aynı zamanda çeşitli ideolojik ve kurumsal tekniklerle emekçi sınıfların rızasını üretmek ve onları denetim altında tutmak işlevini de üstlenirdi. Bu yönüyle göreli özerklik, yalnızca teknik değil, siyasal bir işlevdi.
Bugün bu tablo karışık. Musk gibi figürler, devletin kurumsal bağımsızlığını zorluyor. Ancak göreli özerklik tamamen ortadan kalkmış değil. Örneğin SEC’in Musk’a karşı açtığı davalar ya da mahkemelerin Trump’ın politikalarını engellemesi, kurumların hâlâ belirli fren mekanizmalarını koruduğunu gösteriyor. Yine de, sermaye figürlerinin kamusal kurumları adım adım kendi vizyonlarına göre yeniden dizayn ettiği bir çağda yaşıyoruz.
Musk devletin içinde mi, dışında mı?
Musk’ın rolü, klasik anlamda “devlet dışı” bir girişimciden çok, neoliberal devletin iç içe geçtiği bir sermaye tipini temsil ediyor. Tesla'nın aldığı kamu sübvansiyonları 5 milyar doları aşarken, SpaceX NASA ile milyarlarca dolarlık anlaşmalar yapıyor. Bu durum, devletin girişimcilikle olan ilişkisinin salt destekten ibaret olmadığını, doğrudan bir ortaklığa dönüştüğünü gösteriyor.
X platformu üzerinden yürüttüğü medya operasyonu, artık sadece "ifade özgürlüğü" meselesi değil; dijital kamusal alanın mülkiyeti ve denetimi anlamına geliyor. Hangi seslerin öne çıkacağına, kimin susturulacağına karar verme gücü, yurttaşlıkla sermaye arasındaki sınırları silikleştiriyor.
Devlet, sınıflar arası mücadelelerin mekânı olmaktan çıkıyor; milyarderlerin politik vizyonlarını uygulayan esnek bir mekanizmaya dönüşüyor. Ancak bu mutlak bir egemenlik değil—kamuoyu baskısı, yargı denetimi ve toplumsal muhalefet hâlâ belirli dirençler üretebiliyor.
Musk ise seçim olmaksızın siyasi yön belirleyebilen, gündemi etkileyen, doğrudan siyasi parti kurabilen—hatta medya gücü, algoritmik etki ve mali destek aracılığıyla fiilen başkan seçtirebilen—bir figür hâline geldi. Özellikle 2024 seçim sürecinde, Trump’ın kampanyasına yaptığı milyonlarca dolarlık bağışlarla, Biden karşıtı söylemleri yaygınlaştırmasıyla ve sağcı içerik üreticilerine X üzerinden platform sunmasıyla, yalnızca bir teknoloji girişimcisi değil, aynı zamanda fiili bir seçim mühendisi gibi davrandı.
Biçimsel demokrasi mi, maddi oligarşi mi?
Amerikan demokrasisi, daha başından beri kusurlu bir sistem olarak kurulmustu. Kadınlara, siyahlara, mülksüzlere ve yerlilere kapalı olan bir “temsiliyet” rejimi, zaman içinde genişlese de, ekonomik eşitsizlikle sürekli sınırlanmış durumda. Bugün ise bu biçimsel çerçevenin içi, hızla boşalıyor.
Seçim süreçleri milyarderlerin fonladığı kampanyalara, medya algoritmalarına ve tekno-oligarşik müdahalelere bağımlı hâle geldi. X gibi platformlar, yalnızca birer iletişim aracı değil; aynı zamanda yeni türden bir egemenlik mekânı. Böylece, demokrasinin şekli kalıyor ama içeriği, yani halkın gerçek katılımı ve sınıfsal çıkarlarının temsili, aşınıyor.
Poulantzas’ın deyimiyle “devlet bir mücadele alanı”ysa, bugün bu alanın sınırları sermaye lehine daralıyor. Miliband’ın uyarısı ise yeniden yankılanıyor: Burjuvazi artık yalnızca dolaylı olarak değil, doğrudan yönetme iddiasında.
Amerikan toplumunda hâlâ seçimler yapılıyor, kongre oturumları düzenleniyor, mahkemeler çalışıyor. Ama bu liberal-demokratik görünümün arkasında, giderek daha örgütlü ve sistematik bir maddi oligarşi yükseliyor. Zenginlik, yalnızca ayrıcalık değil, yönetim hakkına dönüşüyor.
Küresel düzlemde düşünmek: ABD deneyimi evrensel mi?
Sermaye sınıfının siyasetin doğrudan aktörü hâline gelmesi elbette tarihsel olarak yeni bir olgu değil. 19. yüzyıl İngiltere’sinde sanayi burjuvazisi parlamentoya girmiş, ABD’de “Gilded Age” döneminde Carnegie ve Rockefeller gibi figürler siyasi kararları perde arkasından yönlendirmişti. Türkiye’de de benzer şekilde patron–siyaset ilişkileri çok partili hayatın ilk günlerinden beri siyasetin ana belirleyenlerinden biri oldu.
Ancak günümüzde bu eğilim farklı biçimlerde tezahür ediyor: Zenginliğin yoğunluğu, medya ve teknoloji tekelleriyle birleşerek siyasal temsilin yapısını derinden dönüştürüyor. Artık perde arkasında kalmak gerekmiyor; sahneye çıkmak teşvik ediliyor. Üstelik bu dönüşüm sadece ulusal değil, küresel ölçekte yaşanıyor.
Trump ve Musk’ın temsil ettiği milyarderleşmiş siyaset biçimi sadece Amerika’ya özgü bir sapma değil. Hindistan’da Adani, Brezilya’da Bolsonaro’nun iş çevreleriyle kurduğu ilişkiler, Türkiye’de patron siyasetçi sentezine dayalı ittifaklar ya da İsrail’de teknoloji elitleriyle devletin iç içe geçişi, küresel ölçekte benzer dinamiklerin yaşandığını gösteriyor. Sermaye sınıfı, farklı bağlamlarda ama benzer yollarla siyasetin doğrudan aktörü hâline geliyor.
Oxfam gibi kuruluşların raporları, son on yılda dünya genelinde zenginliğin az sayıdaki elde toplandığını ve bu grupların siyaseti fonlama, medya sahipliği ve lobi faaliyetleri yoluyla karar alma süreçlerini şekillendirdiğini ortaya koyuyor. Böyle bir tabloda demokrasinin yalnızca “biçimsel” hâli değil, içerdiği eşitlik ve katılım ideali de ağır yara alıyor.
Dolayısıyla bugün karşımızda duran soru sadece şu değil: “Amerikan demokrasisi çöküyor mu?” Asıl soru şu: “Kapitalist demokrasiler, zenginliğin bu denli yoğunlaştığı bir çağda ne kadar ayakta kalabilir?”
Kaynak:Haber Merkezi
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.