AHMET ÜMİT: "BİZDE SOFİSTİKE CİNAYETLERİ DEVLET VE ÖRGÜTLER İŞLER"

AHMET ÜMİT: "BİZDE SOFİSTİKE CİNAYETLERİ DEVLET VE ÖRGÜTLER İŞLER"
Yazar Ahmet Ümit’in, 1996’da yayınlanan Sis ve Gece kitabı, polisiye edebiyatın önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Sis ve Gece, 25. yılında yeniden basılırken Ahmet Ümit, aradan geçen çeyrek asırlık dönemde edebiyatta ve ülkede yaşanan değişimleri, siyasal İslam’ın ve devletin geldiği noktayı, son kitabı Kayıp Tanrılar Ülkesi’ni, hayata ve aşka dair görüşlerini Kemal Göktaş ile konuştu.


PODCASTİ DİNLEMEK İÇİN PLAY'E TIKLAYIN




Türkiye'nin önemli bir edebiyatçısıyla, Ahmet Ümit'le birlikteyiz.  Ahmet Ümit, polisiye yazınında Türkiye'nin en önemli yazarlarından biri. Sis ve Gece Ahmet Ümit'in en önemli kitaplarından biri ve 25. yaşını kutluyor. 

Ahmet Bey, Sis ve Gece 90’lı yıllar Türkiyesi'ni anlatıyordu. 90’lı yıllar Türkiyesi'nden devlet ve toplum ilişkileri, devlet ve birey ilişkilerine dair kesitler sunuyordu. Aradan çeyrek asır geçti. Ne değişti, Türkiye'de devlet ve toplum ilişkileri açısından? 90’lı yıllarla kıyasladığımızda ne söylemek istersiniz? 

Aslında çok değişen bir şey yok. Baştan beri hem Türkiye toplumunda hem de devlette var ceberrut devlet geleneği var. Yani, devletin toplumdan daha önemli olması, devletin kutsal sayılması anlayışı. Ben Sis ve Gece’yi yazarken de vardı, şimdi de var. O zaman da devlet katında çatışan gruplar farklıydı. Şimdi çatışan, işbirliği içine giren gruplar farklı.  Ama en başından beri, Osmanlı'dan beri, hatta Osmanlı’yı da bırakalım, bu topraklarda yaşamış olan Hititler, Roma, Doğu Roma'dan beri aslında devletin, devleti yönetenlerin kutsal olduğu bir olumsuz anlayış ve olumsuz geleneğin varlığından söz edebiliriz.   Şöyle ki, Hititler’de krallar öldükten sonra Tanrı olacaklarına inanıyorlardı. Bu da aslında kendi halklarını yönetmek için en önemli yollardan biriydi. Çünkü kutsal olanlar emir aldıklarını, dolayısıyla kendilerinin yarı kutsal olduğunu, öldüklerinde kutsala karışacaklarına inanıyorlardı. Roma döneminde de aynı şekilde gerek pagan dönemde gerekse Hristiyanlık döneminde kutsaldan emir aldıklarını, hatta bir kısım imparatorlar öldükten sonra Tanrı olacaklarını söylüyorlardı.   Osmanlı’da da “zilluhlah" dediğimiz şey vardı. Allah’ın yer yüzündeki gölgesi diye tanımlıyorlardı.  O dönemin devleti padişah, kral ya da imparator sayıldığı için… Daha sonra da devam etti. İttihat Terakki döneminde güya buna karşı mücadele edildi. Yani Fransız devrimi örnek alınarak yurttaşlar yaratıldı, devletin kutsal olmadığı anlatılmaya başlandı. Mustafa Kemal Atatürk'ün yapmaya çalıştığı şey tam da vatandaşlar, yurttaşlar yaratmaktı fakat değişen bir şey olmadı. Yani halkın anlayışında aslında gelen herkes bir şekilde kutsal yönetici… Yani Cumhurbaşkanı da olsa fark etmiyordu, kutsal yönetici olmaya devam etti ve bunlarda devlet hep yüceltildi. Devlet kutsaldı. Devlet yaşarsa toplum yaşar dendi. Oysa devlet, bilindiği üzere bir araçtır. Tıpkı bir otomobil gibi, cep telefonu gibi insanların hizmetinde bir araçtır. Belli bir dönemde ortaya çıkmıştır belki de belli dönemde sadece belediye işlerini gören bir hale dönecektir. Umarım öyle olacaktır ilerde…  

Şimdi devlet içinde başka bir ittifak var. Sis ve Gece’de devletin içindeki iki grup çatışıyordu. Bunlar askerler ve sivillerdi o dönem için.  Bugün devletin içinde bambaşka bir ittifak söz konusu. Siyasal İslam’dan gelen bir grupla eski derin devlet uzlaşmış durumda. Bunun politik figürü olarak da mesela Doğu Perinçek ve onun partisi ile AKP'yi ya da MHP'yi söyleyebiliriz, görünür kısmında.

Aslında o derin devlet ya da devlete duyulan saygı, yöneticinin ülkeyi yöneten kişinin kutsallaştırılması meselesi maalesef devam ediyor ve bunun öteki tarafında kul kültürü var. Kul kültürü de maalesef devam ediyor. Sanırım ülkemizde bu kul kültürü ve bu devletin kutsiyeti yıkılmadan bir demokrasiye geçiş meselesi ya da demokrasiyi kurma meselesi biraz zor olacak.  

SİYASAL İSLAM DÜŞÜNCESİNDEN DEMOKRATİK YAPI ÇIKMA İHTİMALİ ZOR

Aslında çok da farklı bir 25 yıl geçirdik. AKP iktidara geldiğinde belli kesimlerin desteğini aldı. Liberallerin, demokratların, hatta bazı sosyalistlerin desteğini aldı. Sonrasında giderek otoriterleşti ve de bahsettiğiniz bir ittifakla birlikte bugün artık otoriter bir yönetim dememizde hiçbir mahsur yok. Bu geçen süreç Türkiye'nin demokrasisi adına ya da Cumhuriyet adına size neler hissettirdi? Çünkü bugün birçok aydın, birçok entelektüel yanıldıklarını söylüyorlar AKP adına ve toplum da onlara pek hoş gözle bakmıyor. Birçok farklı bir süreçten geçtik. Burada dönüp hani bir Türkiye'de aydın olarak baktığınızda ne tür bir muhasebe yapıyorsunuz? Yani biz toplum olarak Türkiye olarak ya da nerede hata yaptık olan yanlış gördükleri ıskaladık?

Öncelikle ben şunu söyleyebilirim ki siyasal İslam düşüncesinden demokratik bir yapının çıkma ihtimali son derece zor. İmkânsız demiyorum ama çok zor. Başından beri de inandırıcılıkları yoktu. Gerçekten de bir dönem işte muhafazakâr demokrat diye tanımladılar kendilerini ve bir takım demokratik dönüşümlere de giriştiler ama özünde altta her zaman siyasal İslam'dan gelen insanlar bunlar. Ben 12 yıl öncesinden tanıyorum. Akıncılar… Yani ben 61 yaşındayım. Tayyip Erdoğan ya da Abdullah Gül 5 yaş falan bizden büyüktü. Aslında onların en büyük kurtarıcısı 12 Eylül darbesiydi. 12 Eylül öncesinde çok daha aktif yapıları yoktu. Dine dayanıyorlardı ama devrimci gençler ve ülkücüler gibi aktif olmadılar ve bir bedel ödemediler. Ülkücüler de bir bedel ödedi. Bunu da söyleyebiliriz. Çünkü ciddi ilan edilmemiş bir savaş vardı. Fakat bu işten en az zararla çıkan bunlar oldu.  12 Eylül’de Amerika'nın yeşil kuşak stratejisi ve palazlandırılması da Amerika'nın yeşil kuşak stratejisini yarattı.   Bizim sorunumuz neydi? Şunu çok somut gördüm. Yani 12 Eylül öncesinde gecekondu bölgeleri, yoksul bölgelerin hepsi sol partilerin oy depolarıydı. 12 Eylül sonrasında yoksullarla bağlarımızı kaybettik. 12 Eylül döneminin yoğun terörü, acımasız terörü, sol üzerindeki terörü de bunda çok etkili oldu. Ama ardından Sovyetler’in yıkılması bizim o yoksul insanlarla bağımızı kopardı. Bu insanlar yoksul insanlarla bağ kurmaya başladılar. Belediyeler aracılığıyla bağ kurmaya başladılar. Bence bizim kaybettiğimiz yer orasıydı. O dönemde sosyal demokratların üç ayrı partiye bölünmüş olması bunda çok etkili oldu ve bir tür popülist politikalarla AKP bir rüzgâr yakaladı. Dünyadaki para politikalarının elverişliliği de bunu fırsat verdi ve belki de Avrupa Birliği’ne girme hayalleri ile beraber bir dönüşüm yaşama ihtimali zayıf da olsa (ortaya çıktı). Ama Avrupa Birliği'nin de burada ikiyüzlü davrandığını aslında hiçbir zaman demokratlara sahip çıkmadığını görüyoruz. Kendi adıma baktığım zaman yapılan yanlışın bu olduğunu düşünüyorum. 

Kayıp Tanrılar Ülkesi kitabınıza geçmiş istiyorum, son kitabınız. Bergama - Berlin hattında geçiyor. Kitabınızı polisiye edebiyat açısından nasıl bir yerde konumlandırıyorsunuz?

Daha önce iki farklı romanda yaptığım kullandığım kurgu yahut kullandığım malzemeyi bu romanda birlikte kullandım. Bir tanesi sizin andığınız Patasana romanı. Bir tarafta tabletler vardı, yani günümüzden 3000 küsur yıl önce bir Hititli yazmanın yazdığı tabletler, bir tarafta da günümüzde Antep'teki Kargamış kentindeki bir kazı… Bu iki bölüm, bir yandan günümüzdeki bir hikaye, cinayet olayları, bir yandan da 3 bin yıl önceki Hitit yazmanı tabletleri vardı. Bunu Kayıp Tanrılar Ülkesi’ne de yapıyorum. Yani bir yandan Berlin'de süren bir cinayet soruşturması ama diğer yandan da antik Yunan tanrılarının en güçlüsü Zeus'un ağzından bizim Zeus Altarı’nın hikayesini anlatıyorum. Kar Kokusu romanında mekânımız Moskova, yani yabancı bir şehirdi. Burada da yabancı bir şehir var. Olay Berlin'de geçiyor… Türkiye 1878 yılında Bergama'da Antik Yunan'ın 8.  harikası olan Pergamon Altarı'nın Berlin'e götürülmesi hikayesi ve bundan 60 yıl önce bu yıl Türkiye'den işçilerin Almanya'ya gitmesi.  İki farklı romanda iki özelliği bir tek romanda birleştirmiş oldum.   Berlin kültürünü anlattım. Yaşayan insanları anlattım. Neonazileri anlattım, Berlin'in çok kültürlü yapısını ve bir özgürlük havası yarattığını, oradaki Türkleri anlattım. Bu anlamda farklı bir roman olduğundan söz edebiliriz.

Romandan bazı cümleler aldım, o cümleler üzerinden sorular sormak istiyorum. Romanda şöyle diyor Yıldız Başkomiser’in ortağı Tobias soruyor: "İnsan sevdiğini öldürür mü?" Yıldız Başkomiser de diyor ki "Öldürür, hatta öldürülenlerin çoğu sevdiklerinin eliyle can verir." Bu insanlık trajedisi herhalde değil mi? Yani en çok sevdiklerinin eliyle öldürülmek.

Evet, bir kere bu tespiti ben yapmıyorum. Bütün cinayet masalarına giderseniz, gerçekten de katil mutlaka maktulün tanıdığı biridir ve çok yakınında olan biridir.  Çoğunlukla da sevdikleridir. Evet böyle birşey var. Diğer yandan söylediğiniz gibi insanların trajik yapısı ya da insanın doğası gereği böyle bir özelliğimiz var. Yani aşk dediğimiz şeyin iki rengi var. Bir tanesi kırmızı tutku, diğeri siyah ölüm. Yani ve bizde çok maalesef çok yaygın, tabii dünyada da elbette var. Koca ‘Carmen' diye bir figür vardır mesela. Yani bir kadına âşık olmak, o kadının kötücül olması gibi... Aşkın iki tarafını görebiliyoruz. İnsan tuhaf bir yaratık, garip bir yaratık. İyilik ve kötülüğü bir arada taşıyan bir mahluğuz biz, yani böyle bir varlığız. Ve bizi galiba var eden de bu. Yani işin enteresan tarafı. Çünkü sadece salt iyilikten ibaret bir insanın mutlu olmayacağını açıkçası düşünüyorum. Bu konuda Yevgeni Zamyetin 'Biz' diye bir roman yazmıştı. 1884'den önceki romandan söz ediyorum, Orwell'dan önce...  Aslında Orwell'ı da etkileyen bir romandır bu, Sovyet toplumunu anlatmaktadır. Salt iyilik insana özgü bir şey değil ama iyilik için mücadele etmek çok kıymetli bir şey. Yani güzellik için mücadele etmek çok kıymetli bir şey. Çünkü iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, yaratıcılık ve yıkıcılık, bunların hepsi içimizde var. İnsanı insan yapan ya da insan ruhundaki çatışmayı yaratan veya toplumdaki çatışmayı yaratanın da bu olduğunu düşünüyorum. Bu ikisinin çatışması ve olumlu değerlerler için mücadele etmek çok anlamlı.

"Ne güzel bulanmadan, donmadan akmak ne hoş" diye bir şiiri vardır Mevlâna’nın. Buna katılmıyorum. Daha doğrusu birinci bölümüne katılmıyorum, ikinci bölümüne katılıyorum. Akmak önemlidir. Akarsan temiz kalma ihtimali vardır ama hep temiz kalma ihtimalimiz asla yoktur. Yaşayan mutlaka kirlenir, o kirlenme içinde temizi özlemek ve temiz için çabalamak kıymetlidir.


Aşk ile ilgili iki cümle almıştım, siz biraz değindiniz ama… Biri yine Yıldız’ın ortağından geliyor: “Aşk ümit etmekten başka nedir ki değil mi, şef?” diye soruyor ve diğeri de Yıldız’dan geliyor. “Her aşk bir gün biter.” Bu aşka dair umudu da biraz azaltmıyor mu? Bitmeyecek aşk yok mu sizce?

Yok, bence yok. Çünkü, aşkın doğası bu. O yüzden çekici, o yüzden yakıcı. Çok sıkıştırılmış, yoğunlaştırılmış bir sevgiden söz ediyoruz ve yanılsamalarla dolu. Birini görüyoruz ve o gördüğümüz insan dünyanın en güzel insanı, en iyi insanı, en akıllı insanı, en erdemli insanı, bizi en derinden etkileyen insanı...Bütün bu anlamları yüklüyoruz...Gerçek olması mümkün değil. Böyle biri yok dünyada. Ancak toplumsal gerçekçi romanlarda sosyalist kahramanlar böyleydi. Gerçekte böyle kahramanlar yok, hayat böyle değil. Hepimizin içinde iyi ve kötü, yüce ve aşağı olan, korkak ve kahraman, hepsi birlikte var ve aşık olduğunuz insan bir süre sonra anlıyorsunuz ki evet, iyi bir insan ama öyle değil... Zaten çoğunlukla iyi diye âşık olmuyoruz, kötü diye âşık oluyoruz, daha cazip geliyor bize. O bizi çekiyor. İyiyi severiz ama kötüye ya da anlayamadığımıza, yıkıcı olana aşık oluruz. Aşkın doğasını böyle tanımlamak lazım. 

Sevgi başka bir şey. Ama yanlış anlaşılmasın, aşkın yerini sevgiyi koymuyorum. Bunlar birbirini ikame edemezler. Aşk önemli bir duygudur ve mutlaka yaşanması lazım ve yaşarız. Herkes kendince yaşar ve çok büyük bir yıkım sonunda yaşarız. Çünkü öyle olmak zorundadır. Çünkü ümit ettiğimiz şey aslında imkânsız olandır. Yani Nazım'ın çok güzel bir dizesi var. 'Ben sende imkânsız olanı ümit ediyorum.' İmkânsız olan da bu işte.  Ruh ikizi diyoruz ya, ruh ikizi filan yok, uydurma...Her insan farklıdır, biriciktir ama biz bunu hayal edebiliriz ve bu hayal ettiğimize inandığımız zaman buna aşk diyoruz. Buna inandığımız süre boyunca geçen döneme aşk diyoruz. Sonra hakikati görüyoruz ve aşk bitiyor. Eğer şanslıysak ya da şansızsak, onu bilmiyorum, değerlendirmek lazım; bu sevgiye dönüşüyor. Ama artık eski coşkular, tutkular, onun gözüne baktığımızda elimizin ayağımızın titremesi, konuşamama durumlarının hepsi kalkıyor artık.  Son derece iyilik üzerine kurulu, son derece karşılıklı özveriye dayanan bir şeye dönüşüyor. Yani bu anlamda Cengiz Aytmatov'un Selvi Boylum Al Yazmalım'ın sonunda, Asya ayrılır ve iyi olanı seçer ve 'sevgi emektir' der.  Bu doğrudur. Ama bu aşk değildir ve Asya'nın aklı her zaman şoförde, İlyas’ta kalacaktır mutlaka. Çünkü şoföre aşıktır, yarıda kalan bir şeydir. Ama öteki ile de çocuğunu büyütecek bir baba bulmuştur, mantıklı olanı seçmiştir. Ama mantıklı olmak onu mutlu edecek midir, onu bilmiyorum. Çünkü aklında hep o âşık olduğu adam kalacaktır. İnsanın yapısı budur, yazgısı budur.

Genelde aşk, sevgi meseleleri tartışılırken aşkın hiyerarşik olarak sevgiden daha üstte olduğunu düşünürüz. Böyle bir hiyerarşi kuruyor musunuz siz de yoksa farklı mı değerlendirmek lazım?

Böyle bir hiyerarşi kurmuyorum elbette çünkü bu sarhoşluk ve ayıkken, hangisi daha iyidir durumuna benziyor. İkisi de gereklidir. Sarhoş olduğum zamanları düşünüyorum ve çok güzel anlar hatırlıyorum. Çok kötü anları da hatırlıyorum. Ayık olduğum zamanlarda da güzel anlar ve kötü anlar hatırlıyorum. Ayık iken 'keşke şimdi sarhoş olsaydım' dediğim anları hatırlıyorum. Çok sarhoş olduğum zamanlarda 'keşke ayık' dediğim anları…Bunları farklı farklı ele almak lazım. Dediğim gibi birini ikame etmenin doğru olmadığına inanıyorum. Ama şu çok önemli bence: Herkesin mutlaka bu aşkı yaşaması lazım. Şarkıda 'yeter ki onursuz olmasın aşk' diyor ama öyle bir şey yok. Aşk onursuzdur, çünkü aşk tutkuların aklımızı ele geçirmesidir. O derece büyür. Yunus Emre'nin lafı var, "Âşık olan ar-ı namusu neyler." Yani en büyük şey aşktır. Aşkın aşktan başka anlamı, manası yoktur. Sevmek Zamanı filminde Metin Erksan, bunu çok güzel anlatır. Bunu ben sevgiden daha üstün tutmuyorum açıkçası. Bu bir olgudur hayatımızda...Bu da yaşanacaktır, sevgi de yaşanacaktır. İnsan aşkı kaybedebilir ve âşık olmadan yaşayabilir ama sevgisiz çok daha büyük travmalar yaşayabileceğini söyleyebilirim. Sadece bunu söyleyebilirim.

Romanda "Bizim Türkiyelilerden böyle sofistike cinayetler çıkmaz" diyor Başkomiser Yıldız, "Sen de yıllardır bu işin içindesin. Eminim bizimkilerin işlediği cinayetlerle karşılaşmışsındır. Böyle inceden inceye tezgâh kurmazlar, çeker, vururlar, saklamayı falan da akıllarına getirmezler. Yani genel olarak diyorum" diye ekliyor. "Çünkü ya anlık bir öfkeyle öldürürler ya da namuslarına halel geldiğinde…" Kahramanınızın bu sözlerine katılıyor musunuz?

Tabii katılıyorum. Çünkü Türkiye'de işlenen cinayetleri inceledim. Bizde sofistike cinayeti devletler ya da örgütler işler. Bireylerin derinden derine düşünüp, inceden inceye düşünüp sofistike cinayetler işlemesi son derece azdır, neredeyse yok denecek kadar azdır. Bu da konuşmamızın başında söylediğimiz, insanların birey olmamasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Seri katil vakasının bizde az görülmesinin nedeni de budur. Birey olamadıkları için de yani ya örgüt adına ya da devlet adına, daha çok devlet adına bunlar yapılır. Pek çok cinayet var, 12 Eylül öncesini de biliyoruz, 12 Eylül sırasını da biliyoruz, 12 Eylül'den sonra devletin işlediği cinayetleri biliyoruz. Bu sofistike cinayetleri onlar yapıyor. Son dönemlerde şüpheli Suruç'taki katliam ve benzerlerinde bunları sayabiliriz. Ama bir bireyin çıkıp inceden inceye tasarladığı müthiş, korkunç, tüylerimizi diken diken edecek ve büyük bir sarsıntı yapacak cinayetler bizde maalesef çok fazla yok. Buna çok inanıyorum.

Buradaki 'maalesef’i biraz açmak gerekiyor. Bizde seri katil çıkmaması, sofistike cinayetler işlenmemesi niye hayıflanacak bir şey oluyor?

Bu hayıflanacak bir şey değil açıkçası doğru, ama diğer yandan ülkenin gelişmesi açısından ya da bireyin gelişmesi açısından, sosyal psikoloji açısından bir ölçüt olabilir. Çünkü Batı'daki bireyde aynı zamanda bireyselleşme, aynı zamanda yalnızlaşma ve yabancılaşma oluyor. Kafka, Gregor Samsa'yı bir sabah böcek olarak yarattı ama Yaşar Kemal İnce Memed'i her zaman halkın haklarını savunan biri olarak ortaya çıkardı. Aslında buradaki bakış açısı tümüyle bu. Yani bir tanesi halkla beraber, hala umudu var bir şeyler yapmaya çalışıyor. Kafka ise Avusturya Macaristan İmparatorluğunda yaşayan bir Yahudi yazar ve kendisini o kadar yabancılaşmış ve yalnızlaşmış hissediyor ki, bir sabah böcek olacak bir kahraman yaratıyor. Aradaki mesele tümüyle bu. Yani bir tarafta bireyler ortaya çıkıyor... O yüzden de bizde büyük ayaklanmalar, büyük devrimler olmuyor. Yani bununla ilgili biraz. Yani neden bizde büyük devrimler yok? Mustafa Kemal Atatürk yahut İttihatçılar, Kuvayı Milliyeciler bir ulusal kurtuluş devrimi gerçekleştiriyorlar. Fransız devrimine yönelik reformlar gerçekleştiriyor falan ama bu devrim olduğu anda bile yani 24 Temmuz'da 1908'de, Tarlabaşı'nda, bugünkü Meşrutiyet Caddesi'nde bir yürüyüş yapıyorlar ve Abdülhamid'in yetkileri elinden alınmış ve parlamento açılacak olmasına karşın "Padişahım çok yaşa" diyen bir halktan bahsediyoruz. Bu aynı zamanda bununla ilgili, birey olamama ile ilgili, bireyliği en uçta yaşamama ile ilgili... O anlamda bir maalesef'ten söz edebiliriz yoksa 'aman seri katiller ne güzel insanları öldürüyorlar, bu şahane bir şey' diye bir anlam çıkarılmaz tabii.

Kitapta şöyle bir cümle var: "Türkiye Komünist Partisi kendini fesh etti. Sovyetler Birliği dağılınca onlar da dağıldı." Bu dağılma sizde nasıl bir etki yarattı? Siz Moskova'da yaşadınız tam da yıkılmadan önce. Tam da yıkılmadan önce biraz sınırlı, kısıtlı bir hayatınız olmuş ama yine de gözleme şansınız olmuştur. Sosyalizmle ilgili ne düşünüyorsunuz? Sosyalizme inancınız sürüyor mu? Ya da nasıl bir sosyalizm?

Aslında şöyle diyelim, Sovyetler Birliği’ne gittiğimde 25 yaşındaydım. Türkiye’de askeri diktatörlük vardı ve ben sahte pasaportla gittim. Yani bir savaşçı olarak, açık konuşmak gerekirse, böyle gittim, o duygularla gittim.  Gördüğüm şey gerçekten benim için hayal kırıklığıydı. Kafamdaki sosyalizm, uğruna dövüştüğüm sosyalizm, arkadaşlarımın uğruna öldüğü sosyalizm böyle değildi. Bunu Sovyetler Birliği Komünist Partisi de görmüştü ve "27. kongre olacak ve 27. kongre ile beraber biz tekrar sosyalizme döneceğiz. Daha iyi bir toplum, daha eşit, hayallerimizdeki, ideallerimizdeki gibi bir toplum yaratacağız' diyorlardı. Fakat bu gerçekleşmedi. Neden gerçekleşmedi? Bana sorarsanız pek çok neden ileri sürebiliriz. Kapitalizmin yeterince gelişmemiş olması Rusya'da, sosyalizmin böyle bir yapının üzerine kuruluyor olması, aslında beklenen sosyalizmin Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde kurulacak olması ve bunun ancak sosyalizmi gerçekleştirebileceği... Teoride böyle diyordu, Marks böyle söylüyordu çünkü... Pek çok neden söyleyebiliriz ama ben daha başka bir neden olduğunu düşünüyorum açıkçası. O da insan doğası… Yani reel sosyalizm; gerek Sovyet sosyalizmi, gerek Çin sosyalizmi, gerek Arnavutluk sosyalizmi insan doğasına uygun değil. Çünkü o insan doğası iyi diye tanımlanıyordu. "İnsan doğası iyidir ve tarih de hep ileriye doğru ve olumlu akar..." Böyle değil aslında. İnsan doğası iyi ve kötünün buluşması, biraz önce söylediğim gibi...Eğer iyiyi beslersek, iyi eğitim olursa, her şey iyi düzenlenirse veya öznel etmen dediğimiz, yani ilerleme sürecinin öznel etmenleri dediğimiz sivil toplum örgütleri, partiler, olumlu kültürden bahsediyorum, olursa bu ileriye doğru dönebilirdi ama bu dönmedi. Çünkü bu tek bir ülke. Rusya da bizim gibi orası da maalesef, bir süre sonra despotik Stalin ortaya çıktı ve Stalin'le beraber parti diktatörlüğü, buna uygundu. Zaten her şey tersine dönmeye başladı ve iş yürümemeye başladı.  Pek çok nedenleri var ama bana sorarsanız insan doğası...

Sosyalizme inanıyor muyum? Adına ister sosyalizm diyelim ister başka bir şey diyelim, insanlığın daha iyi bir toplum (dünya demeyeyim çünkü doğaya bulaştıkça, doğayı öldürüyoruz) yaratma idealine inanıyorum ama burada merkezde insan olmamalı artık bence. Merkezde doğa olmalı. Doğadaki bütün canlılar olmalı. İnsan kendini çok önemsediği için... Dinlerde bu vardı, maalesef sosyalizmde de bu var. Dinlerde insan eşrefi mahlukattır. Bütün dinler yeryüzünün insan için yaratıldığını söyler. Sosyalizmde de 'biz yarattık, doğayı, denizleri değiştireceğiz ve dönüştüreceğiz...’ Bunların ikisi de aynı kapıya çıktı. Bence insan yeni bir toplum kurabilir, daha güzel, daha özgür, savaşın, sömürünün olmadığı, insanların kendini gerçekleştirebileceği bir toplum kurulabilir ve bunun için çalışmak lazım. Aksi takdirde yeryüzü sadece toplumlar, insanlık değil, bütün yeryüzünü yok etme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Sadece yeryüzü değil, dünyanın çevresindeki uzayı da mahvettik, bir metal yığınına dönüştürdük. Çok ciddi olarak bu bir gereklilik ve bu gerekliliği sadece ilericiler, solcular, işte çalışan sınıflar falan değil, bence artık yönetenler de anlayacak. Çünkü ölüme gidiyor dünya. İşte bu Covid meselesi çok iyi bir örnektir. Kuzey'de, Batı'da kendi güzel şehirlerimizde yaşarız, ötekiler de ölsün, canları çıksın diye bir şey yok. Dünya çok küçük ve bir yerde çıkan bir virüs bütün hayatı esir alabiliyor. Dolayısıyla dünyanın daha iyi olması gerekiyor. İnsanın daha iyi olması gerekiyor. Toplumların daha iyi olması gerekiyor. Bunun için mücadele etmek gerekiyor. Bunun adına sosyalizm mi deriz, yeşil dünya mı deriz, güneş ülkesi mi deriz, doğa ülkesi mi deriz, bunu bilmiyorum ama bu olacak.

Bence sosyalizmin en önemli yanlışlarından bir tanesi şuydu: 'İnsanın barınma, beslenme gibi sorunlarını karşılarsak, temel ihtiyaçlarını karşılarsak insan iyi olur.' Hayır, insan son derece karmaşık bir mahluktur.  Karşılanan her gereksinim yeni gereksinimleri doğurur. Bunu Marx söylemiştir. Marx'a ait bir söz ama bu psikolojik olarak anlaşılmadı. Yıllar sonra biz anlıyoruz. Marx'ı eleştirmek için söylemiyorum. Yani insanın psikolojisinin karmaşık olduğunu, çok daha sonra anlıyoruz. Zaten Freud da biraz Marx'dan sonra gelmişti biliyorsunuz.

Kitabınızda da Freudyen bir cümle var: "Babasız çocuklar Tanrı'ya sığınırlar" Bu cümlenin buraya kadar belki ayrı bir analiz gerektirir. Bundan sonrası ayrı bir analiz gerektirir belki. 'Ama o Tanrı olmayı seçmiş.' Kitabı da özetleyen bir cümle... Marx'ın 'halkın afyonudur' cümlesini çağrıştırıyor. Tam da dindarlık, İslamcılık ve memleket meseleleri konuştuğumuz bir ortamda, bunu biraz açmak ister misiniz?  İnsanların dinle ilişkisi ve belki de daha iyi bir dünyayı arzulayanlar'ın buna nasıl yaklaşması gerektiğine dair...

Aslında bu metaforu büyütelim, insanı düşünelim: İnsan yeryüzünde birdenbire bir bilinçle var olmaya başladığında, düşünmeye başlıyor. 'Ben kimim, doğa nedir, nereden geldim?" Ve sonra kavrıyor, kavradıkça, öğrendikçe rahatlayacağına daha çok rahatsız oluyor. Çünkü anlıyor ki, karanlığın ortasında bir gezegende ve ne olacağı belli olmayan bir güvensiz bir ortamda yaşıyor. Çok güvenli bir ortam değil ve bu güvensiz ortam onun hayata dair birtakım psikolojik güvenceler yaratmasına neden oluyor. Onu koruyacak bir varlık, onun hakkında iyi senaryolar yazacak bir varlık ya da önce varlıklar, pek çok Tanrı vardı. Sonra bu varlıklar soyutlama yükseliyor ve bir tek varlığa dönüşüyor. Günümüzdeki tek Tanrı'ya dönüşüyor ve o Tanrı'ya biz dua ediyoruz, onun için ibadet ediyoruz ve onun bizi bu iyiliklerimiz karşısında bizi korumasını diliyoruz. Hem bu dünyada korumasını diliyoruz hem de gelecekteki cennetin, öldükten sonra, hayatımız bittikten sonra bizi cennetine almasını planlıyoruz. Burada son derece edilgen bir tavır var. Burada babasız çocuklar, yani kimsesiz kalmış, hiçbir şeyi yok çocuğun, onu koruyabilecek bir tek ülke var bu kültürde: O da Tanrı'dır. Yani ona sığındığı zaman o seni korumalıdır. Çünkü ister havra, ister kilise, ister camiyi al, ister diğer dinlerin tapınakları, hepsi aslında bu kimsesiz çocuğu, aslında insanı korumak için vardır. O büyük tapınaklarda ayinler gerçekleştiririz ki babamız, o koruyucu olan, esirgeyici olan babamız bizi tehlikelerden koruyacak. Bu düşüncenin altında tam olarak bu vardır. Çünkü o çocuk pasiftir, o çocuk aktif değildir. O çocuk kendini koruyamaz. O çocuk ayakları üzerinde duramaz. Birine ihtiyacı vardır. Baba olmasa kim olacak? Tanrı olacak. Zaten sıralama da böyle. Ben kral'ı kaldırmış oldum: Tanrı, kral, baba. Sıralama böyle iniyor aşağı ataerkil toplumlarda.

Peki cümlenin ikinci bölümde geçen, tanrı olmayı seçen birey nasıl bireydir?

Bu romandaki Tanrı'yı önce tanımlayayım: Zeus bu.  Çünkü tanrı olmayı seçmek çok farklı şekillerde oluyor.  Bence devrimciler de tanrıya sığınmak yerine tanrı olmayı seçiyorlar ama orada bir tanrı yok, kendileri dönüştürücüler. Diyorlar ki kader diye bir şey yoktur, bu kaderi biz dönüştürürüz. Ve bu kaderi dönüştürmek için böyle bir programımız var diyorlar. Temelinde ateist olmanın altında yatan neden de bu. Biz daha hayatı daha iyileştirsin, insanı özgür kılsın diye bir başka yüce varlığa, güçlü varlığa sığınmıyoruz, tam tersine kendi kollarımızla, aklımızla becerimizle kendimiz yaratıyoruz. Bu da başka bir seçim.  Bizim romandaki Tanrı Zeus. Çünkü örneğin Mevlâna da Tanrı olmayı seçiyor ama o içindeki tanrıyla bütünleşmeyi seçiyor. Dışarıda bir tanrı aramıyor, tanrıyla buluşmayı seçiyor. Ya da Şems 'ben hem rahimim, yani yaratırım hem cabbarım, yıkarım, bütün tanrısal özellikler bende var' diyor. O da bir tür tanrıyla buluşma ya da tanrı olmayı seçme... Ama bizim romandaki, Kayıp Tanrılar Ülkesinde'ki kahramanın Tanrı dediği simge olan Zeus, belki de tek Tanrı'ya en yakın pagan tanrılardan bir tanesi. Ama aynı zamanda insani özellikleri çok fazla var. O yüzden bunu biraz da böyle algılamak lazım. Ve Tanrı olmayı seçtiği için kendi kaderini değiştirmeye kalkıyor. Ama ne yazık ki başaramıyor. Çünkü seçtiği yol buna uygun değil.

Tanrı olmayı seçmek deyince aklıma şimdi geldi, ama daha önce düşünmemiştim. Başka bir roman çağrıştırdı bende. Mary Shelley'nin Frankeştayn'ı...Kızı öldükten sonra bu romanı yazar ve bir insan yaratır, doktor Frankeştayn, bir canlı yaratır ve orada da aslında insanın tanrıyı oynama meselesi gündeme gelir. Bu roman için çok enteresan. Mesela Dostoyevski bunun tam tersini yapar. Tanrı olmayı seçmek değil, bizim cümlemizin birinci bölümünü kabul eder: Tanrı'ya sığınmak. Ecinniler bununla biter. O yüzden de Batı'dan gelen sosyalizm düşüncelerinin, liberal düşüncelerinin hepsini şeytan işi olarak görür.

Önceki söyleşilerinize baktığımızda biraz Türkiye'deki polisiye edebiyata ya da sinemaya ilişkin eleştirileriniz daha öne çıkıyor. Olumlu örnekler var mı gördüğünüz? Çünkü Türkiyeli okur iyi polisiye okumakta sıkıntılı.

Aslında polisiye çok erken yazılmaya başladı bizde. İki tür polisiye kaynak vardır. Bir tanesi Kutsal Kitaplar'daki cinayetler, Kabil'in Habil'i öldürmesi gibi, Sofokles'in Kral Oidipus'u gibi, Şekspir'in Hamlet'i gibi. Diğer kaynak da Edgar Ellan Poe'nun Morgue Sokağı Cinayeti, 1841 yılında yazılmıştır. Kurgusal kaynak, edebi kaynak daha çok bu kabul edilir. Ahmet Mithat Efendi 1884'te, 40 yıl sonra Osmanlı'da 'Esrar-ı Cinayet' diye bir roman yazdı. Almanya'da yazılmamıştı zannederim o sıralar. İtalya'da polisiye roman yoktu. Fakat hep polisiye roman küçük görüldü. Dünya'da da küçümsendi, bizde de küçümsendi. Küçümsendiği için de hep dışlandı. Mesela iki büyük yazarımız Kemal Tahir, Peyami Safa polisiye yazdılar ama kendi isimlerini kullanmadılar. Bir tanesi Mike Hammer'i, birebir yazdı, diğeri Cingöz Recai'yi yazdı.  Kendi isimlerini kullanmadılar bu büyük yazarlar, çünkü polisiye romanı küçümsüyorlardı açıkçası. O nedenle de okur daha çok  batılı yazarlar okuyordu. Agatha Cristie, Sherlock Holmes okuyordu.  Açık konuşmak gerekirse 1996'da Sis ve Gece'den sonra beni yoğun bir şekilde okumaya başladılar. Yani şu anda ben Türkiye'de herhangi bir yabancı polisiye yazarından çok daha fazla okunan bir Türk yazarım. Bu çok çok önemli bir şey. Bu bir kırılma noktasıdır gerçekten.  Birinci baskısı 300 bin adet basılan kitaptan söz ediyoruz. Bu İngiltere'de de Almanya'da çok büyük rakamdır. Yani bir kitabın birinci baskısının 300 bin olması müthiş bir rakamdır.

Neden peki? Farkınız neydi diğer yazarlardan?

Farkım şuydu: Ben iyi polisiye, iyi edebiyattır dedim. Bunu sadece bir cümle olarak kullanmadım. Yazdığım her romanda bunu gerçekleştirmeye çalıştım. Biraz önce konuştuğumuz Sis ve Gece bir politik roman. Bu politik romanı yazarken en ince ayrıntısına kadar yazdım ve kendi kültürümüzden yola çıkarak yazdım. Yahut Patasana'da kendi tarihimizi yazdım. Elveda Güzel Vatanım'da İttihat ve Terakki'nin tarihini yazdım. Yani artık okur, hem dünya ölçüsünde bir kalitede entrikayla karşılaşıyordu ama aynı zamanda bizim insanlarımız konuşuyordu. Bizim polislerimiz, bizim suçlarımız, bizim katillerimiz orada yer alıyordu.  Bizim tarihimiz vardı.  Artık onlar Beyoğlu'nda, Gaziantep, Konya'da, Bergama'da dolaşıyorlardı. Bu aynı zamanda Avrupa ya da dünya ölçüsünde bir lezzet veriyordu onlara, bir kalite veriyordu. Böyle olunca beni yoğun bir şekilde okudu insanlar. Örnek verebilirim: Fransız romancı Jean-Christophe Grangé ile neredeyse kitaplarımız beraber yayınlanmaya başlamıştı. Onun kitapları benden daha çok okunuyordu. Yani bu dediğim olay 15 yıl öncâ falandı. Şimdi bu tümüyle tersine dönmeye başladı. Çünkü insanlar bu kitaplarda artık kendi kültürlerini buluyorlar. Aynı zamanda merakla bir hikâye okuyorlar, aynı zamanda o entrikaların peşinde koşuyorlar, aynı zamanda bir cinayeti çözmeye çalışıyorlar. O yüzden bu sayı artmaya başladı ve daha iyi bir şey de oldu. Benimle beraber açıkça konuşmak gerekirse, Celil Oker dostumuz vardı, maalesef vefat etti ve daha sonra şu anda pek çok polisiye roman yazarı çıktı. Daha önce insanlar polisiye yazmaya çekiniyorlardı.

Polisiye için edebiyatın piçi deniliyordu. Ben bunu da kabul ederek 'evet dedim, piçidir ama iyi polisiye iyi edebiyattır dedim. 

Ama benden önce bunu yapanlar vardı. Benden önce Umberto Eco, klasik anlamda Gülün Adı diye bir polisiye roman yazdı. Aslında çok büyük cesaret. James Joyce'dan sonra Samuel Beckett gibi insanlardan sonra çıktı ve klasik formda ve Sherlock Holmes'a da gönderme yaparak yazdı ve bu çok büyük ilgi gördü. Yani belki de Umberto Eco'yu sadece bir bilim insanı, Ortaçağ uzmanı bir tarihçi değil aynı zamanda bir yazar yaptı. Bence işin sırrı burada.

Sabah gazetesine 2017 yılında bir söyleşi vermişsiniz ve orada şöyle diyorsunuz: ‘Sadece iktidarı eleştirmekle muhalefet yapılmaz, doğru icraatların desteklenmesi gerekir. Bu ülke ne sadece iktidarın ne de muhalefetin, hepimiz aynı gemideyiz.’ Bu aynı gemi metaforunu hala savunuyor musunuz? Çünkü hakikaten birçok şeyin üstünü örten şey değil mi? Birçoğuyla aynı gemide değiliz. Mesela Rönesans Holding 210 milyon dolar olan yurt dışına çıkarmış, o benimle aynı gemide değil.  Ben istesem de o benimle aynı gemiye binmez zaten.

Doğru.

İktidar sahipleriyle de aynı gemide olmak pek olası görünmüyor. Biraz bu sınıfsal eşitsizliklerin, baskıların üstünü örten bir metafor değil mi gemi metaforu ve siz niye Sabah gazetesinde bunu söylediniz?

Tayyip Erdoğan özellikle Gezi olaylarından sonra, (Gezi olaylarına kadar bambaşka bir yüz vardı, bambaşka bir söylemi vardı) bir strateji değişikliğine gitti siyasette. O strateji değişikliği şuydu: Kamplaştırmak, bölmek… ‘Yüzde 50'yi evde zor tutuyorum’ sözünü ilk Gezi olayları sırasında kullandı ve bu strateji tuttu. Yani kendi kitlesini sürekli konsolide etti. Biz farklıyız, onlar farklı…Burada benim kullandığım cümle tümüyle bunu yıkmak içindi. Yani Tayyip Erdoğan'ın elinden bu silahı almak için kullandığım bir cümleydi bu. Onun dışında elbette haklısınız, yerden göğe kadar haklısınız. Aynı gemideyiz demek şu demek değil: Yani bu topraklarda hepimiz aynı sorumluluğa sahibiz, aynı fedakarlığa sahibiz, aynı payı alıyoruz anlamına gelmiyor ama bir cümleyi alıp böyle kullandığınız zaman bunlar çıkıyor. Benim tümüyle yapmaya çalıştığım şey, işte bu kamplaştırmayı ortadan kaldırmak, yok etmekti.

Bunu niye yaptığımı da söyleyeyim. Benim imza günlerimde her kesimden okur gelir. AKP'liler de vardır, ülkücüler de vardır, anarşistler de vardır, eşcinseller de vardır, zaten çoğunlukla solcular, laik kesim okur beni ama bu insanlar da vardır. Bunun nedeni şudur: Çünkü ben insanı anlatırım, insanı anlattığım için de herkes beni okur, ne olursa olsun. Çünkü şöyle yapmam, bir romanı, bir politik görüşün propagandası gibi düşünmem. Bunun romanı zayıflattığını ve aslında eğer bir ilerleme varsa, tırnak içinde, bu ilerlemeye de zarar verdiğini düşünürüm. Çünkü sanatın gücünü ortadan kaldırır. Sanatın gücünü ortadan kaldırmak ise kültürel, olumlu, kültür ilerlemesini engellemektir. Burada söylediğim şey, tümüyle bu stratejiye karşı, bu bölme parçalama ve buradan yükselme stratejisine karşı kullandığım bir şeydi ve orada kullandım.

İnsanlar diyor 'Sabah Gazetesi'ne niye röportaj verdin?'  Niye vermeyeyim? Her yerde konuşmamız gerekmiyor mu? Benim her yerde çıkıp anlatmam gerekmiyor mu? Nerede anlatacağım?  Kendi kendine propaganda yapan insanlar var. En muhalif benim diyen insanlar var. Şu an muhalefet aktif ve olumlu buluyorum, destekliyorum. Yürüyüşten itibaren, Kemal Kılıçdaroğlu'nun yürüyüşüne de katılmıştım akabinde. Yürüyüşten itibaren yükselmeye başladı ama o dönem muhalefetin pek de aktif olmadığını, pasif olduğunu da görebiliriz. Dolayısıyla burada söylediğim şeyin hepsine şu anda da katılırım ama bugün olsa aynı gemideyiz lafını kullanmam.

Sabah gazetesi siz ve sizin gibi ve aydınlarla böyle söyleşiler yaparak biraz istediğini elde etmeye yönelik sorularla, genel kabul gören cümleler aldı ve kullandı. Sabah gazetesini bir gazete olarak görmemiz ne kadar doğru bilmiyorum. Bir propaganda bültenine dönüşmüş durumda. Bugün yine aynı söyleşiyi verir misiniz?

Vermem.

Pişman mısınız?

Pişman değilim ama bugün vermem. Çünkü o gün bu kadar değildi. Bugün vermem, geldiğinde vermiyorum. Aradıklarında vermiyorum.

Vermekten dolayı bir pişmanlığınız var mı?

Hayır vermekten dolayı pişman değilim. O günün koşullarında yaptığım şey son derece doğruydu, çünkü dediğim gibi amacım oydu. Yani bunu kırmaktı bunu parçalamaktı. Bence AKP uzun yıllar bundan nemalandı ve bundan kazandı. Ama şimdi iş tersine döndü: Şu anda bu strateji tersine döndü ama o dönem kazanıyordu bundan. Şu anda ise kaybediyor. Neden kaybediyor? Çünkü öyle bir yere geldi ki artık bu yandaşlara elde edilen çıkarları, yandaşlarla paylaşmaya dönüştü ve bu halkın büyük kesiminde bir tepkiye yol açmaya başladı. Artık bölme stratejisi ters tepti ama o dönemler bölme stratejisi başarı sağlıyordu. Onları güçlendiriyordu. Benim bu konuşmayı vermem de burada konuşmam da bununla ilgiliydi.

Genel olarak sosyal medya hesabınıza, söyleşilerinize baktığımızda bir umut görüyoruz.  Umudun kaynakları neler?  Hangi dinamikler size ülkenin geleceği açısından umut veriyor.  Sadece anketler değildir herhalde...

Tabii, tabii...  Bence umut şu: Bakın, yani çok önemli bir şey yaşadık aslında biz. 20 yıl önce siyasal İslamcıların bir tezi vardı. O tez de şuydu: Cumhuriyet düşüncesi Türkiye'ye bir şey vermedi, Cumhuriyet düşüncesi tıkandı, bir yere geldi. Aslında bir anlamda demokratik bir Cumhuriyet olmaması nedeniyle bizler de solcular da böyle bir eleştiri getiriyorduk. Çünkü Cumhuriyetin demokratikleşmesi lazım ve demokratikleşmedi. Ama onlar Cumhuriyet gelmedi, onun yerine artık biz siyasal İslam'ın gerektirdiği bir politik yapıyı önermeye çalıştılar. Fakat bu 20 yıl, bunun tümüyle bir yıkım olduğunu bize gösterdi. Tümüyle bir iflas olduğunu, ülke için son derece yanlış bir politik seçim olduğunu bize gösterdi. En umut verici şey bu. Artık buradan yeni bir yapıya çıkmak mümkün. Buradan yeni bir Türkiye, Demokratik Türkiye'yi kurmak mümkün. Beni umutlu kılan şey bu. Ve tam da bugün halk kitlelerinin ekonomik refahını sağlayacak olan şey, böylesi bir özgürlükçü Türkiye'nin kurulması, böylesi bir özgürlükçü ve demokratik Türkiye kurulmadan Türkiye'nin sorunlarının çözülmesi mümkün değil. Beni umutlu kılan şey ve tarihin bize öğrettiği şey, tarih bir yapıyı 20 yıllık bir süreç içerisinde bir düşünceyi kaldırıp çöpe attı, bitirdi. Umutlu olan şey bu.

Ama tarih kendiliğinden yenisini getirmeyecek. Tarih kendiliğinden demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti kurmayacak. Burada artık görev Demokratik Türkiye'yi savunan, böyle bir projeye sahip çıkan çok geniş kesimlere düşüyor. Sadece sol değil, çok geniş kesimlere, büyük bir cepheye görev düşüyor. Bunu da işte bu cephe sağlayabilirse gerçekten de daha güzel bir Türkiye kurmak, daha güzel bir ülke kurmak, daha özgür bir ülke kurmak, daha demokratik bir ülke kurmak mümkün.

Şöyle diyorsunuz: “Üretkenliğimi, bitip tükenmek bilmeyen anlatma isteğime borçluyum.” Ben bunu çok merak ediyorum. Neyi anlatmak istiyorsunuz ya da hangi motivasyonlar sizi bitip tükenmek bilmeyen bir anlatma isteği ile donatıyor?

Ben ilk öykümü yazdığımda yazar olmak diye bir amacım yoktu. Çocukken de yazar olmak diye bir hayalim yoktu. Gençken de ben büyüyünce yazar olacağım gibi hazırlığım da yoktu. İlk öyküyü bana yazdıran şey duvarlara yapıştırdığım afişlerdi. 12 Eylül döneminde yaşıyorduk, yeraltındaydık ve tıpkı kendimi o filmler vardır ya, Alman faşizmine karşı dövüşen direnişçileri anlatan... Kendimi onlardan birinde gibi hissediyordum. Gerçekten de öyleydim, çünkü illegal bir örgütü yönetiyordum İstanbul'da, öğrenci gençliğİ yönetiyordum ve ilk öyküm bunu anlatıyordu. 'Ey dünya beni, bizi fark edin. Biz dövüşüyoruz ve anlamlı bir hayatımız var. Güzel bir şey dövüşüyoruz. Biz cesuruz ve iyi çocuklarız biz ve bunun için bedel ediyoruz ve aslında sizin için de dövüşüyoruz. Beni anlayın, bizi fark edin...’ Bunu söylüyordum... Aradan zaman geçti, şimdi 61 yaşındayım, pek çok şey deneyimledim ve şunu görüyorum: Yeryüzü yok olabilir, insanlık yok olabilir ama bunu önlemek lazım. Hayatı çok seviyorum, her şeye rağmen. Yani eskiden çok iyimserdim artık o kadar iyimser değilim ama çok seviyorum ve bu hayatın iyi bir şekilde devam etmesi için yapacaklarım var. Bu gördüklerimi insanlara anlatmalıyım. Torunum var benim, kızım var... Yaşamalı bu çocuklar, iyi yaşamalı, güzel yaşamalı. Ve bu istek içimde var, biraz da galiba yapım böyle. Geçmişte böyle bir şey vardı, içimde demek ki var yani, ben mesela eskiden ajitatördüm.  Mitinglerde ben konuşurdum. Demek ki içimde böyle bir şey var, anlatmak geliyor içimden. O yüzden yazıyorum işte.

Çok teşekkürler Ahmet Ümit. Kısa Dalga'ya konuk olduğunuz için, çok sağ olun.

Ben teşekkür ederim, sağ olun. 

Podcast