HAZAL DENİZ KAYA
Tereddüt Çizgimiz
HAZAL DENİZ KAYA
Selman Nacar’ın İki Şafak Arasında filminden sonra yeni filmi Tereddüt Çizgisi prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yaptıktan sonra 43. İstanbul Film Festivali’nden en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu ödülleriyle döndü.
Filmin başrolünde Tülin Özen, bir ceza avukatı Canan’ı canlandırıyor. Annesinin hastalığı ve koma süreciyle beraber yönetmenin de doğduğu Uşak’a dönen Canan’ın uzun süredir savunduğu cinayet zanlısının karar duruşmasına hazırlanmasını ve filmin merkezine yerleşen yargılanma sürecini izliyoruz.
Filmde Türkiye sinemasından aşina olduğumuz birey, coğrafya, yargı-sistemi içerisinde farklı ‘tereddüt çizgileri’ne tanıklık ediyoruz. Aşina olmadığımız ve bence filmi özel bir yere oturtan şey ise, taşraya dönen aydın erkek yerine, yargı sistemi içinde kendi tereddütleriyle var olmaya çalışan bu sefer aydın bir kadın karakterin kararlarını ve kararsızlıklarını perdeye taşıyor olması.
Canan bir yandan beyin ölümü gerçekleşmiş annesinin hayat desteğinin çekilmesi kararını vermeye, bir yandan da geçmişte ailesini Uşak’ta bırakıp İngiltere’ye, İstanbul’a gitmesiyle, annesi için yaptıkları ve yapamadıkları ile yüzleşmeye çalışıyor. Canan’ın kendisine yüklediği, belki de hala annesiyle ilişkisini kuran ‘avukat çıkmak’, ‘iyi insanların haklarını savunmak’ beklentileri sessiz, duyamayan, göremeyen bir bedene takılıp duruyor aslında.
Ancak Canan’ın film boyunca beyin ölümünü kabullenmek zorunda kaldığı sadece annesi değil, filmin görünmeyen, kalbi atan ama karar veremeyen, ayağa kalkamayan başka bir karakteri var: “Türkiye yargısı”. Mahkeme sahnesinde Canan’ın güçlü iyimserliğinin, kararlı duruşunun, işini doğru yapan azimli bir kadının savunmasını kesen yıkılan tavan gibi, filmin tüm atmosferi Türkiye’deki adalet sisteminin liyakat sorununu, çürümüşlüğünü ve menfaatler altında ‘su basmışlığını’ yansıtıyor. Minaresini rüzgarda kaybetmiş bir cami, yaklaşmakta olan ama bir türlü gelmeyen fırtına, her yeri dökülen eski bir adalet sarayı…
Filmin ikinci yarısında Canan’ın haklarını savunmaya çalıştığı Musa’yla ilgili gerçekleri öğrenmesiyle, bu sistem içerisinde çaresiz kalma hissinin Canan’ın bedenine kadar sıçradığını görüyoruz. Yozlaşmış düzene, yitik hayatlara, dokunulmaz zengin bir fabrikatörün kadın şiddetini örtbas edebilmesine, sessiz savcılara, belediye başkanlarına, birbiri içinden senelerdir geçerek büyümüş bu düğüme karşı güçsüz hissediyor Canan, durduramıyor burnunun kanamasını.
Filmin ismiyle uygun izleyeni sürekli tereddütte bırakan yapısının, cinayeti aslında kimin yaptığını bilmememiz, tanığın o gün neden duruşmaya gelmediği, Canan’ın annesinin gerçekten bir daha hiç uyanıp uyanmayacağı ve bağışlanan organların kime gideceği, bizi de bu sistemsel çaresizliğe ortak ediyor.
Türkiye’de işini doğru yaptığını düşünen, ya da her zaman verilen kararları eleştirse de olan bitene dışarıdan bakan bir avuç insanın “adaletin er geç tecelli edeceği”ne inanarak kendini rahatlattığı bir atmosfer var, aynı Canan’daki gibi. Her şeyi doğru yaparsa, sonuçlarının da doğru olacağına dair bir inanç…İşte yönetmen tereddüt çizgisini çizen bu bilinçli tercihleri ve sinemanın büyülü ortak edebilme becerisiyle, bizim de seyirci olarak iyiyle kötü, doğruyla yanlış arasında, ya da bildiğimiz doğruları alıp götürecek yaklaşan fırtına karşında, o kadar da dışarda, azade olmadığımızı gösteriyor.
Filmin, her karaktere eşit bir uzaklıkta yaklaşması ve senaryoda karakterlerin geçmişleriyle ilgili sınırlı bilgi sunması, gösterdikleri ve gizledikleriyle sürekli tereddüt uyandıran yapısı, ‘suçlu’ ve ‘masum’ ayrımının bu sistem içerisindeki imkânsızlığını bize yansıtıyor. Kamera ‘gri’ mekanlarda dolanıp duruyor bu yüzden… Canan karakterinin, annesinden ve davasından ülser olacak kadar vazgeçememesi; giderek artan hastalığı ve acısı, coğrafyadaki yaklaşan fırtına ve su baskınlarıyla, sistemde ise geciken bürokrasiyle, satın alınabilen adalet timsali bürokratlarla betimleniyor. Canan'ın davası mekâna, mekanların köhneliği ve yıkılmışlığı ise Canan'a, bireye sinsice sirayet ediyor.
Tülin Sözen’in özellikle duruşma sahnelerinde gösterdiği etkileyici oyunculuk ve yönetmenin yan karakterlerle zenginleştirdiği atmosfer seyirciyi ilk sahnesinden itibaren içine alıyor. Benim bu hikâye içerişinde en sevdiğim yönlerden bir diğeri de alışkın olduğumuz yurt dışından, şehirden gelip kendine, taşraya yabancılaşmış erkeklerin ağdalı laflarıyla bezediği burnu havada- sıkışmış erkek havasındansa, toplum tarafından yabancılaşmaya, bekletilmeye, çaresiz hissettirilmeye alışmış bir kadın karaktere daha hayatın içinden bir senaryonun eşlik etmesi oldu.
Canan, annesinin organlarının bağışlanması kararını vermeye hazırlanırken, 'ya organlar kötü birine giderse' diye sormadan edemiyor. Annesinin organları iyi olan bir başkasına umut olabilir mi... Türkiye'nin beyin ölümü gerçekleşmiş yargı sisteminde Canan gibi avukatlarla yeni bir gelecek umudu olabilir mi...
Yeğenini yaşatmak isteyen duruşma hakiminin Canan’a “biz bu konuşmayı hiç yapmamış olalım” sözündeki sahte ilkeselliğin gölgesinde, Canan'ın kendisini de düğümün bir parçası haline getiren seçimi, bizi de geleceğe, bu ülkeye, umuda dair tereddütte bırakıyor.