ÖZLEM KAYGUSUZ
İstanbul Sözleşmesi ve S400’ler: Bir Beka Sorununun Anatomisi
Türkiye’nin son yirmi yılı sürekli reformların yapıldığı; ancak farklı toplumsal kesimlerin, özellikle çalışan kesimlerin ciddi hak kayıplarına uğradıkları ve güçsüzleştirildikleri bir dönem oldu.
Bu durumun en basit nedeni 2002’de iktidara gelen AKP’nin küresek ölçekteki neoliberal genişlemeye hevesle katılması ve bu ekonomik rasyonalitenin piyasa öncelikli devlet/ toplum ilişkileri kurallarını tavizsiz bir şekilde uygulamasıydı.
Kadınlar açısından ise bu dönem, AB ile katılım müzakerelerine başlanmasının sağladığı destekle; ancak esas olarak kadın örgütlerinin ve yıllarını bu mücadeleye vermiş öncü kadınların çabalarıyla Medeni Kanun ve İstanbul Sözleşmesi gibi iki önemli kazanımın elde edildiği bir dönem oldu.
“Fesih”in arkasındaki zihin dünyası
19 Mart gecesi Resmi Gazete’de yayımlanan bir cumhurbaşkanlığı kararı ile, tam adı ‘Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesine ve Bunlarla Mücadele’ye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ olan İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye bakımından feshedildiği (tam olarak böyle ifade ediliyor) duyuruldu.
Bu kararın alınmasıyla Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’den hukuksal olarak çıkmış sayılamayacağını önde gelen bir çok anayasa hukukçusu ifade etti; dolayısıyla hukuksal olarak oldukça tartışmalı bir durum oluştu.
Ancak karar metninde kullanılan fesih kelimesi, bu hukuksal tartışmanın ötesinde siyaseten okuyabileceğimiz bir duruma da işaret ediyor. Şöyle ki, bu sözcük kuşkusuz çekilmek, iptal etmek, çıkmak gibi sözcüklerden çok daha kuvvetli ve iktidarın sözleşmeden çıkılacağı sözünü verdiği kesimlere yönelik, ‘bakın tam da istediğiniz gibi feshettik’ mesajını çok çok iyi veriyor.
Bizlere de bu kararın ardındaki zihin dünyasını, işleyişini ve mevcut yönetimin açmazlarını irdeleme imkanı veriyor. Yoksa her ne kadar Türkiye bakımından denmiş olsa dahi, uluslararası bir sözleşme bir ülke o sözleşmeden ayrılınca feshedilmiş olmaz. Durduğu yerde durur ve tekrar kabul edilebilir. Güvenlikleri ve özgürlükleri devletin güvencesi altında olması gereken tüm kadınların, erkeklerin, LGBTİ bireylerin, demokrasinin nesnesi, öznesi her yaştan ve kimlikten insanın mücadelesi kuşkusuz bundan sonra bu yönde olacak.
Peki karar metninde fesih sözcüğünü kullanma tercihinin ardında yatan zihin dünyasını nasıl okuyabiliriz? Neden bu sözcüğün içerdiği bir güç - muktedirlik yansıtmasına ihtiyaç duyuluyor?
Meşruiyet kaybı derinleşecek
Bu sorunun yanıtını şöyle verebiliriz: Çünkü bu karar kuşkusuz Türkiye’nin demokrasi talep eden farklı toplumsal kesimleri ile ilişkisini çoktan kesmiş yöneticilerinin yaşadıkları meşruiyet kaybını daha da derinleştirecek bir karar.
Mevcut iktidarın bu karar nedeniyle uğrayabileceği meşruiyet kaybının farkında olmadığını düşünmek de yanlış olur. Dolayısıyla bu kayıp karşısında, hem tabanı hem de bu kararla desteği alınmaya çalışılan kesimler nezdinde ‘güçlü ve istediğini yapan’ iktidar görüntüsünü yeniden kurgulamaya ihtiyaç duymaktadır.
Peki bu yeterli olur mu? Meşruiyet kaybı bu tür bir tutumla azaltılabilir mi? Yapılan kamuoyu yoklamaları, toplumun geniş bir kesiminin İstanbul Sözleşmesi’nin kadını ve bir bütün olarak toplumu şiddetten koruyan bir hukuksal çerçeve getirdiğini ve esas sorununun uygulanmaması olduğunu bildiğini gösteriyor.
Dolayısıyla aslında ciddi bir siyasal risk alınmış gibi görünüyor. Elbette siyasetin gördüğümüz suretinde erken seçim olasılığına karşı diğer dindar, muhafazakar, sağ partilerin ve seçmenlerinin kazanılması gibi hedefler söz konusu olabilir. Ancak yine de alınan siyasal risk büyüktür; çünkü kadına şiddet konusunda giderek artan bir siyasal bilinçlenme de vardır.
Güvensizlik açmazı
Peki nasıl oluyor da, bu risk alınabiliyor? Siyaset Bilimi literatüründe bu soruyu yanıtlamayı kolaylaştıracak ve bugün iç siyasette yaşanılan tıkanıklığı açıklayacak bir kavram var: Güvensizlik Açmazı (Insecurity Dilemma).
Bu kavram, özellikle Soğuk Savaş döneminde çoğunlukla Orta Doğu devlet/ toplum düzenlerinin güvenlik sorunlarını irdelemek için kullanılan bir kavram. Bugün Küresel Güney olarak adlandırdığımız Üçüncü Dünya devletlerinin güvenlik sorunlarının dış tehditlerden çok iç tehditlerden kaynaklandığını ama tablonun biraz daha karmaşık olduğunu vurgular.
Şöyle ki, henüz daha kuruluş dönemlerinde dış desteğe dayanan, güçlü bürokratik kurumlara, hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı başta olmak üzere yürütmenin denetlenebildiği güçlü bir anayasal çerçeveye kavuşamamış ve en güçlü kurumları modern orduları olan bu devletlerde, yönetici seçkinler oldukça zayıf bir toplumsal uzlaşmaya - rızaya dayanırlar.
Bağımlı oldukları büyük güçlerin ekonomik sınırlamaları ve kötü ekonomi yönetimi, giderek artan eşitsizlik ve yolsuzluklar nedeniyle, yönettikleri kitlelerin rızasını - meşruiyetini elde etmekten giderek uzaklaşırlar.
Bu meşruiyet sorunu, yönetici seçkinlerde sürekli bir iç tehdit algısı yaratır. İktidarlarını bu iç tehditleri ortadan kaldırmaya yönelik güvenlikçi politikalarla garantilemeye çalışırlar; her kamusal talebi ya da itirazı bir güvenlik ve beka sorunu olarak nitelendirmeye başlarlar.
Sonuç olarak bu ülkelerde yönetimler dozu giderek artan bir baskı ve zor siyasetine dayanmaya başlarlar. Bu noktadan itibaren de bir kısır döngü ortaya çıkar: Baskı ve zor daha fazla meşruiyet kaybını, daha fazla meşruiyet kaybı da iktidarların giderek daha fazla zora başvurmalarına neden olur. İşte bu kısır döngüye güvensizlik açmazı denir.
Yapısal bozulma
Güvensizlik açmazı sadece bir demokrasi sorununa değil; modern devletin temel bileşeni olan meşruiyete dayalı devlet/ toplum ilişkilerinin uğradığı yapısal bir bozulmaya referans verir.
Bu kavram Soğuk Savaş dönemi Batı dışı devlet düzenlerini anlamak için ortaya atılmış olsa da, Economic Intelligence Unit, Freedom House gibi kuruluşların demokrasi endekslerine baktığımızda, günümüz dünyasının demokratik olarak gerilemekte, farklı düzeylerde otoriterleşmekte olan birçok (neoliberal) devletinin ve hatta bazı AB ülkelerinin bile içinde bulunduğu durumu anlamamızı sağlıyor.
Bu devletlerde iktidar partileri çeşitli nedenlerle, ancak en çok kötü yönetim ve yolsuzluk nedeniyle uğradıkları meşruiyet kaybı karşısında baskı ve zora dayalı yöntemlere dayanma eğilimi gösteriyor; ancak sonuç olarak daha fazla meşruiyet kaybına uğruyorlar.
Zor kullanma eğilimi
Bu kısır döngü tüm kamu politikası alanlarında güvenlikçi bir bakış açısının hakim olmasına, iktidarların kendi meşruiyet/ beka sorunlarını tüm ülkeninin beka sorunu olarak göstererek mevcut baskı ve zor kullanma eğilimlerini meşrulaştırma çalışmalarına neden oluyor.
Bu durumu İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması ve fesih sözcüğünün ima ettiği güç yansıtması ile nasıl bağlantılandıracağımıza gelince: Elbette Türkiye Soğuk Savaş zamanının bir Üçüncü Dünya devleti değil. Ancak küresel ölçekteki bu eğilimin özellikle 2015 sonrası süreçte kendine özgü dinamikleri ile açıkça görüldüğü bir örnek. Başka birçok Batılı devlette dahi olduğu gibi, hukukun üstünlüğü, hukuk güvenliği ve güçler ayrılığı gibi temel normlar, en hafif deyimle ciddi ölçüde zarar görmüş durumda.
Toplum rızası aranmadan geniş kesimlerin güvenliğini, temel hak ve özgürlüklerini ve gündelik yaşamlarını etkileyen kararlar alınabiliyor ve yargısal olarak denetlenemiyor. Toplumun büyük bir kesiminin karşı çıkması ve getireceği meşruiyet kaybına rağmen İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmasına karar verilmesi ve bu kararın bir güç yansıtması amacıyla kullanılması, mevcut yönetimin nasıl bir beka sorunu hissiyatı içinde olduğunu gösteriyor. Bu hissiyat nedeniyle de böyle bir karar alınmış görünüyor.
Sonuç olarak güvensizlik açmazı kavramı üzerinden düşündüğümüzde, İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılma kararı, mevcut yönetimin meşruiyet kaybını derinleştirebilecek ve içinde bulunduğu beka sorunu hissiyatını daha da arttırabilecek bir adım. Mevcut yönetim iç siyasette bir güvensizlik açmazı içine girmiş görünmektedir ve bu açmaz kendi beka sorununu aslında daha da derinleştiriyor.
Güvenlik açmazı
Diğer yandan bu beka sorunu analizini, benzer bir şekilde S-400’ler nedeniyle dış politikada yaşanan sorunlara doğru, bu sefer Uluslararası İlişkiler disiplininin bilindik bir kavramı ile genişletmek ilginç olabilir: Bu kavram da Güvenlik Açmazı (Security Dilemma)’dır.
Güvenlik açmazı mevcut yönetimin beka sorunu anlayışının Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde yarattığı başka bir açmazı anlamamıza olanak veriyor. Önce kavramı kısaca açıklayalım: Dış politikada genel olarak her türlü işbirliği seçeneklerini arttırmak yerine, ağırlıklı olarak dışardan gelen tehditlere ve bunları caydırmaya odaklanan yöneticiler, bu tehditleri caydırmanın yegane yolunun askeri açıdan güçlenmek olduğunu, ülkenin güvenliğinin ancak bu şekilde sağlanabileceğini savunurlar.
Elbette güvenlik her devlet için temel bir ihtiyaçtır ve gereği yapılır. Ancak burada mesele bu bakış açısının genel bir beka sorunu söylemi içine yerleştirilerek hem iç siyaseti hem de dış politikayı belirleyen ana unsur haline gelmesidir.
Burada genelde ideolojik bir tercih ya da bir dünya görüşü söz konusu olmayabilir; çoğunlukla alınan bazı yanlış kararlar ya da yapılan hesap hataları böyle bir anlayışın geçerlilik kazanmasına neden olur.
Ancak bir kez ülkenin dört bir yandan düşmanlarla kuşatıldığı perspektifi hakim olduğunda, artık yapılacak tek şey askeri açıdan sürekli güçlenmektir. Tüm bir dış siyaset, hangi askeri ittifakların kurulacağı, nereden hangi silahların alınacağı gibi askeri seçeneklere indirgenir. Ekonomik ve siyasal maliyeti ne olursa olsun, ülkenin bekası için askeri açıdan en güçlü olmanın şart olduğu sürekli vurgulanır.
Ancak özellikle bölgesel düzeyde şöyle bir açmaz derhal karşımıza çıkar. Sürekli ve sınırsız bir biçimde askeri güçlenme siyaseti, kısa bir süre sonra bu siyaseti yürüten devletin çevresi tarafından bir tehdit olarak görülmesine yol açar.
Bu devlete karşı bölgesel askeri ve siyasal işbirlikleri oluşur; askeri harcamalar ve silahlanma karşılıklı olarak daha da artar. İşte bu noktada tüm taraflar bir güvenlik açmazına savrulurlar: Çünkü sürekli güç arttırmak, güvenliği tüm taraflar için bir türlü tam olarak elde edilemeyen, adeta bir kara deliğe dönüştürür.
S400’ler ve ittifaklar sorunu
Peki bu kavram Türkiye’nin mevcut dış politikasını hangi açıdan ilgilendiriyor? Önümüzdeki süreçte ABD ve bir bütün olarak Batı dünyası ile ilişkilerin seyrini neredeyse tek başına belirleyeceğini gördüğümüz S400 hava savunma sisteminin Türkiye tarafından alınmış olması, ilk bakışta savunma odaklı bir askeri adım olmasına rağmen elbette Türkiye’nin yakın çevresinde ve parçası olduğu ittifak sisteminde bazı soru işaretlerine yol açtı.
Bu sistemin NATO uçaklarını tehdit olarak algılıyor olması ve NATO sistemine entegre edilmesinin mümkün olmaması, Türkiye’nin güvenlik ilişkilerinde ciddi bir belirsizlik yarattı. S400’lerin Türkiye’nin yakın çevresinden hangi tehdidi caydırmaya dönük olarak alındığı hala tam olarak bilmediğimiz bir husus. Ancak her durumda bu karar askeri bir güçlenme adımı ve Türkiye açısından bir beka sorunu olduğu sıklıkla dile getiriliyor.
Diğer yandan S400’lerle birlikte özellikle silahlı insansız hava araçları teknolojisindeki gelişmeler, artan askeri yatırımlar ve bu teknolojinin Türkiye’nin taraf olduğu bölgesel sorunlarda ön plana çıkması güvenlik açmazı kavramının bize anlattığı bir kısır döngüyü bölgesel siyasette başlatmış gibi görünüyor.
Yunanistan’ın ve Güney Kıbrıs’ın ABD ve İngiltere ile stratejik ilişkilerini yepyeni bir düzeye çıkarmaları, İsrail’den silahlı insansız hava araçları satın almaya başlanması, yoğunlaşan askeri tatbikatlar Türkiye’nin son askeri güçlenme adımlarına karşı atılmış adımlardır. Bu süreç tam bir güvenlik açmazına dönüşür mü, bunu önümüzdeki gelişmeler gösterecek.
Beka sorununun iki kaynağı
Sonuç olarak Türkiye’nin iç siyasetinde güvensizlik açmazı, dış politikasında da güvenlik açmazı, mevcut yönetimin beka sorununun farklı boyutlarını anlamamızı sağlayan kavramlar. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin güvensizlik açmazını; S400’lerle ilgili tutumun ve askeri güçlenme adımlarının güvenlik açmazını tırmandırabileceğini düşünmek mümkün.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi ve S400’lerin de bir beka sorunu olarak tanımlanması, mevcut yönetimin bu açmazların farkında olduğunu ve milliyetçi söylemlerle yönetmeye çalıştığını gösteriyor.
Güvensizlik açmazından çıkış çok kolay görünmüyor; çünkü yapılması gereken İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak değil; bu anlaşmada kalmanın da ötesinde temel hak ve özgürlüklerin yeniden inşa edileceği, gerçek bir demokrasi restorasyonu ile güçlü bir meşruiyet zemini kurmak.
Güvenlik açmazında ise durum şu: Bu kavramı henüz Soğuk Savaş’ın başlarında, 1952’de ABD’nin Sovyetlere karşı sürekli askeri güçlenme politikasını eleştirmek için ortaya atan John Herz’e göre, güvenlik açmazını tırmandırmamak, işbirliği yapılabilecek alanlarda işbirliği yapmak gerekir.
Çünkü aksi takdirde beka sorunu bir algı olmaktan çıkıp bir gerçeklik haline gelecektir. Bu açıdan bakıldığında, dış politikada önemli geri adımların atılabileceğini, sırf bu nedenle bile ön görmek mümkün görünmektedir.