TEZCAN DURNA
Korkunun Pirus Zaferi
TEZCAN DURNA
Yıl ya 1992 ya da 1993, sanırım sömestr tatiliydi. İstanbul’da parasız yatılı olarak okuyan yaşça ve yaşam tecrübesi itibariyle benden biraz daha önde olan çocukluk arkadaşımla yine her zaman olduğu gibi bir araya gelmiştik. Ben İmam Hatip Lisesi’nin ya ikinci ya da üçüncü sınıfındaydım. Arkadaşımsa İstanbul’da nispeten köklü denilebilecek bir devlet okulunda okuyordu ya da çiçeği burnunda Ankara Hukuk öğrencisiydi. Benim ufkumu hem köy yaşamı hem de İmam Hatip Lisesi bir hayli dar tutmuştu, ama hayallere sınır yoktu elbette. Ergenliğin, gençliğin ve delikanlılığın verdiği her şeye ve herkese karşı merak daracık ufkumun sınırlarını zorluyordu. Elbette bu zorlamanın da sınırları vardı. Bu sınırlardan birisiyle ilk yüzleşmem arkadaşımın bana dinlettiği şiir kasetiyle gerçekleşti.
Resmi edebiyat kitaplarıyla, kendi arayışım sonucunda karşılaşabildiğim bütün edebiyatçıları ve bilhassa şairleri tanıyorum sanırdım. Ama ilk defa dinlediğim şiir kasetinde yine ilk defa tanıdığım bir şairle ve o içe işleyen sesiyle karşılaştım: Ahmet Arif. Ahmet Arif kasetten bize sesleniyordu: “Beşikler vermişim Nuh'a, Salıncaklar, hamaklar, Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır, Anadolu’yum ben, Tanıyor musun?” Bu dizeleri ilk duyuşumla birlikte korku ve hayranlığı aynı anda yaşadığımı hatırlıyorum. Dizeler o kadar etkili, ses ve yorum o kadar içe işleyiciydi ki, gençliğin verdiği tecessüs tutkusuyla birlikte kasetteki tüm şiirleri içer gibi dinledik arkadaşımla birlikte. Elbette O, muhtemelen yüzüncü kez dinliyordu. Neyse dinledikten sonra, ilk defa sesi ve dizeleriyle birlikte tanıdığım şairin kim olduğunu tahmin etmekle birlikte, daha detaylı olarak kim olduğunu arkadaşımdan dinledim. Şairin hikâyesini ve tabi ki şiirlerin hangi halkın hikâyesini anlattığını dinleyince sesi ilk duyduğumda hissettiğim korku, ürpermeye dönüştü. Bu ürpermenin kaynağı, hikâyenin bende uyandırdığı yasadışı bir iş yapıyormuş izlenimiydi. Yasadışılık hissi devletin yürüttüğü terörle mücadele söyleminin sonucuydu.
Geriye dönüp düşündüğüm zaman sanırım ilk defa orada söylemin insan üzerindeki gücünü net bir şekilde anladığımı söyleyebilirim. Kürt bir şair, bazı şiirlerinde geçen Kürt halkının mücadele hikâyesini dinleyince, dönemin Kürt Sorunuyla güvenlikçi mücadele söyleminde nasıl hapsolmuş olduğumu bana açıkça gösterdi. Bütün toplum, seksen darbesinden sonra “terörist” solun, seksenlerde başlayıp doksanlarda ayyuka çıkan “terörist” Kürt’ün mücadele edilmesi gereken haşere olduğu iddiasına teslim olmamış mıydı? Terörizm ve teröristin yarattığı korku iklimi çok uzun yıllardan beri toplumu bir açık hava hapishanesiyle bir tımarhaneye tıkmadı mı?
Türkiye’nin her bakımdan kader seçimlerinin tamamlanmasının üstünden neredeyse bir ay geçti. Bir ay öncesinde devam eden seçim kampanyalarında iktidar tarafı, toplumun tümünü terör kelimesinde billurlaşan ve neredeyse somut hale gelen duvarların arasına tıkmıştı. Bu duvarların taşı, tuğlası, çimentosu, kumu korku suyuyla sulandı, terör harcıyla karıldı. Duvarlar yükseldikçe yükseldi. Yükselen duvarların oluşturduğu hücrelerin içine hepimiz ya mahkûmlar ya da deliler olarak tıkıldık. Delirmeden seçimi atlattıysak sağlam sinirlere sahip olduğumuzdandır muhtemelen.
Aslında bu duvarların mazisi bir hayli eskiye dayanıyor. Terör, anarşizm, anarşiklik gibi kavramların tarihi yetmişlere dayanır ve fakat bu sözcüklerin ima ettiği ya da referans gösterdiği anlamlar Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar gider. Bu ete kemiğe bürünmüş, somut hale gelmiş, kaskatı kesilmiş bir söylemin eseridir. Bu söylem yabancı söylemidir. Yabancılığı illa ki Türk olmayan, Müslüman olmayan, bu coğrafyadan olmayan şeklinde anlamamak gerekir. Bu toprakların üzerine bina edilen Cumhuriyet, zihinsel anlamda gerçek bir cumhura dayanır. Cumhurun tasallutu, hem kültürel, hem dinsel, hem ırksal hem de zihinsel olarak bütün yabancılara teşmil edilmiştir. Modern cumhuriyet, her ne kadar seküler, laik ve bilimsel temellere dayalı bir toplum tahayyül etse de, bu tahayyülün sınırları “otantik” halkın ufuklarına kadardır. Halka medeniyet, bilinç ve zihinsel dönüşüm taşımaya çalışırken modern Cumhuriyet, refahı birinci planda tutmadığı için, tesanüt (sınıf fikrini inkâr eden dayanışmacılık) fikri bir yere kadar varmış, bir yerden sonra taşınmaya çalışılan medeniyet, halkla siyasal ve sembolik elitler arasındaki paradigmatik yarılmayı derinleştirmiştir. Yıllardan beri bu paradigmatik yarılma, halkın ağzından konuşup, halka dalkavukluk yaparken onu soymaya çalışanların, yani sağ popülistlerin ekmeğine yağ sürmüştür. Bu paradigmatik yarılmanın devlet nezdindeki en somut ve en işlevsel göstergesi yıllardan beri terörizm ve devletin bekası söylemleri olmuştur. İkisi birbirini sürekli değilleyen bu iki söylem, diyalektik bir sarmal içinde halkı yıllardır sağ popülistlerin ağına düşürmektedir.
İnsanın bilişsel muhakeme yetisinin üzerinde olağanüstü etkisi olan söylemi neredeyse bir bilimsel paradigma gibi değerlendirmek mümkün. Söylem ve söylemin yarattığı düzen, insanın elini kolunu bağlayabilir, daracık bir kabın içine neredeyse sıvılaştırılmış şekilde hapsedebilir, insanın fiziksel görüntüsünü dahi şekillendirebilecek kadar insanın benliğini yontabilir. Böylece belli bir söylem tarafından şekillendirilmiş ve belli bir kaba sıkıştırılmış insanın bu şekilden ve kaptan sıyrılıp başka bir şekle ve kaba girmesi mucize kabilinden bir olay olabilir. Bu mucizeyi, en kötü ihtimalle çok partili hayata geçişten, en iyi ihtimalle AKP iktidarının 21 yıl önce iktidara gelişinden bu yana yontula yontula, avutula avutula ve korkutula korkutula neredeyse taşa dönmüş seçmen kitlesi üzerinde gerçekleştirmek imkânsızdı; son seçimlerde Kemal Kılıçdaroğlu, CHP etrafında hayata geçirmeye çalıştı, fakat mümkün de olmadı. Kitleye sürekli yüklenen, sürekli hatırlatılan yerli yersiz korkular galebe çaldı, seçmen geleceğini aramak yerine korkuların yarattığı muhayyel geçmiş, kâbus dolu şimdi ve müphem bir geleceğe sıkışmış halde celladına sığındı.
Kuşkusuz cellada sığınan halkı suçlamak kolay. Suçlamak yerine, aslında temelde bir kimliğin pek çok kimliği kolonize etmesine dayanan Cumhuriyet fikrini devletin bekası, milletin bütünlüğü söylemleri ve bu söylemleri “tehdit eden” eşit yurttaşlık fikrine yaslanarak halkı bu fikir etrafında toparlanmaya çağırmayı başarabilmek gerekiyor. Devleti fetişleştiren ve eşit yurttaşlık fikrini sürekli devletin bekasına tehdit olarak tanımlayan Cumhuriyet fikrinden uzaklaşıp, gerçek ve çoğunlukçu olmayan bir cumhuriyet kurmaya cesaret etmek, bu köhnemiş korkuyu bertaraf edebilir. Yine bu fikrin etrafındaki kitleyi çoğaltmanın yolunun sağ popülistlerin kimlikler üzerinden ürettiği korkuyu tersinden yeniden üretmekten geçmediği ortada. AKP iktidarının kazandığı son zafer, aslında asıl meramı bu olmadığı halde Cumhuriyetin ürettiği yüz yıllık korkunun umut, bir arada özgürce yaşama ve eşit yurttaşlık fikrine sarılma arzusuna galebe çalmasından ibarettir. Yine AKP’nin yarattığı tek adam rejimi, Cumhuriyetin çoğunlukçuluk şeklinde anlaşılan cumhur tasallutunun ürettiği korkuların sınırlarına ulaşmasından ibarettir. AKP ve onun başındaki tek adamın kazandığı son seçim zaferi, tam da bu nedenle korkunun Pirus zaferidir ve bu zafer yine yeniden bu ülkenin hala barış içinde ve gerçek demokrasi arzusuyla umudunu diri tutmaya çalışan büyük çoğunluğunun inanmakta inat ettiği dönüm noktası hakkında bir yol daha açmıştır. Bu yolda inatla yürümek ya da korkuya teslim olmak arasındaki seçim bu inadı diri tutacak olan geniş halk kitlelerinin seçimi olacaktır.