'Dünyanın Dibi Oteli'nden şimdiye ve geleceğe bakmak

'Dünyanın Dibi Oteli'nden şimdiye ve geleceğe bakmak
Gazeteci Mehveş Evin, Kısa Dalga'da 2021 yılında yayınlanan “Gelecekte Bir Yolculuk: Türkiye 2050” adlı podcast serisinden yola çıkarak “Dünyanın Dibi Oteli” kitabını yazdı. Evin'in kitabı Karakarga Yayınevi tarafından basıldı. Evin metninde, öngörülen felaketlerin gerçekleştiği distopik bir evrenden okura seslenirken, olabileceklerin yaratacağı atmosferi tahayyül etmemizi sağlıyor.

EMEK EREZ


Şimdilerde düşmanlık siyasetiyle sınırlarını yükselten devletler, iklim krizinin getireceği felaketlerin tümü gerçekleştiğinde başkasının bedenine karşı duvarlarını daha da yüksek örecek, ısı artışı yaşamı felç edecek, ayrıcalıklı sınıflar kendi yaşamları için inşa ettikleri sığınaklarda hayatta kalmanın yolunu ararken, yoksullar adeta yaşamın dışına itilecek.

Dünyada varlığı zaten tehdit altında olan sayısız tür dolayısıyla, yaşam yok olacak. Hepsi bir gelecek anlatısıymış gibi dursa da maalesef konu acil ve yaşamın tam ortasında, şimdide çözülmeyi bekliyor.

Mehveş Evin’in metni de bu açıdan gelecekten söz eden distopik bir metin olarak kurgulanmış gibi görünse de gerçekliği uzağa ertelenemeyecek bir şimdiye yaslanıyor.

Mehveş Evin ile “Dünyanın Dibi Oteli” kitabı çerçevesinde iklim krizini ve kitabın anlatıya taşıdığı hakikati konuştuk.

ekran-resmi-2022-10-18-14-09-21.png

“BENDEKİ VAROLUŞ SIKINTISI KADAR İSYAN DUYGUSU SANIRIM”

“Dünyanın Dibi Oteli” kitabınızda genel olarak iklim krizinin doğurabileceği felaketleri anlatıya taşıyorsunuz, metnin duygusunu düşününce bir çeşit “iklim kederi”nden bahsedilebilir sanıyorum, dünyadaki yaşamın tehdit altında olduğunu bilmekten gelen bir varoluş sıkıntısı siz ne dersiniz?

“İklim endişesi, iklim kederi” kavramları dünyada var, özellikle gençlerde. Bendeki varoluş sıkıntısı kadar isyan duygusu sanırım.

1970’ten, yani doğduğumdan bu yana omurgalı türlerinin yüzde 69’u yok olmuş. 10 yıl önce, bir yıl önce orman olan, harikulade bir denizi, kıyısı olan yerler, gözümüzün önünde yitip gidiyor. Ne için? Ömrü az, kamuya maliyeti acayip yüksek “yatırımlar” uğruna.

Sadece o değil, “çevre” nosyonumuz biraz deniz, biraz yeşillikten ibaret... Pikniğe, parka gidince çöpünü oracığa boşaltan bir milletiz. “Çevre” başlığı altında haberler yaparken, Anadolu’nun göç vermiş yerlerinde nasıl bir yıkım olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Deriner Barajı’ndan tutun madencilik için oyulan yerlere ve turizm “yatırımlarına” hatta sayısız boş binaya, yazlığa bakmak bana büyük acı veriyor.

Şunu anlamıyorum: İnsanlar güzel bir manzara, hayvan resmi görünce paylaşmaya doyamıyor. İstiyorlar ki “doğayla iç içe” evleri olsun. Peki neden korumak için, sahip çıkmak için bir şey yapmıyorlar?

Kitap, distopik bir anlatıyla karşılaştırıyor okuru, distopya metinlerinin gelecek öngörüsü içerdiğinden sıklıkla bahsedilir ancak diğer yandan iklim ve çevre sorunları şimdide de kendini göstermeye çoktan başladı, sizce metinde (göçler, su kıtlığı, salgınlar…) anlatılanlar uzak bir geleceği mi ait? Bir de, metnin oluşum sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?

Maalesef değil. Küresel sıcaklık artı 2 dereceyi bulduğunda neler olabileceğine dair tamamen gerçekçi modellemelere dayanıyor. Şu anda küresel ortalama sıcaklık, Sanayi devrine göre en az +1.2. Ve şu yaşanan felaketlere bakın! Daha şimdiden sıcak hava dalgaları, seller, kuraklık, fırtınalar, su seviyesinin yükselmesi ve canlı türlerinin kritik kaybını konuşuyoruz.

Bu kitabın belkemiğini, Kısa Dalga için geçen yıl hazırladığım “Gelecekte Bir Yolculuk: Türkiye 2050” podcast serisi oluşturdu. Yayın yönetmenim Kemal Göktaş’a teşekkür borçluyum. “İklim, afet gibi konuları nasıl dinleyicinin daha çok ilgisini çekecek şekilde anlatabiliriz”i konuşmamızla önce podcast’i hazırladım.

İklim paneli raporlarından, bilimsel öngörü ve modellemelerden yola çıkarak yakın gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımızı aktarmaya çalıştım. Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin “yılın haber podcast”i dalında ödül aldık, gururluyuz. Metnin kurgusu için podcastin teması ve temelinden yola çıkıp baştan yazdım.

ORTAK EV DÜNYA TEHDİT ALTINDAYKEN

1666083554284.jpg

Metnin anlatıcılarından Berivan, “Hiçbir şeyimiz yok. Evimiz, ülkemiz, ailemiz yok. Kimliğimiz bile yok!” Diye isyan ediyor, aitlik hissinin epeyce aşındığı bir zamanda yaşıyoruz, iklim krizi bu duygunun tamamen aşınacağı bir geleceği getirebilir çünkü insanlığın ve doğanın diğer türlerinin ortak evi dünya yok olma tehdidi altında. Bu yoruma katılır mısınız?

Bugün milyonlarca “iklim mültecisi”nin varlığından söz ediliyor. Ülkemizde kaçak yaşamaya mecbur edilen ve nefret objesi haline getirilen sığınmacılar mesela… Berivan’ın aidiyet hissini aktarırken onları ve daha beterini düşündüm: Yani gideceğiniz yere ailenizle gidememeyi, hayalini bile kuramayacak bir dünyada yaşamak.

İklim kriziyle birlikte zorunlu göçün patlayacağı bugünden biliniyor. Dünya Afet Raporu’na göre 143 milyon insan önümüzdeki 50 yılda mülteci durumuna düşecek. Nereye gidecekler? Tehlikeden kaçabilecekleri en yakın yerlere. Ama gidilebilirse dahi hiçbir bir yer iklim afetlerinden muaf olmayacak. Gittikleri yerlerde bugünkünden fazla düşmanlıkla karşılaşmaları muhtemel, çünkü kaynaklar daha da kısıtlı olacak.

“POLİTİKADA UMUT GÖREMİYORUM”

İklim nedenli göçler de yukarıda bahsettiğiniz gibi öngörüler arasında ki günümüzün göçmen politikalarının da pek iç açıcı olduğu söylenemez. Siz de bu konuda yaşanabilecekleri metninizin anlatısına yerleştiriyorsunuz ama şimdi olduğu gibi metinde anlatılan gelecekte de göçmenlerle dayanışanlar var, bu da umuda kapı aralıyor. Kitap açısından da düşününce umut nerede veya kimde?

Durumun ciddiyetini kavrayan, bunun için ömrünü vakfederek, kendi konforundan ödün vererek mücadele edenlerde. Dediğiniz gibi, dayanışma ağları ören insanlarda. Ve bilimde! Politikacılarda, politikada umut göremiyorum.

Metinde dikkat çekici bulduğum bir durum da iklim değişiminin getirdiği felaket anlarında baskı ortamının daha keskinleşeceği vurgusu, sıkıyönetimler, kırsala göçün yasaklanması, sokağa çıkma yasakları, göçmenlere karşı yükselen sınırlar… Metinde gelecekte bir zamanda olduğumuzu hatırlarsak, sizce hep böyle mi devam edecek?

Distopik bir gelecek bu ne de olsa. İnsanlığın bugününe bakarak geleceği hayal etmeye çalıştım. Göçmenlerin “kuş gibi” avlanabileceği bir ortam olması muhtemel, çünkü dünya popülasyonu ve bugünün “ekonomi” modelleri daha fazla baskıya, şiddete işaret ediyor. İklim krizinin önemi bugün kavranmadığı için, önümüzdeki yıllarda baskıcılığın, otoriterliğin daha da artmasından korktuğum için belki. “Gelecek acayip şahane, süper demokratik olacak” diyemiyorum, ne yapayım.

Sizin de metinde altını çizdiğiniz gibi, iklim kaynaklı sorunlar sınıfsal eşitsizliği daha da derinleştirecek. Zenginlerin kaçış planlarının çoktan hazır olduğu pek çok düşünür tarafından dile getiriliyor. Mesela, James Lovelock Novasen ( 2021) adlı kitabında, Mars’a bu kadar yatırım yapılmasını en önemli nedenini zenginlerin felaketten kaçma fikriyle ilişkilendiriyordu. Sizce öngörülen felaketler gerçekleştiğinde, kaçış mümkün olacak mı?

En ayrıcalıklı yüzde 1’lik kesim belki bu gezegende, belki başka yerlerde koloni kurabilir, kaçabilir belki… Zenginlerin su, gıda, hava ve barınma açısından kendini toplumdan yalıttığı bir yaşamın neye benzeyeceğini anlatmaya çalıştım. Günümüzde benzer bir durum yaşanmıyor mu? Güvenlikli siteler, uydu kentler zaten var. Gelecekte her anlamda çok daha yalıtılmış ortamlarda, çok daha büyük servetler harcanarak yaşanacak sanırım. İklim afetlerinden, göç dalgalarından, kıtlıklardan belki korunacaklar ama, bu nasıl bir hayat olacak?

Bir de şu var: Pandemiyle birlikte iyice kıymete binen “doğada yaşam” kurma hayaliyle kentten köye göç, önümüzdeki yıllarda artabilir. Öykünün ana kahramanı Leyla’nın büyükannesi, bugünden duruma uyanıp, dağ başında yeraltı sığınak yaptırmış mesela. Hayatta kalmanın, temel ihtiyaçları karşılamanın maliyeti ve zahmetini karşılayabilenler elbette olur. Buna kaçış diyebilir miyiz?

“UMARIM ÇOK GEÇ VE GERİ DÖNÜŞSÜZ BİR NOKTADA OLMAYIZ”

Son olarak, kitapta da her yönüyle anlatıya taşıdığınız gibi, dünyanın iklim krizi gibi sorunları yaşamı açık bir şekilde tehdit ediyor ancak hem devlet politikaları anlamında hem de sıradan insanlar açısından konuya ilgi çok sınırlı kalıyor, bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Devletler de sermaye de durumun gayet güzel farkında. Fakat fosil yakıttan çıkmak, büyük bir kararlılık ve planlama gerektiriyor. Günümüzde az gelişmiş denen Fas, Hindistan gibi ülkeler bile bazı adımlar atmak zorunda kaldı. Seçimlerde kazanabilmek, ekonomik refahla bağlantılı. “Ekonomik büyüme” uğruna doğaya ve insana zararlı faaliyetler bu yüzden azalmıyor. Öte yandan halklar, özellikle yoksullar afetlerden, iklim değişikliğinden en fazla zarar gören kesim. Anketlere göre Türkiye’de toplumun hatırı sayılır bir bölümü iklim krizini biliyor, endişeleniyor. Ama bu konuda neyi, nasıl yapacağını bilmiyor. Şehirlerde yaşam, doğadan kopuk, tüketime dayalı bir hayatı beraberinde getiriyor. Takıdan kozmetiğe, yaşadığımız evden yediklerimize, tüketim alışkanlıklarımızın iklim kriziyle bağlantısını anlayabildiğimiz zaman belki değişecek. Umarım çok geç ve geri dönüşsüz bir noktada olmayız.


“GELECEKTE BİR YOLCULUK: TÜRKİYE 2050" PODCAST SERİSİNİ DİNLEMEK İÇİN TIKLAYINIZ

Söyleşi