Etik, Ahlak ve Kimlik

TEZCAN DURNA

Son zamanlarda, ülkece içinde boğulmakta olduğumuz pisliğin büyüklüğünden rahatsız olmaya başlayan bazı eski iktidar muktedirleri, “dindar Müslümanların ahlaken yaşadıkları sorunları” analiz etmeye, ya da bunları analiz olarak değil de, hem bir itirafname hem de timsah gözyaşları olarak okuma eğiliminde olanlara göre şecaatlerini arz etmeye başladılar. Pislik o kadar derin ve çok boyutlu ki, insan neresinden tutacağını bilemiyor haliyle. Bu değerlendirmeler, gerçekten ve içten bir özeleştiriye mi dayanıyor, yoksa yapılanları mazur göstermeye çalışan kaçamak yollar mı?


İnsan kendi yalanına inanmaktan en son kendisi vazgeçiyor

İnsan en rahat kendini kandırabiliyor aslında? Başkaları sizin söylediğiniz yalanlara, yanlış eylemlerinize, gerekçe gösterdiğiniz mazeretlere ilk başta inanmış görünür ve bu görüntüyü (zevahiri) ancak sizin elinizdeki güç kurtarabilir. Gücü elinizden kaçırdığınız anda size inanmış ya da kanmış görünenler hemen karşınıza dikilir. Bu nedenle insan eğer bir yalan söylüyorsa, ya da yanlışına bir kılıf uyduruyorsa en son kendisi vazgeçiyor bu yalana inanmaktan. İşte tam da bu nedenle bütün muktedirler halkın gözünün içine baka baka yalan söyler, ama aynanın karşısına geçip bu yalana önce kendisini inandırır. İnsan unutur, unutmak ister ve unuttukları ve hatırladıklarından bir harman yapıp kurduğu benlik hayalini önce içselleştirir, temellük eder. Yine bu nedenle inandıklarının yalan, kurduğu benliğin aslında bir hayal olduğunu en son kendisi kabul eder. Çünkü bu kabul her açıdan bir yıkım demektir.


Benliğin restorasyonu


Her yıkım yeni bir yapım sürecinin başlangıcıdır. İnsan kendi dışındaki nesneleri yıkarken cesur, kendini yıkarken çok korkaktır. Bir binayı kullanışsız hale geldi diye kolayca yıkıp yok eder. Bu yok edişin ardından yapılacak yeni binanın planını bile yapmaya gerek duymaz. Çünkü eski binayı restore etmek kolay değildir. En iyisi onu yıkıp yeniden yapmaktır. Ne var ki insanın kendini yıkma, kurduğu benlik hayalini yok sayma ve yerine yeni bir benlik hayali kurması bir bina yıkıp yapmaktan çok çok daha zordur. Çünkü bu yıkım ve yeniden yapım işi bir ego savaşının alanıdır. Bu alanda hem yıkımın hem de yapımın aktörü olarak rol almak hiç kolay değildir. İşte bu nedenle insan, benliği konusunda yıkıp yeniden yapma değil de onu restore etme eğilimindedir daha çok. Restorasyon ise, genellikle varlığı tümüyle yok edip yeniden yapma işi olmadığı için yeniden çok eskiden izler taşır. Restorasyon iyidir elbette, tüm geçmiş mirası bir çırpıda yok etmez. Ancak her restorasyon içinde biraz da olsa yeniyle eskinin birbirinin yerine kolayca geçebildiği, eskinin nerede bitip yeninin nerede başladığının pek anlaşılmadığı, yer yer eski figürlerin üstünün yeni görünsün diye alçıyla sıvandığı bir kiç (kitsch) haline dönüşebilir. Bunu Türkiye’deki antik buluntular ya da yapılara uygulanan bazı restorasyonları gözünüzün önüne getirdiğiniz zaman daha iyi anlarsınız. Özensiz restorasyon mu, yıkıp yeniden yapmak mı tercihinde bazen insan karşılaştığı manzaraya bakarak kolay karar veremeyebilir. Restorasyon adı altında karşınıza çıkan kiç sizi son kertede yıkımı tercih etmeye zorlayabilir.


İslamcı entelijansiyanın ikbal, konfor ve makam-mevki hırsı

Bu benlik hayali ile restorasyon ve yıkım-yeniden yapım metaforları, kimlik, özeleştiri, etik ve ahlak gibi kavramlar arasındaki ilişkiyi iyi kavramamız açısından önemli ip uçları verir. Öyle ki, kimlik bir benlik hayali, o benliği sorgulamak bir özeleştiri, bu özeleştirinin ardından varlığınızı yerleştirmeye çalıştığınız zemin ahlak ya da etik, bu ahlak ya da etiğin temeli ise sadece kimliği tanımlayan değerlere mi dayanır? Kimliği tanımlayan değerler çoğu zaman aşırı göreceli olduğu için, bu değerleri aşmak ve doğaya dayanan bir değerler sistemine ulaşmak gerekir. Bunu Jean Jacques Rousseau özellikle “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine” adlı eserinde, Friedrich Nietzsche “Ahlakın Soykütüğü” ve “İyinin ve Kötünün Ötesinde” gibi yazıldığı çağı aşan eserlerinde tartıştılar. Buradaki tartışmaları külliyen yanlış anlayan ya da yanlış anlamaya teşne politik hareketler oldu. Ancak elbette yazı yazanın niyetinden ziyade okuyanın niyetine teslim olduğu için kusur yazarda değildir. Okuyanın tiyneti yazarı kusurlu göstermez. 90’lı yıllarda, rejim eleştirisi yaparak, bir nevi “asrısaadet” hayali kuran ve kurduran İslami entelijensiya da aynı isim ya da isimlerden esinlenmişti. Sanırım bu konularla ilgilenen pek çoğumuz İslami düşün camiasının Nietzsche merakını acı bir tebessümle hatırlıyordur. Bütün bu yazar, düşünür ve onların fikirlerini nasıl işlerine geldiği gibi eklektik bir şekilde yorumladıklarını yirmi yılı aşan iktidarı sürecince Siyasal İslamcı bir partiye neredeyse koşulsuz destek veren pek çok İslamcı entelijansiyanın hali pür melalinden görebiliyoruz. İkbal, konfor ve makam-mevki hırsının nasıl tefekkür, irfan ve ahlaka galebe çaldığını bütün “mahalle sakinleri” görüyor, biliyor, duyuyor ama gözler, kulaklar ve idrak güçten dumura uğradığı için görülmüyor, duyulmuyor, bilinmiyor.

İki farklı ekol tek bir yola mı çıkar?

Etik tartışmaları içinde bana en ilham verici iki birbirini dışlayan cümle vardır. Birisi deontolog Kant’tan, diğeri ahlakı yerden yere vuran Nietzsche’dendir. Biri Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi başlıklı kült eserden, diğeri Ahlakın Soykütüğü başlıklı kışkırtıcı olduğu kadar sarsıcı olan ve aynı zamanda esaslı bir modernite ve rasyonalite eleştirisi yapan eserden. İlki eserin ilk cümlesi: “Dünyada, dünyanın dışında bile, “iyi bir istemeden” başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez.” (1) Kant bu cümleden sonra uzun uzun iyi bir istemenin hangi koşullara bağlı olduğunu serimler ve sonunda o ünlü “mutlak buyruk” (kategorik imperatif) kavramına ulaşır. Nedir kategorik imperatif? Herhangi bir dış koşula, iradeye ve insanın arzu ve isteklerine bağlı olmayan saf istemeye dayanan buyruk. İnsan öyle bir varlıktır ki, ahlaken doğru olana herhangi bir tanrısal irade, kendini aşan dışarıdan bir emir ya da arzu, haz ve isteklerine kulak asmaksızın da karar verebilir.
Ne var ki kendisinden yaşlı Kant diye bahseden Nietzsche, koşulsuz buyruğun “zalimlik koktuğu”nu ileri sürer ve ahlakın kökeninde alacak ve borç ilişkisinin yattığına dikkat çekerek şöyle tanımlar: “…yani sözleşmeler hukuku alanı, ahlaksal kavramlar dünyasının, "suç", "vicdan", "ödev", "ödevin kutsallığı" kavramlarının beşiğidir, - başlangıcı, yeryüzündeki tüm büyük şeylerin başlangıcında olduğu gibi, iyice ve uzun bir süre kanla yıkanmıştır (2) . Aslında her iki birbirini değilleyen görüşün de temelde, ahlakın ya da etiğin topluluk etosunu aşan, insanı topluluğa bağlayan değerlerin ötesine geçmeyi hedefleyen bir değer olması gerektiği vurgusundan hareket eder. Kant, bunu hümanizma üzerinden, Nietzche ise doğa üzerinden kurmaya çalışır. Aslında her iki görüş de içinde bin yılların içinden süzülen bir sağduyu barındırır: “Ahlak, vicdan, etik gibi değerler konusunda evrenselleştirilebilir bir ilkeye yaslanmazsanız, bu insanın öncelikle kendisini, sonra çevresini kandırmak için uydurulmuş safsatalara dönüşebilir ve uzun vadede toplumdaki bireylerin birbirine olan güvenini sarsar ve toplumsal birliğin dağılmasına yol açabilir. Nietzsche bunu fikri radikalleştirerek, Kant ise rasyonelleştirerek başarmaya çalışır.


Hem kendinin hem de toplumun at sineği olmak!


Bu her iki düşüncede bir şey daha göze çarpar. Aslında etik ile eleştiri temelde birbirinin yerine kullanılabilir. Zira etik her şeyden önce iyi ve erdemli bir yaşam için sürekli kendine çevrilmiş bir ayna gerektirir. Aynada görülen aksi sürekli düzeltmeye, onu yerine oturtmaya çalışmak öncelikle ağır bir kendi kendini eleştirme gayreti ve becerisi gerektirir. Misal Sokrtes’in Savunması tam da bu nedenle hem bir eleştiri hem de bir meta etik için kalkış noktası olarak görülür. Zira bu diyaloglardaki “muhayyel” Sokrates bir “at sineği” olarak sadece içinde yaşadığı toplumu rahatsız etmez, bu topluma verdiği rahatsızlık öncelikle kendinden duyduğu hoşnutsuzluğa dayanır. Eleştiri öncelikle kendini ikinci olarak da güçlüyü eleştiridir. Elbette her şeyin ötesinde içine doğduğu topluma ait olan ve aslında kendi bedenine de kaydolmuş doxa-yerleşik normları eleştiridir. Bu koşullarda, güçsüzü değil yine güçlüyü eleştiridir. Sıra dışındakini değil, genelin görüşünün, yani sağduyunun eleştirisidir. Güçsüzü ve sıra dışı görüşü eleştiri kolay olandır. Kendini eleştirmek de o kadar kolay değildir. Zira kendini eleştiri de sadece kendi egonu aşarak ve onu ezerek, eskilerin deyimiyle nefsini öldürerek yapılmak zorunda olduğu içir zor değildir. Kendini eleştiri aynı zamanda içinden geçtiğin deneyimler, karşılaşmalar, kesişmeler, duygudaşlıklar ve angajmanların da eleştirisidir. Siz misal kendinizi samimiyetle “ben zamanında şu diktatöre, şu despota destek verdim, ne büyük yanlışmış!” dediğiniz zaman, sadece özeleştiri yapmış olmuyorsunuz. Geçmişten bugüne/ana uzanan bir etik var oluşu da mümkün kılmış oluyorsunuz. İşte tam da bu yüzden etik bir var oluş kurmak eleştiriden ve özeleştiriden geçiyor.


Dışına çıkmadan evi yıkarsanız ne olur?

Yine siz içinde büyüdüğünüz, varlık bulduğunuz herhangi bir cemaati eleştirirseniz aslında yine sadece kendinizi değil sadece, cemaatin de dününü, bugününü ve geleceğini yerinden edersiniz. Eğer etkili ve samimi bir özeleştiri içerirse yaptığınız, sizin içinden geçtiğiniz cemaat bu eleştiriyle ya doğru yola gelir ya da bildiği yoldan devam edebilir. İçinden çıkıp hem kendinizi hem de hala ne içinde ne de dışında olduğunuza karar veremediğiniz cemaat ya da haydi diyelim topluluk eğri yolda gitmekte ısrar ederse, sizin yaptığınız eleştirinin içten olduğuna hem toplumu hem de kendinizi inandırabilmeniz için size kendinizi yıkıp yeniden yapmaktan başka yol kalmaz. Bu cemaat ya da topluluktan size geçenler, yani sizi siz yapan tüm unsurlar bir anlamda eski bir binanın depreme dayanıklı olmayan kolonları haline gelmiştir aslında. Artık benliğinizi sağaltmak ve böylece etik bir var oluş kurmak için sizi bir restorasyon kesmez, kendinizi yıkıp yeniden yapmanız gerekir. Bir evin dışına çıkmadan onu yıkarsanız enkazın altında kalırsınız. Enkaz sizi yutar ve enkazın altında kalan molozlardan farkınız kalmaz. Varlığınızı bir moloz yığını olarak sürdürmek istemiyorsanız, yeni bir etik-kritik var oluş biçimi yaratmak için yıkacağınız binayı önce terk etmeniz gerekir.


Hem gücün hem de ahlakiliğin konforunu aynı anda süremezsiniz

İşte mevcut iktidarın bir zamanlar etkili aktörleri olmuş, ancak bir şekilde sistemin dışına itilmiş politik aktör, sembolik seçkin ya da entelijansiya, adına ne derseniz artık önemli figürler içten bir eleştiri ve buna bağlı olarak hakiki bir etik var oluş kurabilmek için içinde bir zamanlar muktedirliğin tüm konforunu sürdükleri binanın dışına çıkmaları gerekir. Bu konforun hem sefasını sürüp hem de eleştiri getirerek ahlaki bir konum oluşturmak mümkün değildir. Zira sefasını sürdükleri muktedirliğin konforu esasında kendilerine ait olmadığı gibi, içine yerleşmeye çalıştıkları ahlaki zeminin konforu da onlara ait değildir. Böylesi bir ikilem kendilerinin de çok iyi bildiği gibi iki cami arasında beynamaz olmaya eşdeğerdir. Böylesi bir konum için bir tercihte bulunmak elbette çok zordur. İslami entelijansiya, uzun zamandır içine yerleştikleri konum itibariyle inançlarıyla konumlarını birbirinin içine geçirerek yaşıyorlar. Zaten modern zamanlarda dini inanç tam anlamıyla bir kimlik olarak deneyimlenmeye başlamıştır. Ne var ki kendini dindar ve inançlı diye tarif edenler bu kimliği toplumdaki diğer kimliklerden daha üstün bir kimlik olarak öne sürüyor. İşte tam da bu nedenle bu kimliğe yaslanan ahlaki konumla diğer toplumsal kimliklerin üstüne çıkmaya çalışıyorlar. Bu sayede hem kimlik siyasetinin seküler konforunu sürerken hem de kimliğe atfettikleri kutsallığın yaslandığı uhreviyatın konforunu arzuluyorlar. İslami politik figür ve entelijansiyanın hem muktedirliğin hem de ahlakilik ve eleştirelliğin konforunu aynı anda sürme arzusuna benzer değil mi bu konum? Oysa eleştirel ve ahlaki bir var oluşu bu konfordan vazgeçmeden oluşturmak mümkün değildir.


(1) Immanuel Kant (2002), Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, (Çev. Ionna Kuçuradi), Ankara: FSK, s. 8.
(2) Friedrich Nietzsche (2011), Ahlakın Soykütüğü: Bir Polemik, (Çev. Zeynep Alangoya), İstanbul: Kabalcı, s. 60

Önceki ve Sonraki Yazılar
TEZCAN DURNA Arşivi
SON YAZILAR