Prof. Dr. Ensar Yılmaz yazdı: İktisadi liberalizm eleştirisi
Anaakım medya, büyük siyasi partiler ve geniş bir bilim insan ağı neoliberalizmin ekonomik, politik ve sosyal alanlardaki uygulamalarını kabul ederek sistemin gücünü perçinleyen bir rol üstlendi. Bu yanıyla, neoliberalizm, küresel anlamda yaygın bir ideolojiye dönüştü. Fakat 2007-08 global krizi sonrası 1980’lerden itibaren uygulanan piyasa fundamentalizminin yarattığı sosyal ve iktisadi tahribat daha görünür hale geldi. Eleştiriler belirli bir nitelik ve süreklilik kazansa da kriz sonrası temelde önemli bir iktisadi ve sosyal iyileşme söz konusu olmadı, ölümcül semptomlar devam ediyor. Sadece belirli regülasyonlarla makro istikrar dengesi sürdürülmektedir. Dahası eleştiriler, üzerinde uzlaşılan çözüm önerilerine dönüşmediği gibi, bunların gerçekliği, uygulanabilirliği ve organize olma biçimleri konusunda da ciddi sorunlar mevcut. Ben de bu yazımda iktisadi liberal düşüncenin temel sorunları üzerinde durmak istiyorum.
Bireysel özgürlük ve eşitsizlik
Genel olarak, liberal düşünce özellikle mülkiyeti özgürlüğü teşvik edici bir unsur olarak görür, bunu politik özgürlüğün de temel garantisi varsayar. Mülkiyetin açtığı alan üzerinden de bir tür rekabetçi bireycilik devreye girer. Bu da, temelde bireylerin kendi özgür seçimlerini yapma konusundaki öznel eğilimlerine ve tercihlerine dayanır. Bu tanımlama sosyolojik olmaktan çok, fazlasıyla indirgemeci bir şekilde psikolojik unsurlara dayanır. Bu yanıyla, neoliberalizm özgür bireyleri analizinin merkezine koyar. Fakat dikkate almadığı çok unsur var:
(i) Neoliberalizm ekonomik ve siyasi gücün eşitsiz dağılımını yeterince dikkate almaz. Örneğin, mülkiyeti olmayanların deneyimlediği “fiili özgür olmama” hali göz ardı edilir. Bu durumu, yani aşırı fiili güç farklılaşmasını, çoğu liberal düşünür alternatif tanımlar geliştirerek daha kabul edilebilir şekilde sunmayı tercih eder. Nitekim ünlü liberal düşünür F. Hayek, “zenginlerin güçlü olduğu bir dünya, yalnızca zaten güçlü olanların zenginlik elde edebileceği bir dünyadan hala daha iyi bir dünyadır,” der. Oysa modern kapitalizmin gerçeği bu değil, karşılaştırma ancak feodalizme göre yapılacaksa bir anlam içerebilir, çünkü günümüzde zaten güçlü olanların zenginliği elinde bulundurması ve daha fazla zenginlik elde etmek için bunu kullanabilmeleri ile ortaya çıkıyor.
(ii) Neoliberalizm, insan davranışına dair basit bir ekonomik teori üzerine inşa edilmiştir. Birçok iddiası, bireysel özgür seçimle ilgili varsayımlara dayanır. Bireysel seçim, insani gelişim ve refahı açısından gereklidir, fakat yeterli değildir. İnsanların geniş bir seçim demetine sahip olması daha mutlu olduklarını garanti etmez. Bunu hangi moral, sosyal, kültürel ve politik bağlamda ortaya çıktığı oldukça önemlidir. Bu yanıyla, bireysel tercih bireye indirgenemeyecek kadar yapısal yönleri olan bir nitelik taşır. Güvenlik, sağlık, aile, düzenli bir gelir, onurlu bir meslek ve sosyal dayanışma çoğu zaman bireysel olmaktan çok ilgili yapının sunduğu imkanlardır. Fakat liberal düşünce, toplumu sadece bireysel başarının gerçekleştiği bir platform olarak düşünür. Bu yüzden, bireysel güç farklılaşmasındaki uçurum bireysel çabaya indirgenirken, toplumsal olanın bireysel olan üzerindeki genel refah etkisi dışarda bırakılır. Bu da bireysel olan ile kolektif olan arasındaki mesafeyi daha da genişletir.
(iii) Liberalizm aynı zamanda bireyi de dönüştüren bir yapı sunar. Bu yapı, seçimlerin evrildiği ve yeni bir birey tipinin ortaya çıkmasına neden olur. Bireyin niteliği zaman içinde değişir. Sahiplenici, narsist ve bencil bir kişilik hem yaygınlık kazanmakta hem de tavsiye edilen bir nitelik kazanır. Rekabet hayatın her alanına sızar, işbirliklerin ortaya çıkmasını engeller veya olanları da tahrip eder. Bu yanıyla, bireysel seçim bireysel mutluluk yaratmadığı gibi, hırslı ve yoksunluk algısı artan insanlar yaratır.
(iv) Piyasa mekanizması kişisel istek ile ihtiyacı ayrıştırmaz. Piyasa mal/hizmetin en yüksek teklifi veren alıcılara satılmasına olanak tanır. Kişisel taleplerle ifade edilen ‘isteklerin’ sosyal ihtiyaçlarla aynı şey olmayabileceği çok açık. Reklamların da büyük oranda şekillendirdiği bireysel istekleri karşılamak, insan temel ihtiyaçlarını karşılamakla aynı şey değildir. Piyasa aracılığıyla karşılanan talep, bireysel istekleri tatmin ederken, çoğunluğun temel ihtiyaçlarına kayıtsızdır. Bu yüzden, en fazla gelir/varlığa sahip olanlar, piyasa üzerinden orantısız bir şekilde kaynaklardan faydalanırken, çok sayıda insan az sayıda kaynakla yetinmek durumunda kalır.
Piyasa etkinliği
İktisadi liberalizmin dayandığı bir diğer temel argüman: piyasa etkinliğidir. Serbest piyasada firmalar arası rekabetin fiyatları düşürerek tüketici refahını yükselttiği ve dinamik etkinliği artırarak (teknolojik ilerleme) uzun dönem sosyal refaha katkı sunduğu dile getirilir. Ben de rekabetin belli bir ölçüye kadar bu tür refah iyileştirmelerine imkân sağladığını düşünüyorum. Fakat rekabetin sınırlarını, sosyal anlamda yarattığı sorunları ve gerçekte olup olmadığını ve dahası bunun ne kadar mümkün olduğunu tartışmak gerekir.
(i) Piyasa rekabetinin fiyatları ve karları makul düzeyde tuttuğu görüşü de sorgulanmalıdır. Her şeyden önce, bilindiği gibi, rekabetin oluşmasını önleyen çok sayıda piyasa giriş engelinden bahsedebiliriz (yasal ve maliyet engelleri veya hâkim güç avantajları gibi). Bunlar mevcut firmaların hâkim konumlarını güçlendirmekte ve rekabetin pozitif etkilerini azaltmaktadır. Çok sayıda ülkede piyasanın önemli bir kısmı, yaklaşık %50-%80 kadarını, 3-4 büyük firma tarafından kontrol edilmektedir. Bu yüzden, firma gücünün sürekli artan bu eğilimini “korporatizm” diye nitelendirilebiliriz. Kazananın her şeyi aldığı bir yapıdan bahsediyoruz. Bu anlamıyla, rekabetin kendisi aslında rekabeti ortadan kaldırmak için yapılmaktadır. Fakat liberaller bugün gelinen noktada tekellere karşı seslerini pek yükseltmediklerini görüyoruz çünkü devlet müdahalelerine duydukları abartılı kaygı onları bu tür sorunlara rıza göstermeye zorlar. Liberallerin gerçeği görmeme gibi bir eğilimi olduğu açık, örneğin, M. Friedman tüm tekelleri dragonlara benzetiyor fakat tüm gerçekliğine rağmen bunların mevcut olmadığını ifade ediyordu. Dahası, çoğu liberal gibi, kendisi her olumsuz piyasa dengesi ortaya çıktığında bunun karşısına devlet müdahalesinin daha kötü sonuçlar çıkaracağını veya ortaya çıkan durumun devlet müdahalesinin sonucu olduğu gibi ne gerçeklikle bağı olan ne de test edilmesi mümkün olmayan bir argüman ileri sürer.
Son dönemde, örneğin, özellikle otomasyon/AI/robotlaşma teknolojilerinin her geçen gün yaygınlık kazanması ile firmaların bu tür teknolojileri kullanmak için girdikleri rekabetin emek piyasaları üzerine yaratacağı olası olumsuz etkiler daha fazla konuşulmaya başlandı. Bu türden merkezi olmayan ve yönlendirilmeyen bir rekabetin kolektif anlamda negatif sonuçlarını tek tek firmalar üzerinden anlayamayız. Rekabet bu anlamıyla sonuçlarından bağımsız işleyen bir süreçtir, sonuçların sosyal refahı sağlayacağının da garantisi yoktur.
(ii) Firmalar birer organizasyondur ve tercihleri ile hem emek hem de mal piyasalarını şekillendirirler. Yani piyasaya sadece edilgen bir şekilde tepki vermezler; iktisadi güç kullanımı, kontrol, pazarlama ve reklam faaliyetleri ile emeği ve mal talebini yönetirler. Büyük firmalar bu tür stratejileri daha kolayca empoze ederler. Firma ile işçi arasında simetrik bir güç ilişkisi olmadığı gibi, firma ile tüketici arasında da bir simetrik güç ilişkisi yoktur. Her ikisinde de güç firma lehinedir. Bu yüzden, kaynak tahsis etkinliği diye ifade edilen tüketici-üretici etkinliği fiili anlamda gerçeklerle çelişir. Piyasa alanının daha fazla genişlemesi firmaların daha fazla büyümesi, bu da emeğin daha fazla baskılanması ve tüketici tercihlerinin daha fazla yönlendirilmesi, manipüle edilmesi demektir. Bu yüzden, tartışmayı piyasa ve devlet arasındaki tercih olmaktan çıkarıp, büyük firmalara daha fazla odaklanılması gerektiğini düşünüyorum.
Dahası, firma satın alma ve birleşmelerinin firmaların “ahtapotlaşma” eğilimini daha da azdırdığı çok açık. Bu durumun etkinliği iyileştirdiğine dair genel bir yaklaşım söz konusudur. Bu, bazı alanlarda mümkündür, fakat alma/birleşme yoluyla büyümenin hem tedarikçiler hem emekçiler üzerinde daha fazla baskı kurulmasına neden olur. Bu da bir tür maliyet avantajı sunar. Bu anlamda, firmalar bileşenlerinden (çalışanlar ve tüketiciler gibi) daha çok, hissedarlarının refahını dikkate alırlar. Bu yapıda bir şirket büyük oranda finansal bir varlık gibi işlem görür, kolayca alınır satılır. Örneğin, böyle bir şirketin Bangladeş’te çocuk işçi çalıştırmasının hissedar için bir ahlaki yükümlülüğü yoktur veya hissedarlarına yeterli getiriyi sağlamayan bir firmanın bir müddet sonra işçi çıkarmaya başlaması normaldir. Oysa bileşenlerinin refahını daha fazla dikkate alan firma modeli sosyal anlamda daha faydalı modellerdir (Japonya ve Almanya firma modellerinde olduğu gibi).
(iii) Piyasa kaynak tahsisinde de her zaman etkili değildir. Kaynak tahsisine yön verenler yine varlıklı olanlardır. Örneğin, zenginler sınırlı tıbbi kaynakları (doktor, alet, ilaç, malzeme gibi) estetik cerrahi gibi önemsiz isteklere yönlendirirken, halkın önemli bir kısmının sağlık ihtiyaçları göz ardı edilir. Veya pahalı mülklere olan talep, aynı türden daha fazla inşaatı teşvik eder. Reklam yoluyla yaratılan yeni istekler ve buna kanalize olan kaynaklar sosyal anlamda da etkin olmaktan çok uzaktadır. Oysa kolektif refah için iktisadi varlıkların sosyal dağılımını dikkate almak gerekir. Bu nedenle, piyasanın sunduğu tercih vurgusu, sosyal refahın adil bir dağılımını teşvik etme garantisi taşımaz. Hayek de aslında bu gerçeği dile getiriyor: “Piyasanın rekabetçi dağıtımı dışında, bireyleri çabalarının hangi yöne doğru odaklanması gerektiği konusunda önerdiği bir yolu yoktur.” Burada söylenen, piyasa ile ortaya çıkan refah düzeyinin niteliğine dönük ortak bir hedef olmamasıdır. Piyasa bu yanıyla sosyal refahın ortaklaşması konusunda oldukça kısıtlı bir role sahiptir.
(iv) İktisadi liberalizm piyasanın tahsis etkinliğini bilgi üzerinden daha fazla tartışır. Buna göre, piyasalar ve aktörleri bu bilgiyi fiyatlara yansıtırlar ve fiyatlar “bilgi sinyali” işlevi görürler. Bilgi sisteme dağılmış haldedir, bunu merkezileştirmek mümkün değildir. Bu yüzden, devlet veya merkezi planlamacı sahada olanların belirli bir zaman ve mekâna dair özel bilgisine sahip olamaz. Dahası, bu bilgiye sahip olsa bile ekonomiyi koordine edecek imkânlara ve sürekli değişen koşulların değişen bilgisine ve durumlarına hâkim olamaz. Fakat şunu ifade etmek gerekir ki, fiyatların bilgi taşıdığı ve kaynakların etkin tahsis edildiği düşüncesi eksik ve abartılıdır. Bu durum ancak belli bir ölçüye kadar sağlanabilir. Çünkü biliyoruz ki pekâlâ fiyatlar firma kontrolü altındadır ve düzeylerini kendi karlarını yüksek tutmak için belirler. Fiyatlar bu anlamıyla bir etkinlik bilgisi veya bilgi sinyali değil, firmanın piyasa gücü ile ilişkili durumu tanımlar.
Diğer yandan, bilgi yerel/kişisel kaldıkça merkezi çözüm işlevi de azalır. Bu yüzden, bilginin merkezileşmesi özellikle ortak çözüme ihtiyaç duyduğumuz alanlara dönük planlama yapmak için ciddi bir imkândır. Ayrı ayrı bilgi parçacıkları yerine bütünü görmemize imkân veren ve merkezi olarak toplanan bilgiler birçok makro sorunu çözmeyi kolaylaştırır. Üstelik bu, günümüzde bürokratik bir merkezileşmeden çok teknolojinin sunduğu bir imkana dönüşmüş durumdadır. Mevcut yeni teknolojiler, özellikle internet, bilgiyi daha merkezi hale getiriyor. Yani merkezi olmayan piyasalar platform şirketler ile internet üzerinden merkezi hale gelmektedir. Bu yanıyla, piyasanın bilgi taşıma sinyali ve yerellik bilgisi gibi öne çıkarılan avantajları yerine, yeni teknolojilerle herkesin bilgiye kolayca ulaşabileceği, proses edilebileceği ve merkezi planlama için toplanabileceği bir nitelik taşımaya başladı. Kısaca, Google Sovyet Birliği'nin yapamadığı etkinlikte bilgi taşıma ve merkezileşmeye imkan vermektedir.
(v) Şirketlerin uzun süreden beri nüfuz ettikleri diğer bir alan da siyasi alandır. Bu, büyük oranda lobi/rant kollama faaliyetlerinden kaynaklanır. Bu şekilde, kendi çıkarları doğrultusunda yasama sürecini etkilemeyi amaçlarlar ve böylece kendilerine ciddi anlamda kaynak transferi yaparlar. Kamu kaynakları belirli güçlü gruplara yönelir. Bu anlamda, çoğu zaman politik otoritenin özgürlükçü veya demokrat olmasıyla da çok ilgilenmezler. Çoğu ülkede iktidarın dışında pozisyon alan ve ona entegre olmayan bir sermaye grubu yok gibidir; tüm geçici ve utangaç itirazlarına rağmen bu böyledir. Şirketler bu anlamıyla örgütlü ve güçlü çıkar gruplarıdır. Firmaların lobi faaliyetleri de genelde liberallerin görmek istemedikleri durumlardan bir diğeridir.
Sistemin istikrarı
Kapitalizm tarihsel olarak nedenleri değişse de her zaman ekonomik krizler için uygun bir zemin sunmuştur. Fakat özellikle 1980’lerden sonra uygulanan piyasa yanlı politikalarla krizlerin frekansı arttığı gibi, şiddeti de artmıştır. 2007-2008 global krizi sırasında meydana gelen ekonomik bozulmanın boyutu hafife alınamaz: ABD bankalarının sermaye kaybı 3.6 trilyon dolardı; işsizlik dünya genelinde yaklaşık 50 milyon kişi arttı ve 200 milyondan fazla insan yoksulluğa itildi.
(i) Kapitalizm dalgalı bir kriz formudur. Finans bu ilişkide çok kritik bir rol oynar. Çünkü finansal sistemi genişleten/büyüten ve onu tekrardan daha hızlı bir şekilde küçülten temel mekanizma finanstır. Sistem içinde bu büyümeyi ve küçülmeyi kontrol edecek mekanizmalar oldukça sınırlıdır. Sistem kendi haline bırakıldığında küçülmenin nerede sonlanacağını öngörmek mümkün değildir. Yani dengeleyici güçler yerine, mevcut eğilimler birbirini güçlendirerek aynı yönde hareket eder. Bu şekilde, krizin veya genişlemenin etkileri kümülatif bir şekilde artar. Örneğin, bir kriz sonrası şirket iflasları, yeni iflaslara, artan işsizlik ve talep sorunun daha da büyümesine ve toplu işsizlik ve üretim düşüşlerine neden olur. Bunun geri dönüşleri oldukça zaman alır, milyonlarca insan bu süreçte ciddi düzeyde sorunlar yaşar.
(ii) Piyasanın kendi kendini düzeltme veya dengeleyici güçleri zayıf olduğundan bu, sermaye ve işgücünün kriz dönemleri dışında da optimal-altı bir şekilde kullanılmasına yol açar. Bu, piyasa kapitalizminin yapısal bir sorunudur. Keynes’in de dediği gibi: ekonomik sistem "belirgin bir iyileşme ya da tamamen çökme eğilimi göstermeden, önemli bir süre boyunca normalin altında bir aktivite durumunda kalma yeteneğine sahip gibi görünmektedir." Yani, iktisadi denge, sosyal optimumdan düşük bir patikaya yerleşir ve bu piyasa mekanizma ile düzeltilemez.
(iii) Tüm bu sebeplerden dolayı, yani piyasa mekanizmasının bu kontrolsüz ve koordinasyonsuz hali piyasalara devletin müdahalesini zorunlu kılar. Bu yüzden, her seferinde krizler sonrası sistemi korumak için yeni regülasyon döngüleri oluşuyor. Yani makro finansal dengeyi yeniden sağlamak, "piyasa" yerine yine devlete düşer. Global kriz sonrasında da olan buydu, yeni regülasyonlar (ABD’de Dodd-Frank yasaları gibi) ve kamunun ortalığı temizlemesi, devirler/kurtarmalar/para transferleri devlet tarafından sağlandı.
Sistem alternatiflerine dair
Neoliberalizmin yarattığı sorunlara dönük üç çeşit öngörü veya öneri olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, kapitalizmin bilinçsiz bir şekilde çökeceği ve belirsiz bir tür ikame sistem ile yer değiştireceği görüşüdür. İkincisi, neoliberal kapitalizmin, daha kabul edilebilir başka bir liberal kapitalizm türü ile reforme edilebileceği görüşüdür. Üçüncüsü, kapitalizmin, ekonomik ve sosyal organizasyonunun daha iyi bir biçimi olan başka bir ekonomi ve toplum biçimi tarafından aşılacağıdır, bu görüşte olanlar bazı sosyalizm türleri önermektedirler.
Kapitalizmin bir tür çöküşünü öngörenler kendini yok eden eğilimlerini öne çıkarıyorlar. Kendini yok eden eğilimler aşırı üretim, kâr oranının düşmesi, artan işsizlik ve yoksulluktur. Aynı zamanda, üretim potansiyelinin hızlı gelişiminin, yani yeni teknolojilerin iş gücünün yerini almasının da ciddi politik sorunlara neden olacağı bekleniliyor. M. Keynes, talep eksikliğinden kaynaklanan üretim düşüşünün kendiliğinden bir krize yol açacağını savunmuştu. K. Marx, kar oranındaki düşmeye vurgu yapıyordu ve J. Schumpeter sistemin zamanla teşebbüs gücünü kaybedeceğini, bununla da kapitalizmin sonu olacağını ve sistemin sosyalizme evrileceğini iddia ediyordu.
Fakat bu yaklaşıma şüphe ile bakanlar küresel sistemde önemli bir değişim olasılığını sorgulamaktadır. Ünlü iktisatçı Ha-Joon Chang’ın dediği gibi, "neoliberal rejimlerin sessizce çekilmesi için çok fazla para, çok fazla güç ve çok fazla entelektüel çaba gerekmektedir.” Benzer şekilde, diğer bazı yazarlar da, kapitalizmin içsel çelişkileri ile başka bir sosyal ve iktisadi formlara bürünmesinden ziyade, kalıcı bir belirsizlik ve belirlenememezlik aşamasına geçeceğini belirtiyorlar. Yani bu sürecin sonunu belirli bir sistem ile ikamesinden çok, neoliberal kapitalizmin sonu uzatılmış bir belirsizlik ve sosyal düzensizlik dönemi olarak tahmin ediyorlar.
Kabul edilebilir farklı kapitalizm biçimlerinin ortaya çıkacağını tahmin eden yazarlar ise onarılması gereken hataların olduğunu kabul etmektedirler. Neoliberal politikaların, 1980’lerden bu yana, eşitsizliği beslediğini, popülist demagogların yükselişini teşvik ettiğini, ırksal farklılıkları artırdığını ve iklim değişikliği gibi krizlerle başa çıkma yeteneğini kaybettiğini dile getirirler. Bu görüşte olanlar, genel olarak, alternatif yerel, toplumsal, kooperatif ve özerk toplum biçimlerini önermektedir. Burada, daha demokratik ve özerk bir sosyal organizasyon biçimi arayan insanlardan oluşan çeşitli gruplar bulunmaktadır; alternatif yerel öz-yönetim ve kendine yeterli ekonomi türleri tartışılmaktadır. Bu grupların temel amacı, küresel kapitalizmle birlikte var olan alternatif özerk ekonomik koordinasyon biçimlerini yenide tasarlamaktır.
Bu bağlamda, farklı mülkiyet formlarını aynı anda öneren yaklaşımlar da söz konusudur. Kamu mülkiyeti (merkezi, yerel veya devlet-kontrollü firma yapıları), sosyal mülkiyet (işçilere şirket yönetimlerine karar alma süreçlerine dahil olma, işçi kooperatifleri gibi ortaklıklar) ve geçici mülkiyet (dönemsel olarak firma karlarının belirli kamusal fonlara aktarılması, özellikle gençleri destekleyecek fonların oluşturulması gibi. Böyle bir sistem sermayenin toplumun daha geniş bir kesimi arasında dolaşmasına imkan verecektir. Bu tür alternatif mülkiyet biçimleri, firmalar içinde mülkiyet ve kontrolün yeniden yapılandırılmasına olanak sağlayarak daha adil ve sürdürülebilir bir ekonomik sisteme doğru ilerlemeye yardımcı olmaktadır. Bir tür piyasa ve devlet düalizminden çıkmayı amaçlamaktadır.
Ayrıca, ikinci görüş içinde ulus devletin güçlenmesini ve bu sayede ulusal ekonomiler üzerinde kontrol sağlamayı ve devlet odaklı Keynesyen politikaların benimsenmesini ilerletmek isteyen popülist siyasi hareketleri de saymak mümkün. Burada amaç, devletlerin karşılıklı bağımlı olduğu ancak egemenliği elinde bulundurduğu ve sınırlar üzerinde kontrol sağladığı bir yapı içinde hareket etmektir. Devletler, kendi sanayilerini ve vatandaşlarını refah devleti stratejileri aracılığıyla korumak için makroekonomik politikalar benimseyebilir. Bu devletçi formlar, piyasa rekabetçi yapısının, kolektif yönlendirme veya planlama biçimleriyle güçlendirilmesini veya değiştirilmesini hedeflemektedir. Çin’deki gelişmeler de bu tür bir meydan okumayı cesaretlendiriyor ve bu da devlet rehberliğinde kapitalizm üzerine bir odaklanma yaratıyor.
Diğer yandan, bu tür alternatif kapitalizm biçimlerinden ziyade kapitalizme alternatifler öneren görüşler de söz konusudur. Buradaki temel hedef de kapitalizmin yerine sosyalist mülkiyet ve güçlü merkezi bir planlama ikame etmektir. Örneğin, Erik Olin Wright, “özgürleştirici sosyalizm” ve "radikal demokratik eşitlikçilik" gibi güçlü bir argüman geliştirir. Ancak bu çalışma, bence bu haliyle oldukça spekülatif öneriler barındırmaktadır.
Tüm bu talep ve önerilerin, yani alternatif bir kapitalizm veya kapitalizme alternatif sistemlere dönük politikaları hayata geçirmek yeni bir siyasi güç ve strateji seti gerektirir. Fakat bunun için de günümüzde güçlü gelişmeler göremiyoruz. 21. yüzyılın başlarında, Avrupa Birliği’nde sosyal demokrat partiler zayıf bir ilerleme gösterdiler; 2019 yılında, en başarılı olanlar (Danimarka ve İspanya) yalnızca oyların yaklaşık dörtte birini aldılar. Dağınık protesto hareketlerinden başka, organize ve güçlü politik bir politik yapılanma söz konusu değil. Yine de Britanya’da J. Corbyn ve ABD’de B. Sanders gibi önemli sosyal destek görülen sosyal demokrat eğilimli politikacıların ortaya çıkması dikkate değer bir gelişmedir- ancak her ikisi de kurulu siyasi sınıflardan destek alamadı. Corbyn’in programındaki önerilerden bazıları dikkat çekicidir: temel gelir, şirket yönetim kurullarına işçi katılımı, daha fazla kamusal mülkiyet ve devlet bankaları. Corbyn döneminde İşçi Partisi, 2017’de 12.9 milyon oy (oy kullananların yaklaşık %40’ı) aldı, bu da alternatif politikalara önemli bir destek olduğunu gösterdi. Ancak, 2019 seçimlerinde önemli bir gerileme yaşadı ve K. Starmer’ın liderliğindeki İşçi Partisi tarafından dışlandı.
Liberalizmi bu kadar yaygın ve vazgeçilmez kılan şey düşünsel hegemonyasıdır. Bu kırıldığında biriken sorunları çözmenin çok daha kolay olacağını düşünüyorum. Liberal düşünürler bizi formel eşitlik ile özgürlüğün aynı şey olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Oysa özgürlükten umulan şey insanın kendisini gerçekleştirme kapasitesidir. Formel eşitliği, özgürlüğün payandasına çevirmek bir aldatmacadır. Politik demokrasi iktisadi eşitlik içermediği müddetçe demokrasinin kendisini de zayıflatır. Piyasa fundamentalizmi, liberallerin hep karşıt olduklarını iddia ettikleri devletin totaliter diğer bir formundan başka bir şey değildir; her alana, her hücreye yayılmakta, her şeyi kontrol etmek istemektedir ve her sosyal olanı metalaştırmaktadır. Bu yüzden, sadece mevcut sistemi eleştirmek yerine, piyasa emperyalizmi yerine adil ve etkin alternatif sistemler üzerine daha fazla düşünmek zorundayız.
Kaynak:Kısa Dalga - Prof. Dr. Ensar Yılmaz
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.