Emekli hakim Orhan Gazi Ertekin: Türkiye halkı yargıçlar eliyle rehin alındı

Emekli hakim Orhan Gazi Ertekin: Türkiye halkı yargıçlar eliyle rehin alındı
Emekli hakim, akademisyen Orhan Gazi Ertekin ile avukat Seda Alçınar’ın kaleme aldıkları “Cellatlarım Olabilirsiniz ama Yargıçlarım Asla” kitabı yargının artık yargılayan, yani klasik deyişle iddia ve savunmayı sentezleyerek hüküm kuran bir kurum olmaktan çıkıp doğrudan infaz eden bir kurum olduğunu ileri sürüyor.

KEMAL GÖKTAŞ

“Yargılama ile infaz, yargıç ile cellat giderek yakınlaşıyor. Görünüşte her şey yasal ve kurumsal fakat eski çağların savaşarak yargılama ilkesi ile kıyaslandığında neredeyse hiçbir fark yok. Dahası cübbeler artık yargısız infazları saklayamıyor. Cübbelilerin hukukçuluk yetenekleri giderek çözülüyor ve apaçık bir savaşın içinde bütün açık silahları ile yakalanmış olmaktan tedirginlik duymuyorlar. Görünüşte mahkemeler ve yargıçlar var fakat fiziksel savaşın yasası sürüyor. Yargıçlar herhangi bir yasal ve kurumsal gerekçeye ihtiyaç duymaksızın hareket ediyorlar…”

Kitaptaki bu satırlar, siyasetçisinden gazetecisine, pop sanatçısından hekimine, sosyal medya kullanıcısından akademisyene, toplumdaki herkes üzerinde kurulan pervasız baskıyı uygulayanların niteliğini anlatıyor.

İçinden geldiği yargıya ilişkin analizleriyle bilinen Orhan Gazi Ertekin ile yargının cellatlaşma sürecini ve buradan nasıl çıkılabileceğini konuştuk:

Türkiye halkı yargıçlar eliyle rehin alındı

“Türkiye halkı bugün yargıçlar eliyle rehin alınmış durumda. Bunu bir yandan yatay bir kontrol ile yapıyorlar. Örneğin Facebook paylaşımlarının takibi, Cumhurbaşkanı’na hakaret suçundan açılan davalarda onbinlerce insan soruşturma ve kovuşturma altında. Birçok insan bundan ceza aldı.

Bir yandan genel bir kontrol var yargı eliyle. Bir yandan da siyasilerin susturulmasına ilişkin davalar ise dikey kontrol. Eşeğin gölgesi türünden davalar ve toplumun belli bir dava üzerinden keskin karşıtlıklar içine sokulması.

Toplumun bütün hareketleri izleniyor. Yargı son 6 yıldır, 15 Temmuzdan sonra toplumsal meşruiyetini, yasal bağlılıklarını artık tamamen yitirmiş durumda. Yasal ve kurumsal anlamda neredeyse elimizde hiçbir şey kalmadı.

Yargı 2003’den sonra ordulaştı

Yargının son 6 yılını önceki dönemlerden ayırmak lazım Yargı 2003 -2004’den sonra ordulaşmaya başladı. Toplumsal alanın ve siyasal alanın kontrolü yargı üzerinden yürütülmeye başlandı. Bunun nedeni Ayışığı ve Sarıkız gibi çeşitli darbe hazırlıklarının hiçbirinin uluslararası ve ulusal toplumsal destek bulamaması ve ordunun artık kendi kısıtlı alanında hareket ediyor olmasıydı. Yargı yoluyla belirli bir hareketin önünü kesmek dışardan meşru görülür hale gelmişti. 2003-2004 yıllarında yargı daha önce hiç görülmedik biçimde ordulaştı. Devletin siyasal İslam ve Kürt haraketine karşı görevli kıldığı kurumların başında geliyordu.

Fakat 2007 yılında başlayan Ergenekon davasından itibaren ama asıl olarak 2009’dan sonra yargının ordulaşması aracı doğrudan cemaate doğru akmaya başladı, yani yargı cemaat tarafından kullanılmaya başlandı. Çünkü yargı içine kendi kadrolarını yerleştirmişlerdi ve Cumhuriyetin kontrol etme, engelleme misyonu kendi politik çalışmaları için, politik istikballeri için kullanılmaya elverişliydi.

Yargıda lümpenleşme ve paramiliterleşme süreci var

Fakat 2013-14’den sonra durum farklılaştı. Bundan sonra yargıda bir lümpenleşme ve paramileterleşme başladı. Yargıda 60’lardan sonra bir lümpenleşme süreci vardı aslında. Bu tarihlerde Osmanlı bürokratları yok olmaya başladılar ve yerlerini taşradan gelen, köy kökenli hakim savcılara bırakmaya başladılar ve böylece yargının lümpenleşmesi süreci başladı. Fakat 2013’e kadar yargı içindeki hem Gülenciler hem de diğer kadrolar, yargının iç araçları içinde haraket edebilecek kapasiteye sahiptiler. Biçimsel hukuku biliyorlardı. Ergenekon, Balyoz davalarını düşünün, bunların hepsi hukuk bilinerek yapılabilecek şeylerdi. Fakat 2013’den sonra yasal bağlayıcılık, kurumsal bağlayıcılık tamamen çözüldü. 2015’den sonra bunun yerine lümpen ve paramiliter bir topluluk ortaya çıktı.

Alperen Ocakları Başkanının hakim ve daire başkanı olduktan sonra, eşini öldürüp intihar etmesi vesilesiyle görünen Türkiye yargısının bir tür Vietnam sendromu yaşamasıdır.

Bir şiddet üretirseniz, yargıyı kendi geleneksel kültüründen, yasal biçimsel geleneklerinden çıkarırsanız herkes oraya girmeye başlar ve dışarda kontrolsüz biçimde oluşmuş şiddet oraya dolar ve o yargı sizin istediklerinizi yapar ama kendini ve ailesini de tahrip eder.

Türkiye’de yargı yoktu ama adliye vardı, şimdi adliyesini de kaybetti

15 Temmuz’dan sonra yaklaşık 5 bine yakın yargı mensubu 10-15-20 yılık tecrübesi olan yargı mensubu, meslekten ihraç edildi ve 20 bin yeni meslek mensubu alındı. Şu an tahminen kıdemli sayısı 5 ve daha fazla yıl yargı içinde görev yapmış meslek mensubu oranı yaklaşık yüzde 10-15’dir. Şimdi bu tür kurumlarda yeni gelen, 0-5 yıl tecrübesi olanların yüzde 10-15’i geçmemesi gerekir. Çünkü bir tecrübe ve gelenek aktarılıyorsumuz. Çünkü bu tür mesleklerde gelenek ve rutinin aktarılması gerekir. 5 yıl ve daha üst kıdeme sahip olanların yüzde 80-90 oranında olması gerekir ki aşağıdan gelenlere bir tecrübe ve sınır aktarabilsin. Protokol öğretirsiniz, nasıl yazacağına, nasıl oturacağına, duruşmayı nasıl yapacağına, nasıl bir özne olacağına dair bir eğitim süreci verirsiniz. Eğer bu oran yüzde 15 tecrübeli, kalanı tecrübesiz şeklinde, yani olması gerekenin tam tersi ise orada bir kurum, gelenek yok demektir. Yargı demek, sizi rehin almaya çalışan siyasi güçten sizi koruyan şeydir. Bu yüzyıldır hiç olmadı. Türkiye’de yargı yoktur, hiçbir zaman da yargı olmadı. Fark şu bugün: Geçmişte bir adliye vardı, geçmişte hakim savcı vardı. Kendi geleneklerini aktaran, kendi sınırlarını bilen bir yargı vardı. Türkiye’nin hiçbir zaman yargısı olmadı ama Türkiye’nin adliyesi vardı, hakim savcıları vadı. Artık Türkiye’nin adliyesi, yasal ve kurumsal gelenekleri yok artık.

Türkiye’de Kafka’ya dahi dava açıldı. 90’larda. Buna benzer çok hikaye söyleyebiliriz. Cumhuriyet savcısı 20’lerin sonunda Dr. Hikmet Kıvılcımlı için ‘Biz Dr. Hikmet için delil arayacak kadar saf değiliz’ demişti. Buna benzer çok hikaye var. Bugün olan şey bu işlemlerin artık olağanüstü kitleselleşmiş olması. Artık iddianameler ve ceza hukuku suçlu suçsuz ayrımından çıkmıştır. Türkiye’nin ceza hukuku son 6 yıldır bu ölçekten çıkmış durumda. İktidar partisinin ve ortağının çıkarları ile işleyen mekanizmaya dönüştü. Biçimsel ve kurumsal sınırlar hiçbir işe yaramıyor.

Yargı kararlarını artık hukukun içinden kurmuyor

Ben Osman Kavala iddianamesini defalarca okudum. Hala niye yargılandığını anlayamıyorum. Doktoramı ceza hukuku üzerine yaptım, 20 yıl ceza hakimliğim var. O iddianame herkes için yazılabilir. Sanık kısmına cumhuriyet savcısının adını yaz, hakimlerin adını yaz yine aynı şekilde o iddianameye girer. Aynı baz istasyonundan Kavala ile sinyal alan hakim ve savcıların araştırmasını yapın, o iddianamenin içine yerleştirirsiniz.

Geçmişte 367 kararını düşünün, cumhuriyetçi yargı ekolünün ürettiği, yıllarca güldüğümüz bir karardı ama hukukun içinde inşa edilmişti ve biçimsel hukukun içinden gerekçesini kurmuşlardı. Cemaat davalarında da çok benzerdir. Askerlerin yargılanmasında görev suçunun aşılması meselesi, hukukun içinde inşa edildi. Biçimsel hukuk bakımından sorunluydu ama hukukun içinde kurmuşlardı. Kavala davasını bunlarla karşılaştırmak mümkün değildir. Bir delil bulursunuz o delili abartırsınız. Savcı bir delil bulamamış burada… Benim hem mesleki ömrüm hem akademik ömrüm iddianame okuyarak geçti. 1880’lerden itibaren yazılmış sayısız iddianame okudum.

Türkiye bu dönem ilkleri yaşadı. Selahattin Demirtaş davası ile beraber Kavala davası Türkiye'nin bugüne kadar hiç mahkum edilmediği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 18. Maddesinden mahkum olmasına yol açtı. Yani bu yargılamaların siyasi nedenle yapıldığına dair açıkça kararlar verildi. İddia ettiklerinin aksine AİHM, Türkiye’nin iç mahkemesidir. Türkiye mahkemelerinin kararlarını kabul ettiği bir AİHM var, dolayısıyla ikili biçimde kurulmuş oldu Türkiye yargısı. Orası yabancı mahkeme değildir. Dış mahkeme değildir, Türkiye’nin kendi yargı kararlarını üretmesi bakamından iç mahkeme sayılır. İzmir’deki bir mahkeme neyse AİHM de odur.

Sosyal medyaya açılan davalar 1920-30’lardaki Türklüğe hakaret davalarına benziyor

Facebook (sosyal medya) paylaşımlarına açılan davalar 1920-30’lardaki Türklüğe hakaret davalarına benziyor. Onbirlence insan o dönemde ihbarlarla, daha çok da komşularının ihbarıyla Türklüğe hakaret davaları ile muhatap kaldılar. Cumhuriyet inşasının ana araçlarından bir tanesiydi Türklüğe hakaret davaları. Son derece yoğun kullanıldı ve gayrimüslimlerin tasfiyesine yönelik bir hareketti. Sayısız insan bu davalar nedeniyle göçmek zorunda bırakıldı. Bugün benzer bir durum Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları ile yapılıyor. Yargı sadece Kavala-Demirtaş gibi aktivist kişileri değil her bireyi hedef almış durumda. Onbinlerce dava demek, etkisinin milyonlarca insan üzerinde olması demek.

İktidar giderse bu davalar da düşer

Yargının dönüşümü siyasi iktidarın dönüşümü ile doğrudan alakalı, davaların ömürleri de iktidarların ömürleri ile sınırlıdır. Bütün davalar arkalarındaki siyasi güçle birlikte ayakta durur. Siyasi güç çöktüğü zaman yargı da buna ayak durur. Mevcut yargı kadrolarının iktidar değiştikten sonra gücünü aynı şekilde kullanabilecek, gerçek anlamda yargı vesayeti kurabilecek kapasiteleri olduğu kanaatinde değilim.

Gülenci yargı mensuplarını yargılamak zordu, bunları yargılamak kolay

(Bu yargı kadrolarıyla devam etmek ülkeye büyük haksızlık olmaz mı? Yeni dönemde toplu bir tasfiyeye ihtiyaç yok mu?)

Gerçek bir yargı istiyorsak bu çok küçük bir parçası olur. Buna ihtiyaç olduğu konusunda hemfikirim. Böyle bir topluluğun bundan sonraki süreçte görev yapabilmesi bence doğru değil. Bunların disiplin soruşturmasından mutlaka geçirmek lazım. Sadece disiplin soruşturması değil…Biz birçok Gülen mensubunu yargılıyoruz ama elimizdeki deliller o kadar az ki. Kendilerini o kadar sakladılar ki onları yargılamak çok zor. Ama bunları yargılamak zor değil çünkü çok açık ve net yaptıkları hareketler var ve bunları kanıtlamak çok kolay. Aynı zamanda ciddi ceza davalarına konu olabilecek davalarla karşı karşıyayız. Osman Kavala davası bunun en tipik örneklerinden biri.

Yargıyı “ele geçirilecek” bir şey olmaktan çıkarmak gerekir

Siyaset ve yargı açısından o kadar umutla hareket etmenin zemini yok. Türkiye’de gerçek bir yargı yaratmak istiyorsanız sorunun sadece Tayyip Erdoğan ve siyasal İslam olmadığını, krizin son 100-150 yılık süreçte yargının inşası ile ilgili olduğunu kabul etmemiz lazım.

Bugün çok dipteyiz, çok kötü durumdayız. 15 Temmuz sonrası bırak yargının olmamasını, adliyeyi kaybettik, hakim ve savcı geleneklerini kaybettik. Hukuka ve yargıya dair biçimsel bütün gelenekleri kaybettik. Kriz sadece bu gruplardan gelmiyor. Eğer yargıyı ele geçirmek üzerine kurarsanız yargı birisi tarafından ele geçirilir. Herkes birbirini yargıyı ele geçirmekle suçluyor. Eğer yargı ele geçirilebilecek bir şeyse, bir meta ise, sizin yapacağınız şey onu ele geçiremeyecek şekilde kurmaktır.

Türkiye’de hakim ve savcının yeri alelade bir meslek sınıfıdır. Esaslı kararlar veren, içtihatları başka dillere çevrilebilir herhangi bir yargıçlık tecrübesine sahip değiliz. Böyle olanların sayısı 3-5 kişiyi geçmez. Ali Faik Cihan, Remzi Şirin, Atilla Rişvanoğlu gibi 5-6 isimden fazlası sayılamaz Türkiye yargısı açısından. Böyle bir ülkede yargı ile sorunumuzun daha ciddi, daha derinde olduğunu kabul etmemiz lazım.

Halk, yargıyı gözetim altına almalı

Türkiye’nin gerçek bir yargıç sorunu var. Bu yargıç sorunu da AKP’nin yargıçlarını göndererek çözülebilecek bir şey değil. AKP’nin yargıçları gerçek anlamda soruşturulursa bu bir adım olur, başlangıç olur ama soruşturmayı ve sorgulamayı genişletmek lazım. Türkiye’de bizzat yargının inşası ile alakalıdır. Yargının bir sahibi olduğunu düşündük 100 yıldır. Yargı ya cumhuriyetin sopası oldu ya Gülencilerin sopası oldu ya islamcıların sopası oldu. Eğer Cumhuriyet sopa olarak kullanırsa, bu şu demektir: bir başkası ele geçirirse o da sopa olarak kullanır. Gülenciler ele geçirdi ve sopa olarak kullandılar, hatta sınıf atlattılar, bir siyasi sınıfına, operasyonel bir sınıfa dönüştürdüler, aynen ordu mensupları gibi. Geldiğimiz yer sıfır çarpandır. 100 yıllık hikayeyi sıfırla çarparsınız sonuç yine sıfırdır. Burada daha kapsamlı bir yargı-yargıç tartışması Türkiye’nin bugün en önemli tartışmalarından birisidir. Halk bu tartışmaya katılmak zorunda. Halk, hakim ve savcıların neden hakim-savcı değil de cellat olduğunu sorgulamak zorunda. Bu herhangi bir siyasi değişimden, bir iktidar partisinin değişiminden daha önemli. Halk, yargıyı gözetim altına almalı. Bence halktan herkes her yurttaş bir duruşma salonuna girip hakim ve savcılara kendi notlarını vermeli."

Kısa Dalga Tv