ÖZLEM KAYGUSUZ
NATO Zirvesi ve Feminist Dış Politika: İnsanlar, Toplum ve Kadınlar Dış Politikanın Neresinde?
Dış politika sanılanın aksine salt devlet düzeyinde yürütülen, esas olarak devleti korumaya yarayan bir siyaset alanı değil; daha doğrusu buna indirgenmemeli. Dış politika, iç politikadan ayrılamayacak bir şekilde, bir devletin sınırları içinde hasbelkader doğmuş ve yaşayan tüm insanların - ve hatta tüm canlıların- güvenliklerini, refahlarını, sağlıklı ve insan onuruna yakışan bir hayat sürmelerini sağlaması gereken bir siyaset alanı. Tek tek bireyler ve tüm toplum için iyi yaşamın ve kamu yararının, sınırlar dışından gelebilecek saldırı, işgal, salgın hastalık ve doğal afetler gibi tehditlerden korunması, devlet gücünü elinde bulunduranların dış politika alanındaki temel görevi. Tabii bu kısa giriş paragrafı bile, yaşadığımız dünyada dış politika olarak adlandırılan siyaset alanının hiç de böyle olmadığını net bir şekilde gösteriyor. Günümüzde dış politika, iç siyasette olduğu gibi her düzeydeki karar alma mekanizmalarında erkeklerin hakim olduğu, tamamen devletçi, devletin toprağının ve kurumlarının askeri güçle korunmasını esas alan, rekabetçi, kaba güç mücadelesini doğallaştıran, bu nedenle de pratikte insan güvenliğini ortadan kaldıran bir siyaset alanı.
DIŞ POLİTİKA DA SINIFSAL MÜCADELE ALANI
Çünkü yaşadığımız dünyada dış politika aynı iç siyaset gibi, özünde sınıfsal bir mücadele alanı. Mütemadiyen eşitsizlik ve adaletsizlik üretiyor. Esas olarak egemen sınıfların çıkarlarının ve iktidar mücadelelerinin milliyetçilik sosuna bulanmış bir yansıması. Milyonlarca insanın yaşamı, bu erkek egemen alanın yerleşik güç oyunları yüzünden zarar görüyor ve bu zararların üstü ‘‘devletin üstün çıkarları’’ söylemi ile kolaylıkla örtülebiliyor. Çünkü devletin uzun vadede hayatta kalması, yani iktidarların iktidarlarını garantilemeleri en üstün değer.
İşte uluslararası ilişkilere ve dış politika yapımına derinlemesine sirayet etmiş bu devletçi anlayış, temel hak ve özgürlükler çağı olarak bildiğimiz modern çağın aynı zamanda milyonlarca insanın ölmesine ve acı çekmesine neden olan topyekûn savaşların, soykırımların, pogrom yani kitlesel zorunlu göçlerin ve kıyımların da çağı olmasının en temel nedeni. Bu çağda insanlık yararı adına ortaya çıkan tüm kurum, ilke ve değerler ise, modern siyasi düşüncenin, üretken güçlerin ve elbette ki kadınların yüzyıllara yayılan toplumsal mücadelelerinin sonucu. Bugün gerek pandemi öncesinde giderek derinleşmekte olan küresel ekonomik kriz, gerekse pandeminin yönetilme biçimi ile ağırlaşan toplumsal ve siyasal koşullar ve son olarak da Ukrayna Savaşı, tarihsel olarak yine böyle büyük bir toplumsal mücadele momenti içinde olduğumuzu gösteriyor.
Ukrayna Savaşı, demokratik açıdan en ileri ülkelerin bile dış politikalarında nasıl da devletçi, yani insanı ve toplumu dışlayan bir güvenlik anlayışına dayandıklarının net bir kanıtı oldu. NATO’nun son liderler zirvesinde bu savaşın nasıl sona erdirilebileceği, Ukrayna’da aylardır yaşamını kaybeden, acı içinde yaşayan, ülkelerinden göç etmek zorunda kalan milyonlarca insanın nasıl kurtarılacağı tartışılmadı. Aynı on yılı aşkın bir süredir devam eden Suriye iç savaşında olduğu gibi. Bunun yerine, NATO üyesi olarak güvenliklerini koruyacaklarını düşünen İsveç ve Finlandiya, Türkiye’nin uzun süredir sarsılan küresel prestijini ve ABD ile bozuk ilişkilerini toparlama amacıyla giriştiği bir pazarlığı kabul ettiler. Bu pazarlık sonucunda da, benim ve başka bir çok analizcinin yaptığımız tahminler tuttu. Çünkü bu oyun gerçekten çok basit ve öngörülebilir. İktidarlar, ekonomik ve askeri güçleri ölçüsünde bir pazarlık yapıyor ve bu güç düzeyi belli olduğuna göre, sonuçlar da üç aşağı beş yukarı belli oluyor. Kimse insan güvenliğini önemsemiyor.
Bu açıdan baktığımızda, kimin ne kazandığına, kimin kime boyun eğdiğine bir türlü karar verilemeyen, ama küresel bir güvenlik örgütü karakterini kazandığı herkesçe kabul edilen NATO’nun son liderler zirvesi, mevcut uluslararası ilişkiler ve dış politika anlayışının nasıl devlet merkezli, insanların ve toplumların güvenliğini dışlayan bir çerçevede yürütüldüğünü bir kez daha gösterdi. Böyle olmak zorunda mı? Devletin içinde olduğu gibi, dışında da insan aklı ve onuruna dayalı bir siyasal düzen salt bir ütopya mı? Kant’ın dediği gibi, korkunun değil aklın rehberliğinde oluşturulacak bazı ilkelerle kurulabilecek, kalıcı bir barış bir hayal mi? Kesinlikle değil. Eğer öyle olsaydı insanlığın bugüne kadar elde ettiği hiçbir değer ve kazanım elde edilemezdi. Tüm mesele, bireylerin ve toplumların ihtiyaçlarını temel alan, yeni bir siyaset düşüncesinin izinde, yeni toplumsal mücadeleler kurmak.
İşte feminist dış politika bunu yapabilmenin bir yolu. Elbette ilk elde tüm kamu politikası alanlarında olduğu gibi, dış politika alanında da toplumsal cinsiyet eşitliğini, yani karar alma mekanizmalarında kadınların tam bir eşitlik içinde yer almasını hedefliyor. Ancak yeni bir siyaset fikri olarak hareket çerçevesi elbette ki bununla sınırlı değil. Yani feminist dış politika sadece kadınların dış politika yapımına katılmasına dair bir mevzu değil. Dış politika yapımında kör bir güç mücadelesinin yerini, tüm tarafların güvenliğini hedefleyen bir diyalog ve uzlaşma mantığının almasını savunuyor. Çünkü egemenlerin çıkarlar çatışabilir; ancak insanların güvenlik ihtiyacı ortaktır. Feminist dış politika anlayışına göre kalıcı bir güvenlik düzeni kimseyi dışlamayan, herkesi kapsayan, herkesin varlık ve yaşam hakkını tanıyan bir anlayışla kurulabilir.
Feminist dış politika sadece kadınların değil, bugüne kadar güvenliği yok sayılan ve farklı şiddet türlerinden en çok zarar gören toplumsal grupların güvenlik ihtiyaçlarını temel alır. Devletin içinde ve dışında, bugüne kadar içinden çıkılamayan tüm toplumsal sorunlar için yepyeni bir siyaset önerir. Devletin sınırlarını ve kurumlarını kaba güçle, ancak o güç var olduğu müddetçe değil, yakın çevresindeki tüm aktörlerle kalıcı uzlaşmalar ve ortaklıklar yaratarak, istikrarlı bir şekilde korur. Güç mücadelesinden kurtulmak, uluslararası alanda birçok bağımlılıktan da kurtulmak anlamına geldiği için, içerde ekonomik adalet ve temel haklara dayalı bir bölüşüm düzeni kurmak da mümkün hale gelir. Bu şekilde dış politika sıradan insanın yaşamına doğrudan etki eder; soyut ve egemen çıkarlarla özdeşleşmiş bir devlet güvenliği anlayışının aracı olmaz. Tüm bu nedenlerle feminist dış politikanın devlet düzeyinde kabul edilmesi gerekir. Bugünkü siyaset ve iktidar düzeninde bu dönüşüm elbette kolay değil; ancak mümkün. Bu temel perspektifi benimseyen kadınların yönetimlerinde eşit derecede yer alacağı devletler, en azından kendi yakın çevrelerinde, bölgesel düzeyde bu zemini kurabilir. Bunun için de birkaç onyıl yeter.
Feminist dış politikanın devlet düzeyinde kabul edildiği sınırlı sayıda devlet var. Bunların başında İsveç geliyor. İsveç 2014’de feminist dış politikayı resmen benimsedi. Bu noktadan baktığımızda İsveç’in NATO üyeliği hedefi elbette ki ciddi bir gerileme. Ancak bu durum feminist dış politika açısından bir başarısızlıktan çok, mevcut küresel düzenin savaş üreten çerçevesinin doğrudan bir sonucu ve bu mücadelenin ne kadar zor ve uzun soluklu olduğunu gösteriyor. İsveç dışında bir çok ülke, Kanada, Fransa, Lüksemburg, Meksika, Birleşik Krallık, İspanya, Hawai ve ABD’de iktidar ve muhalefet partileri feminist dış politikayı bir hedef olarak programlarına aldılar; parlamentolarında tartıştılar. Yine Finlandiya, Belçika gibi ülkelerde kurulan yeni hükümetlerde bakanlıkların en az yarı yarıya kadınlar tarafından alınması da bir kazanım. Bakın kadınlara verilmesi demiyorum; kadınlar tarafından alınması.
Peki Türkiye’nin feminist bir dış politikası olsaydı ne olurdu? Daha da daraltalım: Bu son NATO zirvesinde Türkiye ne elde ederdi?
İlk olarak İsveç ve Finlandiya’nın askeri yaptırımlarından kurtulmak için pazarlık etmesine gerek kalmazdı; çünkü Kürt sorununda tüm tarafların güvenliğini temel alan akılcı bir politika sayesinde silahlar çoktan bırakılmış; bölgede serbest dolaşım ve ortak refah temelli bir düzen kurulmuş olurdu.
Müttefikleri ile çatışma ve gerilim siyaseti sona ereceği için, yeni F16’lar kendisine çoktan verildiği gibi, F35 programına da geri döner, ABD yaptırımlarından da kurtulmuş olurdu. Ancak güvenliğini salt askeri güce dayandırmayacağı için, sınır güvenliğini sağlayacak kadar bir askeri gücü yeterli sayar; askeri harcamalarını azaltarak parasını başta eğitim ve sağlık olmak üzere toplumun refah ve güvenliği için harcamayı tercih ederdi.
Tüm bölgesel ve küresel muhatapları ile karşılıklı güven, verilen sözlerin tutulması ve iyi niyet çerçevesinde yeni ilişkiler kuracağı için, NATO içinde veto tehdidine başvuran değil, küresel güvenliğe katkıda bulunan, saygın bir aktör olurdu. NATO içinde bunu başarmış bir ülke, küresel siyasetteki dönüşüme de katkı yapabilirdi.
Daha geniş bir çerçevede, örneğin Yunanistan ile sorunları ikili düzeyde, ama mevcut istikşafi görüşmelerdeki gibi dostlar alışverişte görsün diye değil, kalıcı bir şekilde çözmek için yeni diyalog mekanizmaları kurar ve her iki tarafın büyük güç siyasetine bağımlılığını ortadan kaldıracak öneriler geliştirebilirdi.
AB ile ilişkilerini yepyeni bir düzleme taşıyabilir, içerde demokratik düzen yerleştikçe kültürel farklılığın önemi görece azalır ve ekonomik durumu düzelmiş bir Türkiye AB’ye çok özgün ve her iki taraf için kazançlı bir şekilde entegre olabilirdi.
Yeni barışçıl dış politika perspektifi çerçevesinde askeri olarak müdahil olmaktan vazgeçeceği tüm bölgesel sorunlardaki sorumluluğu azalır, ekonomik ve insani kaynaklarını kalkınma ve refah için kullanılırdı. Bu bölgesel sorunlarda tarafsızlığını koruyan, dar ideolojik kavgaların bir parçası olmayan bir ülke olarak arabuluculuk yapabilir ve bölgesel barışın eksen ülkesi olabilirdi.
Ne dersiniz? İyi bir şey miymiş, feminist dış politika?