MÜHDAN SAĞLAM

MÜHDAN SAĞLAM

RUSYA’NIN UKRAYNA İŞGALİ: DOĞRU SORU NE?


Küreselleşme üzerine pek çok cümle ve tanımlama, 1979’da bir ekonomik doktrin olarak başlayan neoliberalizmle kol kola gitti, 1991’de SSCB’nin çöküşüyle daha geniş bir zemine oturdu. SSCB’nin dağılması sonrasında eski Doğu Bloğundan sancılı bir geçiş süreci başladı. Sancıların yaşandığı merkezlerin başındaysa Rusya geliyordu. 

Kapitalizme alternatif bir sosyalist/komünist modelle inşa edilen SSCB ve onun etki alanını genişleten Doğu bloku çökmüş, liberalizmin zafer kazandığı ilan edilmişti. 1991’den 2022’ye Rusya ve dünyada değişti, ancak şu anda yaşananlar yalnızca işgal konusunda değil, “dünya nereye gidiyor” sorusuna yanıt verebilmek için de geçmişe uzanmayı gerektiriyor.


HAYATTA KALMANIN TEK KURALI: GÜÇLÜ OLMALISIN


1990’lar Rusya’sında yaşanan ekonomik ve politik dönüşüm, Rusya halklarının gördüğü en zor, en karanlık dönemlerden biri olarak anılabilir. Doktorada aldığım derslerin birinde Rusya’da eğitim görmüş ve uzun süre yaşamış bir hocam durumu şöyle anlatıyordu: “ Rusya da halk da 1990’larda şunu öğrenmişti, sadece güçlü olan hayatta kalır…” Aslında çok bilindik bu ilke, devletsizlik, ya da devletin aciz kaldığı durumlarda başının çaresine bakma halini anlatırdı. Sosyalist geçmiş kötü hatırlansın bir daha talep edilmesin diye bireyin ezilmesi devletin yokluğuyla şekillendi.  Bu durum bireyde iyi bir iş, maddi gücü iyi bir eş (cinsiyetten bağımsız) bireysel olarak hayatta kalma çözümüydü. “Güçlü ol ki hayatta kal” ifadesinin devlet nezdinde de bir karşılığı vardı: Sadece askeri olarak değil, ekonomik olarak da güçlen. Güç ekonomide kendine yeter olmak kadar, ağını güçlendirerek etkini artırma, yokluğunda felaket olmayacaksa da sarsıcı bir etki yaratabilmedeydi. 


Rusya 1990’larda kısa süreliğine de olsa ABD’nin Önce Rusya Politikasıyla (Russia First Policy) Batı sistemine entegre edilmeye çalışılmıştı. Ancak Şok Terapi olarak anılan model, NATO genişlemeleri ve Rusya içinde dönen tartışmalar, Batı’ya entegre ancak yolsuzluk, hırsızlık, kamu malına el koymada mahir isimlerin (bugün oligarklar olarak biliniyorlar) yalnızca ekonomik olarak değil, siyasi olarak da yükselişi Washington’daki hesapla Moskova’daki gerçek arasındaki uçurumu göstermesi açısından kritik bir örnek sunuyordu. Rusya’ya bir elbise biçilmiş, ancak bu elbisenin bazı yerleri ona dar gelirken bazı yerleri bol geliyordu. Kötü bir terzi imalatı denemeyecek kadar baştan sağmaydı. Atıl  bir depoda duran, varlığı ancak ihtiyaç halinde hatırlanan bu elbise, özensizce ama üstten ve parmak sallanarak Rusya’ya giydirilmişti. 


Bu sancılı dönem Putin’in 1999’da vekaleten 2000’de aslen başkan olmasıyla sihirli bir şekilde ortadan kalkmadı. SSCB dağılalı 9 yıl olmuş, Rusya dağılmayla yüz yüze kalmış. Devlet, suç örgütleri ve yolsuzluklar adeta bir potada erimişti. Üstelik hem SSCB’den kalan borçlar hem de Paris Kulübünden alınanlar Rusya’nın geleceğine ipotek koyarken ayağına da prangaydı. Öyle ya bu kadar borçlu bir devlet, bu borçla nereye kadar gidebilirdi? Gidemedi de zaten. Tam da bu nedenle içeride iktidar konsolidasyonu geldi. Moskova’ya göre yarım kalan Çeçenistan hesabı, Putin döneminde Grozni’nin dümdüz edilmesi pahasına kapatıldı. Bu hesap öyle bir kapandı ki bugün Çeçen milis grupları, Rusya ordusuyla beraber Ukrayna’yı işgal ediyor. Devlete isyandan devletin öncü birliğine dönmüş bir Çeçenistan (en azından yönetim kanadı). 


2000’lerdeyse önce Afganistan ardından Irak işgaliyle süren ABD’nin dünyayı dizayn etme politikasının Rusya açısından iki karşılığı olacaktı. Birincisi ABD, dünyayı kendisinin tarlası, bahçesi olarak görüyor ve bugün Irak’a olan yarın yeteri kadar güçlü olmayan her devletin başına gelebilirdi. Rusya bu nedenle bir kutup olarak dengeleyici olmalıydı. Ancak eskisinden farklı olarak bu defa iki kutuplu değil, Çin’in de içinde olduğu bir çok kutupluluk. İkincisi 1990’larda yerlerde olan petrol/gaz fiyatlarının tırmanışı. Dış faktörlerin de kolaylaştırıcılığında Putin iktidarı, içeride oligarkları rencide eden, göz altına alan politikalara, şovlara imza atarak topluma devlet geri döndü diyordu. Oysa oligarkların bir yere gitmediği daha zenginleştiği kısa sürede anlaşılacaktı. Bir yandan da akıllı ekonomi politikasıyla petrol gelirleri dış borcun ödenmesi, halkın yaşam standardının yükseltilmesi için kullandı. Zaten bu politikalar Putin’in 2000-2008 arasında toplumdan aldığı desteği göstermesi açısından kritikti. 


İÇERİDE ERİYEN DESTEK DIŞARIDA AĞI KUVVETLİ BİR RUSYA


2008’e kadar yapılan reformlar Putin iktidarının yerleşik hale gelmesini, devletle Birleşik Rusya Partisi’nin iç içe geçmesini sağlarken 2012 seçiminde görüldüğü gibi Putin’e karşı “tamam önemli adımlar attı ama artık başka bir siyaset” diyen kitlelerin sokaklara dökülmesine neden oldu. Tam da bu nedenle Putin 2012’de oyların yüzde 63’ünü aldı 2004’te bu oran yüzde 72’ydi. 

2012 seçimi, hile seslerinin de yükselmesiyle akıllara kazındı. Putin dahi herkes son seçimde desteğin eridiğinin farkındaydı. Halkın seçimle iktidar değişimi umudu tükeniyordu. Bu tükeniş 2016’daki parlamentonun alt kanadı Duma seçimlerine katılımın yüzde 48’de kalmasıyla açıkça buradayım diyordu. Umutsuzluk adeta ses veriyordu. 


2012’den sonra Rusya dış politikasında da kırılmaların yaşanmaya başladığı günlere kapı aralanıyordu. Rusya dış politikası metinlerinin tonu sertleşirken milliyetçi retoriğin alanı gittikçe genişliyordu. Nitekim bu retorik 2014’te Kırım ilhak edildiğinde zirve yapacaktı. Ruski Mir (Rus Dünyası) hayali belki de hiç olmadığı kadar gerçeğe yakın duruyordu. Batı’dan gelen yaptırımlarsa Rusya ekonomisine etki etti. Ancak sanıldığı ölçüde, Rusya’nın korktuğu boyutta değil. 


Rusya o yaptırımlardan ders de alacaktı. Sanılanın aksine “Üç yaptırımla mı bizi dize getireceksiniz?” demedi Kremlin. Bir yandan Çin hattıyla görüşmeler sıklaşırken bir yanda da “küresel sisteme meydan okumak için, onun kurulu yapısını esnetmek için kendine yeter olmak gerekiyor” diyecekti. Tam da öyle oldu. 


Bugün Rusya dünyadaki en önemli tahıl üreticilerinden biri. Herkesin aklına petrol ve gaz geliyor olsa da örneğin buğday tedarikinde Rusya’nın küresel payı yüzde 20’ye yakın. Yani dünyada pişen her 5 ekmekten biri Rusya buğdayıyla üretiliyor. Ancak kendine yeter olma, başlı başına bir strateji olamazdı. Tam da bu nedenle bugün borsalarda çöküşlere, bazı emtia fiyatlarının rekor kırmasına neden olan politika, küreselleşme, karşılıklı bağımlılık adına ne dersek diyelim, Rusya’nın elini güçlendirdi. Yine de burada Rusya eli güçlensin diye mi dış ticarette ihracata ağırlık verdi? sorusuna evet ama tek neden değil demek gerekiyor. Aslında burada çoklu nedenler beraberinde  çoklu sonuçlar da getirdi. 


Rusya dünyanın en fazla petrol üreten üçüncü, en çok gaz üreten ikinci ülkesi. Aynı Rusya, altından tıbba hatırı sayılır bir meta olan paladyumun en önemli üreticilerinden biri. Küresel payı yüzde 35. Gübre üretiminde Belarus ile beraber küresel payı yüzde 40’ı buluyor. Nikel, alüminyum, bakır gibi metallerde payı düşük olsa da fiyatları alt üst edecek etkisi var. Elbette bu listeyi uzatmak da mümkün. 


YANLIŞ SORULAR EKSİK YANITLAR VE GELECEK


Rusya ekonomisi tanımlanırken kullanılan “İspanya kadar GSYH’si olan bir ülke niye bu kadar gürültü çıkardı?” sorusu bu anlamda yanıtlanmalı. Öncelikle belki soru doğru değildir. Ham madde sağlayıcısı, silah satıcısı diyerek nitelenen Rusya, ekonomi okumasından ziyade ekonomi politik okumayı gerektiriyor. Ham madde satıyor evet, ancak bu ülke dünyaya turp satmıyor, yoğurt ihraç etmiyor. En kritik sektörlerde hatırı sayılır paylarla sisteme entegre olmuş durumda. Bu noktada ekonomik verilerin güvenli sahasından eleştiri ve öngörü de pek ufuk açıcı olmuyor, zira rasyonel ekonomi mantığı Rusya’nın Ukrayna’daki işgaline bir yanıt üretemiyor. 

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali kabul edilemez, kimsenin bir başka ülkeyi hangi saikle olursa olsun işgal etmeye, o ülke halklarına hayatı cehennem etmeye hakkı da yok haddi de. Bu, “Ukrayna sanki bağımsız bir ülke mi ki” diyen için de geçerli, Irak’a demokrasi yağdıranlar için de. Afganistan’da arkasında enkaz ve yaşanmayacak hayatlar bırakanlar da listede elbet. Ancak sorulması gereken bir soru da burada es geçilmemeli, Rusya’ya dönük bu toplu yaptırım silsilesi, bu tuhaf vekaletimsi savaş, küresel ekonomi ve siyaset açısından ne söylüyor? Örneğin nasıl oluyor da Rusya yaptırımlar altında boğulmaya çalışılırken  Irak işgalinde bu, ABD için imaj kaybıyla kaldı? Peki Rusya ABD’nin yerinde olsaydı, aynı şey onun için de geçerli olmayacak mıydı? 

İşte bu soru uyarınca Rusya’nın Ukrayna işgali ve sonrasında yaşananlar ezberleri bir kenara bırakıp yeni sorgulamaları gerektiriyor. Eğer bu sorgulamalardan bir yere varılamazsa elbette Ukrayna ile Rusya’nın adları değişir.  Ve bizler gerçek insanların, gerçek hayatların son bulduğu zeminde  “ne uğruna?” sorusuna bir iç çekişten başka bir yanıt üretemeyebiliriz. 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
MÜHDAN SAĞLAM Arşivi
SON YAZILAR