Babalar, abiler, bacılar, namuslar

TEZCAN DURNA


Karma eğitimin tartışıldığı, ailelerin karma eğitimden rahatsız olduğu için kızlarını okula göndermekten imtina ettiğini laiklik ilkesine göre kurulmuş bir hukuk devletinin Milli Eğitim Bakanının dile getirdiği şu sıralarda aklıma bir hayli küçükken kuzen ablalarımdan dinlediğim bir olay geliverdi. Bahsedeceğim bu olay, tahminime göre ya yetmişlerin sonu ya da seksenlerin başlarında vuku bulmuş olmalı. Elbette olayın Türkiye’nin Akdeniz Bölgesinin dünyaca tanınan kenti Antalya’nın kuzeybatısındaki bir Alevi-Bektaşi köyünde geçtiğini hatırlatmayı unutmadan devam edeyim. Alevi-Bektaşi Köyü diye pek çok insan olumlu bir önyargıya sahip olmalı. Ancak benim çocukluğumda kadınların köyün içinden geçerken yerel ağızla meyze denilen renkli çarşaflara büründüğünü çok net hatırlıyorum. Varın siz bu manzaradan bu köyün ne kadar “medeni-ileri” olduğunu takdir edin. Elbette medeniyet denilen kavramı çizgisel bir bakışla değerlendirmemek gerektiğinin farkındayım. Her şeyi tarihsel bağlamı ve toplumsal dinamikleri içinden değerlendirmek gerekir.

Doksanlı yılların başlarında üniversiteyi kazanmış eski softa, yeni seküler bir genç olarak Almanya görmüş, yılbaşlarında bira içen, mutlaka yılbaşı sofrasına hindi alan, beş vakit namazına değilse bile mutlaka Cuma ve Bayram namazlarına devam eden, yalnız oruca meyli hiç olmamış tipik bir Anadolu Müslümanı olan babamla farazi kız arkadaşım ya da müstakbel eşimle köy kahvesine gideceğimi söylediğim için yaptığımız tartışmayı da hiç unutmam. Daha vuku bulmamış, ama vuku bulmasını hayal ettiğim bir olayı dile getirdiğim için babamla saatlerce tartıştığımızı anımsarım. Babamın Almanya’dan köye turistik bir gezi vesilesiyle gelmiş olan bir Alman kadınla köy kahvesinin ortasında şevkle Almanca konuştuğu da hiç aklımdan çıkmaz. Zira bahse konu Alman kadın çektirdiği fotoğrafı sonradan adresimize postalamıştı ve yıllarca babamın o fotoğraftaki neşesi canlı bir şekilde gözlerimin önünde durdu. Kim bilir o fotoğraf şimdi nerelerdedir? Neyse mevzuyu yine babamdan bir türlü çıkaramadım. Baba oğul arasındaki sevgi, hayranlık ve oğulun babanın çelişkilerine karşı duyduğu hınç hiç olmadık anı parçalarında bile ortaya çıkıyor belli ki. Yine bu çelişkiler baş göstermiş olmalı ki, hiç yoktan mevzuyu yine babamın etrafında döndürmeye başladım. Aslında pek de hiç yoktan olmadığını konuyu nereye getirdiğimi anlatınca anlayacaktır saygı değer okuyucu.

Benim bildiğim köyün ilk kadın öğretmenlerinden Rahime Öğretmen, annemin kuzenlerinden biri. Ailenin tek kız çocuğunu nasılsa ve nedense öğretmen okulunda okutmuşlar ve o da öğretmen olup doğup büyüdüğü köye öğretmen olarak tayin edilmiş. Köyün standartlarına göre, belki de eğitimin verdiği özgüven ve farklılık nedeniyle bir hayli “çılgın” sayılabilecek fikirlere sahip, tek kızının adını akıbetini pek de bilmediğimiz kocasının da etkisiyle Devrim koymuştu. Profil sahiden de çok sıra dışı. Bu yetim kızdan başka adı Devrim olana hiç rastlamadım köyde. Bahse konu öğretmen, benim büyüklerimin hepsinin öğretmeni olmuş ve hepsine de oldukça eğlenceli hatıralar bırakmıştır. Ben okula başladığımda çoktan tayini köydeki okuldan başka bir okula çıkmıştır zaar. Çocukluğum bu sıradışı öğretmenin bıraktığı eğlenceli anekdotları dinleyerek geçti. İşte o anekdotların en çarpıcısı şöyle: Artık hangi resmi bayramda geçtiğini belki anlatanların da anımsamadığı bir resmi bayramda geçiyor olay. Bu “çılgın” öğretmen, bayramın coşkusunu daha da arttırabilmek için kızlı erkekli bir dans gösterisi icra etmek istiyor okulun bahçesinde. Bahçe hala aynı ama bahçenin içine yapılan binalar elbette değişti. Anekdotu anlatan kuzen ablalarımdan en matrak olanı. Elbette ben onun kadar matrak anlatabilemem olayı. Mühim olan matraklık değil, ibretlik zaten. Dans gösterisi olanca hızıyla ve mahcubiyetiyle sürerken, gösterinin kız partnerlerinin abileri okulun dışından hem derin bir tecessüs hem de habis bir kıskançlıkla izliyorlar. Elbette dansın erkek partnerleri de aslında köyün çocukları. Matrak kuzenin anlatımına göre, dışarıdan izleyen abiler bir yandan öğretmeni kollarken, diğer yandan kız kardeşlerine göz belerterek tehdit ediyorlar. Kızlar çekingen el tutuşlar ve bel kavrayışlarıyla, bir yandan öğretmenin yüreklendirmesine kulak verirken, diğer yandan da abilerin göz belertmelerine dikkat kesilmekte. Ne var ki bu iki arada bir derede hal içinde dans gösterisi bitmiş, kızlar eve vardıkları zaman abilerinden esaslı zılgıtlar belki de sumsuklar yemişler.

Bu anekdot anlatılırken, iş biraz genç kız sulu zırtlaklığıyla sulandırılsa da, işin aslında ne kadar ciddi olduğu okul bitip, kızlar kızlıklarıyla, oğlanlar erkeklikleriyle baş başa kalınca anlaşılmaktadır. Elbette öğretmen her ne kadar köyde meskûn bir ailenin mahdumesi olsa da, hükmü okulun süresi ve sınırları içinde geçmektedir. Okul bitince hüküm de, yetki de bitmektedir. Belki de bu tikel anekdotun Türkiye’nin modernleşme tarihinin mikro pratiklerinin en çarpıcılarından birisi olduğunu yıllar sonra okudukça ve öğrendikçe anlıyorum. Öğretmen modernleşme simgesi, İmam dini otorite, muhtar eşrafın sesi. Bu üç figürün üstlendiği roller arasındaki çelişki bugün o kadar keskin mi emin değilim. Ama bir şeyden eminim ki, bugün hala karma eğitimden rahatsızlık devletin politik ve bürokratik otoriteleri tarafından bu derece fütursuzca dile getirilip, bu rahatsızlığı ortadan kaldırmayı meram eden düzenlemelere başvurulacağı vaat ediliyorsa, asıl sebep abiler, babalar ve onların namus anlayışındadır. Din, diyanet bir yana bu anlayış Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin üstünden bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen büyük bir değişikliğe uğramamıştır. Dindar ve herhangi bir cemaate dâhil olmayan, toplumun vasatı içinde yaşamını sürdüren sıradan bir abi, hala kız kardeşlerinin namusundan mutlak olarak sorumlu hissediyor; herhangi bir sıradan baba, oğlunun herhangi bir kız-kadınla münasebetini gururla dillendirebilirken, sokakta tanımadığı bir erkekle el ele gördüğü kızını eve gelince öldüresiye dövebiliyor, belki de öldürüyor.

Bunun somut ve kıyıcı örneklerini her geçen gün acıyla görüyoruz. Sokak ortasında bilmem kaç yerinden bıçaklanarak öldürülen, boşanmayı reddeden kocanın hışmından kurtulamayıp ailesiyle birlikte kurşuna dizilen kadınlar her gün üçüncü sayfaları “süslüyor”. Bu derece vahim olmayan, yani ölümle sonuçlanmayan kadına yönelik erkek şiddeti olaylarını ise belki en yakınları bile duymuyor, ya da duymazdan geliyor. Dinin ve dogmaların bütün bu tartışmalar ve olup bitenlerde hiç payının olmadığını dile getirecek kadar safdil değilim elbette. Ancak, mevzuyu tek başına bir dini köktenciliğin artışıyla açıklamaya çalışırsak, toplumun derin köklerindeki ataerkil zorbalığın payını göz ardı etmiş oluruz. Kuşkusuz bütün bu değer yargılarını ilmek ilmek birbirinden ayırmak mümkün değil. İç içe geçmiş bir değerler sisteminden bahsediyoruz. Ancak bu değerler sisteminin dile dökülmesi ve fiili bir hal almasının başat aktörleri yine erkekler ve karma eğitimden rahatsızlığı dile getirenler de yine erkekler. Başörtüsünü nasıl erkek iktidarlarının aparatı olarak kullanıp, kadınları siyasi mücadelelerinin “mayın eşeği” gibi öne sürdülerse, yine adları farklı ama tıynetleri aynı olan erkekler karma eğitim konusundaki “toplumsal rahatsızlığı” kadınlar üzerinden dile getiriyorlar. Kadınlar yine toplumu bir arada tutan en temel ilkelerden birisi olan laiklik ilkesini tümüyle ortadan kaldıracak ve yine bizzat kadınları mutlak bir tahakküme mahkûm edecek bir uygulamayı hayata geçirmeye hazırlık için “mayın eşeği” gibi öne sürülüyor. Mayınların temizlenip tertemiz bir toprağa kirli zihniyetlerinin tohumlarının ekilmesi için bizatihi kadınlar araç olarak kullanılıyor.

Bu tartışmaları başlatanlar, bu tartışmalar üzerinden yasal düzenlemeler, kararnameler, yönetmelikler hazırlayanlar büyük ölçüde çok az sayıdaki erkeklerden oluşuyor. Erkekler, kadınların başörtülerini, bedenlerini, cinselliklerini, sevmelerini ve ilişkilerini kendi meseleleri olarak görüyorlar. Bu görüşü tek başına köktenci din anlayışıyla açıklamak mümkün değil. Son seçimle oluşan meclis kombinasyonu gerici bir zihniyetin aynası olarak görülebilir. Bu gerici zihniyetin temsilcilerini içinde yaşadığımız toplumdaki muhafazakâr seçmen kitlesi seçmiş olabilir. Şimdi şu soruyu sormanın zamanı çoktan gelmiştir: Kendini seküler, laik, dindar olmayan olarak tanımlayan karşı seçmen kitlesinin içindeki erkeklerin kaçı, kızının, eşinin, yakınlarındaki herhangi bir kadının namusundan kendini sorumlu hissetmiyor? Yani karma eğitimden rahatsız olan kitlelerle kadınların namuslarını kendi sorumluluk dâhilinde gören seküler (dindar, muhafazakâr olmayan, herhangi bir cemaate dâhil olmayan, sıradan erkek yurttaşlar) erkeklerin zihniyetleri arasında belki de çok ince bir çizgi var. Tam da bu nedenle, toplumun azınlık bir kısmının itiraz ettiği karma eğitime bu zihniyet benzerliği nedeniyle fazlaca tepki gösterilmiyor. Toplumun sıradan yurttaşları, kadınların kendi kararlarını alabilecek, kendi bedenlerinden ve kararlarından sorumlu eşit yurttaşlar olduğunu kabul etmedikleri sürece, toplumun azınlığını oluşturan cemaatlerin erkek aktörlerinin böylesine köktenci kararlar alıp yasalar yapılmasını sağlamasına yeterince itiraz gelmeyecektir. Bu ikiyüzlülüktür ki, kendini kadınların sahibi olarak gören az sayıdaki siyasetçi, bürokrat, din adamı kisvesi altındaki erkeklerin diledikleri gibi at oynatmasına fırsat vermektedir.

Aslında İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmasından Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesini öngören 6284 Sayılı Kanun’na yönelik öfkeye kadar varan, son olarak da karma eğitimi yasal olarak da ortadan kaldırmayı hedefleyen tartışmaların tümü, son yıllardaki kadın hareketinin cesur mücadele azmine karşı öfkenin göstergeleridir. Başı açık ya da başı örtülü fark etmeksizin artık eskisinden daha fazla kadın, erkeklerin malı olmadığını erkeklerin suratına karşı öfkeyle haykırıyor. Bu öfkenin sel olup kifayetsiz ama etkili ve yetkili erkekleri önünde süpürmesini engellemek için ön alma çalışmasının bir parçası olarak görmek gerekiyor bu son tartışmaları. Ancak öfke sistematik ve bir o kadar cesur şekilde hedefine yönelirse bunun önüne geçmek mümkün değildir. Yıllardır baskı altındaki İranlı kadınların mücadele azimleri buna örnektir. Erkeklere düşen tek görev, bu mücadele sırasında kadınların arkasında değil yanı başında durmaktır. Kadın hakları mücadelesi sadece kadınların değil, erkeklerin de hakları ve genel olarak hukuk mücadelesinin bir parçasıdır zira.

Önceki ve Sonraki Yazılar
TEZCAN DURNA Arşivi
SON YAZILAR