BAHAR AKPINAR
Hikâye yoksunluğu çağında "Taşacak Bu Deniz"
Türkiye’de dizi sektörü uzun zamandır aynı döngünün içinde debeleniyor. Uzayan bölüm süreleri, tekrar eden dramatik kalıplar, birbirine benzeyen karakter tipolojileri ve seyirciyi yoran yapay çatışmalar… Bu tabloyu yalnızca reyting, bütçe ya da platform tartışmalarıyla açıklamak eksik kalır. Bana kalırsa asıl mesele çok daha derinde yatıyor: hikâye yoksunluğu.
Son yıllarda daha da belirgin biçimde hissedilen bu hikâye kaybının en temel nedenlerinden biri, karakterlerin sağlam ve derinlikli biçimde inşa edilememesi. Bugün ekranda izlediğimiz pek çok karakter, izleyiciyle konuşulmadan bilinen bir güven noktasında buluşamıyor. Zira bu karakterler, ahlaki ya da psikolojik bir omurgaya sahip olmaktan çok, hikâyenin anlık ihtiyaçlarına göre yön değiştiren araçlara dönüşmüş durumda. Bir sahnede ilkeli görünen bir karakter, bir sonraki bölümde hiçbir iç gerekçe sunulmadan bambaşka bir tercihle karşımıza çıkabiliyor. Hikâye karakteri taşıyamadığı gibi, karakter hikâyenin yükünü sırtlanmak zorunda bırakılıyor.
İtalyan asıllı Amerikalı oyun yazarı Mario Fratti, oyun yazarlığına dair derslerinde oyununa başlamadan önce mutlaka son cümleyi bildiğini söyler ve genç yazarlara da bunu önerir. Çünkü son cümle, karakterin nereye varacağını, hangi dönüşümlerden geçeceğini, neye sadık kalacağını belirler. Ne var ki dizi sektöründe bu yaklaşım neredeyse imkânsızdır. Uzayan sezonlar, değişen reyting dengeleri ve yapım baskıları içinde kimi zaman hikâyenin kendisi kalemi eline alarak karakterleri akışa göre şekillendirip yönsüzleşir. Bu yönsüzlük, karakterler arası ilişkilerde de kendini gösterir. Günümüz dizilerinde ilişkilerin çoğu zaman kişiliklerden bağımsız olarak, yalnızca aksiyonu ilerletmek amacıyla kurulduğunu sıkça görürüz. Aşk, düşmanlık, sadakat ya da aldatma gibi eylemler, karakterlerin iç dünyasından çok, sığ hikâye kurgularının muhtaç olduğu dramatik gerilim ihtiyacından doğar. Sonuçta seyirci, ilişkilerin neden var olduğuna değil, ne işe yaradığına tanıklık eder. Diziyle kurulan ilişki, seyir zevki ya da hikâyenin nasıl gelişeceğine yönelik meraktan çok, bırakılamayan kötü bir alışkanlığa evrilir.
Dizi sektörü bu hikâye yoksunluğunu aşmak için bir dönem çözümü Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından yapılan uyarlamalarda aradı. Gerçek hayat öykülerine ve terapi anlatılarına yaslanan bu yapımlar, ilk bakışta anlatıya bir derinlik kazandırmış gibi göründü. Ancak bu kez de başka türden bir tekrar üretildi. Hikâyeler toplumsal bağlamdan koparılarak bireysel travmaların merkezine yerleştirildi, kişiler ekseninde aşırı özelleşti. Böylece anlatılar hayata yaklaşmak yerine, paradoksal biçimde ondan uzaklaştı. Gerçeklik iddiasıyla yola çıkan bu diziler, hayatın çok katmanlı yapısını dışarıda bırakan kapalı dünyalar kurdu.
İşte “Taşacak Bu Deniz”, tam da bu noktada belirgin biçimde ayrışıyor.
Dizi, hikâyesini soyut bir dramatik alana hapsetmek yerine toplumsal bir zemin üzerine kuruyor. Karakterler boşlukta var olmuyor; bilakis yaşadıkları coğrafyanın, aile yapılarının, sınıfsal ilişkilerin ve görünmeyen güç dengelerinin içinde konumlanıyor. Bu yaklaşım, anlatıyı yalnızca psikolojik değil, aynı zamanda sosyolojik olarak da inandırıcı kılıyor. Karakterlerin psikolojik derinlikleri titizlikle işlenmiş. Her birinin geçmişi, savunma mekanizmaları ve kırılma noktaları tutarlı biçimde örülüyor. En önemlisi, karakterler hikâye gerektirdiği için değil, kendileri oldukları için belirli tepkiler veriyor. Bu da izleyicide uzun zamandır kurulamayan, nadir bir güven hissi yaratıyor.
Kast seçimi, bu bütünlüğün en güçlü destekçilerinden biri. Dizi, alışıldık star oyunculuk sisteminin dışına çıkarak, yeni oyunculara da alan açılmış durumda. Oyuncunun tanınırlığından çok karakterin gerektirdiği bedensel ve duygusal karşılık esas alınmış. Bu sayede seyirci oyuncuyu değil, karakteri izliyor. Onlarla ilişkileniyor. Bu ilişki, Ulaş Tuna Astepe, Deniz Baysal, Ava Yaman, Burak Yörük, Zeynep Atılgan, Erdem Şanlı, Yeşim Ceren Bozoğlu, Onur Dilber, Aytek Şayan, Seda Soysal, Burcu Cavrar, Gamze Süner Atay, Hande Nur Tekin başta olmak üzere tüm ekibin sergilediği güçlü oyunculuklarla dengelenmiş durumda. Performanslar dramatik aşırılıklara yaslanmıyor; ölçülü, içe dönük ve karakterin psikolojisine sadık bir oyunculuk dili tercih ediliyor. Duygular yalnızca repliklerle değil bakışla, bedenle, suskunlukla ve mimiklerle de aktarılıyor. Birçok sahnede söylenmeyenlerin, söylenenlerden daha belirleyici olduğu görülüyor. Dikkat çekici olan, oyunculuklar arasındaki denge. Hiçbir performans diğerinin önüne geçmiyor, rol çalma çabası hissedilmiyor. Yan roller dahi hikâyenin yükünü taşıyabilecek bir ciddiyetle ele alınıyor. Bu kolektif oyunculuk anlayışı, dizinin inandırıcılığını daha da pekiştiriyor.
Müzik seçimlerinden kostüm tasarımına kadar bütün ayrıntılarına özen
Hikâyeyi güçlü kılan yönlerden biri de karakterler arası ilişkilerin ustalıkla örülmüş olması. Özellikle düşman iki aile arasında gelişen sevda, yer yer açık biçimde Shakespeareyen bir temaya yaslanıyor. Ancak bu gönderme gösterişli bir referans olarak değil de daha çok entrika, aidiyet, sadakat ve kaçınılmaz çatışma duygusu üzerinden doğal biçimde kuruluyor. Dizinin diyalogları da bu sahicilik hissini güçlendiriyor. Konuşmalar sahici, “replik kokmuyor”. Suskunluklar, yarım kalan cümleler ve bakışlar, metnin önemli bir parçası hâline geliyor.
Hikâyeyi destekleyen bir diğer etmen de çekildiği coğrafya. Karadeniz, dizide yalnızca bir görsel fon değil, karakterlerin ruh hâline nüfuz eden aktif bir varlık gibi işleniyor. Sürekli değişen havası, aniden sertleşen denizi, sisle kapanan ufku karakterlerin iç dünyalarındaki belirsizlik, bastırılmış öfke ve suskunlukla bire bir örtüşüyor. Hal böyle olunca da coğrafya, olayların arka planı olmaktan çıkarak karakterlerin karar alma biçimlerini belirleyen bir psikolojik iklime dönüşüyor.
Karadeniz’in çoğu zaman dalgalı, kimi zaman tehditkâr, kimi zaman insanı içine çeken hâli, dizideki ilişkilerin de sabitlenemeyen, her an kırılabilecek yapısını yansıtıyor. Karakterler duygularını tıpkı Karadeniz gibi derinlerde biriktiriyorlar. Patlamalar yıkıcı ancak kişiler içe dönük. Bu içe dönüklük, yalnızca bireysel bir ruh hâli değil, kuşaktan kuşağa aktarılan bir davranış biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda Karadeniz, dizide doğayı temsil etmekten ziyade, karakterlerin iç dünyalarıyla sürekli temas hâlinde olan, onları sınayan ve biçimlendiren bir güç olarak konumlanıyor. Anlatının tonunu derinleştiren de tam olarak bu: İnsan ile mekân arasındaki ilişkinin kopuk değil, karşılıklı ve belirleyici olması.
Bu özen, müzik seçimlerinden kostüm tasarımına kadar dizinin bütün ayrıntılarına sinmiş durumda. Kullanılan müzikler sahnenin önüne geçmiyor, duyguyu zorlamıyor. Aksine, sahnenin ritmine eşlik eden, çoğu zaman geri planda kalarak duygunun kendi kendine oluşmasına alan açan bir işlev üstleniyor. Benzer biçimde kostüm tasarımı da dizinin gerçeklik duygusunu besleyen en kritik alanlardan biri. Karakterler, hiçbir kırışıklığı olmayan, vitrinden çıkmış gibi duran kıyafetlerle dolaşmıyor. Aksine, bölgenin iklimine, gündelik hayatın pratiğine ve karakterlerin yaşantısına uygun parçalar tercih ediliyor. Şık görünmek yerine yaşanmış görünmek tercihi, rol kişilerinin hayatlarının sürekliliğini ve ağırlığını görünür kılıyor. Böyle gerçek kurulan bir dünyada, çok şükür stiletto da görmüyoruz. Bu basit ama önemli tercih, dizinin gerçeklik iddiasını güçlendiren küçük ama anlamlı bir detay olarak öne çıkıyor.
Bütün bu dengeler, 2 saat 30 dakikaya yaklaşan bölüm süreleri içinde kuruluyor. Türkiye’de dizi sürelerinin neredeyse insanüstü bir noktaya taşındığı bu yapıda, her bölüm başlı başına bir sinema filmi uzunluğundayken, “Taşacak Bu Deniz” ekibinin anlatı disiplinini kopuşlara düşmeden sürdürebilmesi gerçekten istisnai bir emek göstergesi. Bu, yalnızca yaratıcı bir tercih değil, fiziksel ve zihinsel olarak ağır bir üretim yükünün, yazıdan oyunculuğa, rejiden teknik ekibe kadar bütünlüklü biçimde taşındığını gösteriyor. Bu noktada, böylesi bir üretim disiplinini bu koşullarda mümkün kılan bütün yaratıcı ve teknik ekibi özellikle anmak gerekiyor. Senaryosundan rejisine, oyuncusundan set arkasına kadar herkesin emeğinin hissedildiği bu iş, bugünün dizi sektöründe nadir rastlanan bir bütünlük örneği sunuyor. “Taşacak Bu Deniz”, yalnızca iyi bir dizi değil; hakkıyla yapılmış bir iş olarak da alkışı hak ediyor. Hepsini ayrı ayrı tebrik ediyorum.
Gördüğümüz gibi, iyi hikâye hâlâ mümkün. Bize en iyi gelen şey de bu zaten.