ALEV ÖZKAZANÇ

ALEV ÖZKAZANÇ

İstanbul Sözleşmesi'ne itirazlar: Truva Atı suçlaması ve alternatif sözleşme girişimleri

Türkiye ile Doğu Avrupa ülkeleri arasında karşı-hareketin içinde yer aldığı bağlamla ilgili çok önemli bir fark daha var ki aynıymış gibi görünen retoriklerin aslında farklı işlevler görmesine neden oluyor. Şöyle ki: Avrupa ülkelerinin hepsinde ama özellikle Doğu Avrupa’da karşı-hareketler, büyük ölçüde Avrupa Birliği’ne ve AB hukukuna dair itirazları dile getiriyorlar. AB karşıtlığı o kadar merkezi bir tema ki toplumsal cinsiyet ideolojisi, “Brüksel kaynaklı Ebola” gibi görülüyor.

İstanbul Sözleşmesi karşıtlığında da bu mesele çok kritik bir role sahip. Çünkü Sözleşme, AB hukukunu iç hukuka dayatan, egemenlik haklarını zedeleyen, anayasaya aykırı kavramları iç hukuka sinsice sokan bir “Truva Atı” olmakla suçlanıyor. Bu nedenle Doğu Avrupa’daki tartışmalarda meselenin hukuki boyutu ciddi bir yer kaplıyor ve toplumsal cinsiyetin yasal tanımları üzerinde yapılan tartışmalar gündemi kaplayarak özgül etkiler yaratıyorlar. Sözleşmenin, diğer “sapkın yasaları” yerel hukuklara zorla sokacağı, eşcinsel evlilikleri yasallaştıracak, aileyi yıkacak, çocukları cinselleştirecek, pedofiliyi yasallaştıracak ve cinsiyet kimliklerini toptan yokedecek yeni yasal düzenlemelere kapı aralayacağı iddia ediliyor. Bu argümanların bir sonucu olarak karşı-hareketin içinde hukukçular çok etkin biçimde rol üstleniyor ve bir tür “anayasayı koruma hareketi” olarak örgütleniyorlar. Bu vesileyle toplumsal cinsiyet ve ilgili kavramların yasal olarak ne anlama geldiğine dair yorum ve içtihatlar üzerinden politik tutumlar belirleniyor.

BULGARİSTAN ANAYASA MAHKEMESİ “TOPLUMSAL CİNSİYET”E KARŞI

Bu çevrelerin etkisi sonucunda örneğin Bulgaristan’da Anayasa Mahkemesi 2018’de Sözleşme’nin anayasaya aykırı olduğuna hükmetti. Mahkeme, Sözleşme’nin iyi yanları olmakla birlikte, içinde bir çelişki barındırdığı, ikinci bir katman oluşturduğu ve bu nedenle orijinal amacından (kadına şiddetle mücadele) uzaklaştığına dair bir yorum yaptı. Buradaki sorun, Sözleşme’de geçen “toplumsal cinsiyet” (gender) ve “cinsiyet kimliği” (gender identity) kavramlarına dair rahatsızlıktan kaynaklandı. “Toplumsal cinsiyet” kavramının hatalı bir şekilde Bulgarcaya sex diye çevrilmiş, başka bir yerde de social sex diye çevrilmiş olması durumu, Sözleşme sanki bir “üçüncü cins” kategorisi yaratıyormuş gibi yorumlandı. Daha önemlisi, “toplumsal cinsiyet” kavramı, “kişisel ve öznel tercihlere bağlı değişken bir şey” olarak görüldü ve “toplumsal cinsiyet kimliği” ile aynı şey olarak değerlendirildi. Mahkemeye göre, Sözleşme’nin “gizli gündemi” tam olarak buydu ve Bulgar Anayasasının varsaydığı “kadın” ve “erkek” tanımlarına uymuyordu. Ayrıca bu kavramların muğlak olduğu ve hukuk devletinin yasal kesinlik ilkesine de aykırı olduğu belirtildi. Sonuç olarak Mahkeme, anayasada kadının toplumsal rollerinin “anne”lik üzerinden tanımlandığı yorumunu yaptı. Dahası, eşitlik ilkesinin geçerli olması için iki farklı cinsin var olması gerektiğini, ama Sözleşme’de kadın ile erkek arasındaki fark muğlaklaştığı için kadını şiddete karşı korumanın da mümkün olmayacağını ileri sürdü.

TÜRKİYE’DE TRUVA ATI RETORİĞİNİN KULLANIMI

Türkiye’de de Sözleşme karşıtları, işte bu Truva Atı retoriğini kullandılar. Onlara göre de Sözleşme kadına şiddetle mücadele kisvesi altında aslında “eşcinsel sapkınlığın” tanınmasına giden yolu açıyordu. Nitekim çekilme kararında da tam olarak bu etkili oldu. KADEM’in yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verilmişti: “İstanbul Sözleşmesi kadına şiddetle mücadele için önemli bir girişimdi. Geldiğimiz noktada zemininden koparılmış ve toplumsal bir gerilim öznesi haline dönüştürülmüş durumda. Verilen fesih kararını da bu gerilimin bir neticesi olarak okuyoruz”. Bu açıklamadaki “zemininden koparılmış olma” ifadesi, Sözleşmenin orijinal amaçları dışına “sapmış” olduğu anlamına geliyordu. T.C. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın açıklamasında ise durum çok açık olarak ifade edilmişti: “Başlangıçta kadın haklarının güçlendirilmesini teşvik etmeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir. Türkiye’nin sözleşmeden çekilme kararı alması da bu nedene dayanmaktadır”.

Ayrıca Avrupa ülkelerine benzer şekilde bizde de çekilme kararı sonrasında bolca iç hukuk vurgusu yapıldı; şiddetle mücadelede kendi yasalarımızın yeterli olduğu söylenerek küreselleşme karşıtı ve AB karşıtı hisler kaşınmış oldu. Ancak tüm bunlar büyük ölçüde boş laf olarak kaldı, çünkü AB ülkesi olmayan bir ülkede bu tür hukuki anlamda AB karşıtlığının da pek bir anlamı yoktu ve dahası geri planda ciddi bir hazırlık oluşturan hukuki ve anayasal tartışmalar bizde gerçekleşmemişti. Tam da bu yüzden KADEM’inki gibi açıklamalar aslında bize ait olmayan, pek kimsenin de haberdar olmadığı dışsal tartışmalara referans vermekle yetiniyordu. Sonuç olarak, zaten geri planında iyi bir hazırlık olmadan, güçlü bir toplumsal talebe ve desteğe dayanmadan alelacele alınan çekilme kararının tam olarak neden alındığı belirsiz kaldı. Öyle ki çekilme kararının hemen ardından toplanan AKP Kongresinde yaptığı konuşmada Erdoğan, Sözleşme’nin adını bile anmadı.

ANKARA SÖZLEŞMESİ Mİ DEDİNİZ?

Çekilmeden sonraki süreçte en şaşırtıcı olan, Sözleşme’nin yerine, ona alternatif bir Ankara Sözleşmesi hazırlandığının duyurulması oldu. “Toplumda kutuplaşmaya ve gereksiz gerginliğe neden olduğu” söylenen Sözleşme’den çekilmenin hukuki korumada azalma anlamına gelmeyeceğini defalarca tekrarlayan hükümet (buna kendisi de pek ikna olmamış olacak ki) daha üstün bir Sözleşme (Sözleşme mi Mutabakat mı ne olduğu pek belli olmayan) bir hukuki belgeyi kadınlara vaat etti. Bu hazırlığın ne aşamada olduğuna ve neleri içerdiğine dair hiçbir fikrimiz yok henüz ama bu fikrin de pek orijinal olmayıp Doğu Avrupa’daki karşı-hareketin dağarcığından devşirildiğini gözlemek mümkün. Taklit mahiyetindeki bu girişimin nasıl sonuçlanacağını (ya da kadük kalacağını) anlamak için isterseniz şimdi Doğu Avrupa’daki gelişmeye biraz bakalım.

POLONYA’NIN ALTERNATİFİ: AİLE HAKLARI SÖZLEŞMESİ

Alternatif bir Sözleşme yapma girişimi, Polonya merkezli olarak son yıllarda gündeme geldi. 2020 yılında Polonya Başbakanı hem aile haklarını koruyan hem de şiddete karşı daha iyi bir koruma sağlayan uluslararası yeni bir Sözleşme girişimini duyurdu ve komşu ülkelere de (Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Slovakya) bu konuda çağrı yaptı.

Bu alternatif sözleşmenin taslak hali birkaç yıl önce Polonya’daki bir dernek tarafından hazırlanmış ve tartışmaya açılmıştı. Ordo Iuris (Hukuki Düzen) adlı bu örgütün çalışmaları önemli, çünkü Polonya ve çevre ülkelerdeki Sözleşme karşıtlığının ve karşı-hareketin diğer hedeflerinin yasal zeminini bu çalışmalar hazırladı. Bu örgüt kendi amacını, “toplumun temellerini ve mevcut anayasayı tahrip eden radikal ideolojilere karşı Anayasayı korumak için aktif mücadele vermek” olarak tanımlıyor. Aynı zamanda “ulusal hukuka müdahale eden AB’ye karşı ulusal bir hukuki düzen” fikrini savunuyor.

Derneğin hazırladığı yeni Sözleşme önerisi Aile Hakları Sözleşmesi adını taşıyor ve giriş bölümünde (dünyadaki pek çok anayasaya referansla) ailenin toplumun temeli olduğu, devleti öncelediği ve kamu otoritesi karşısında özerk olduğu vurgulanıyor. Aile, evlilik, aile hakları, çocuğun yüksek yararı ve aile içi şiddet kavramları sözleşmenin temel kavramları olarak tanımlanıyor. Sözleşmede, evlilik kadın ile erkek arasında birlik olarak; aile, evlilik bağı ve kan bağıyla oluşan bir topluluk olarak ve cinsiyet (sex) de kadın ile erkeği nesnel olarak ayırt etmeyi sağlayan biyolojik bir özellik olarak tanımlıyor. Kürtajı da reddeden Sözleşme, aile haklarını özellikle çocukların eğitimiyle ilgili haklara ağırlık vererek ayrıntılı olarak belirtiyor. Bu sözleşme İstanbul Sözleşmesi’ne alternatif olarak düşünüldüğü için ev-içi şiddet konusunu da ayrıntılı olarak ele alıyor. Bunu yaparken, İstanbul Sözleşmesi’ne egemen olan toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin yokedilerek geri kalan teknik korumaya dönük pek çok maddenin (bizzat Sözleşmeye de referans verilerek) korunmuş olması ilginç. Sonuç, “toplumsal cinsiyet”den arındırılmış ve ev-içi şiddet sorununu tamamen ailenin korunması perspektifi içine yerleştiren bir metin.

Ordo Iuris, Polonya’da kürtaj hakkının sınırlanmasında da çok etkili oldu. 2017’de Polonya’da 100 milletvekili tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülen davada, kürtajı düzenleyen mevcut yasanın anayasaya aykırı olduğu savunuldu. Dernek, uzun süredir yaptığı lobi faaliyetinde, “öjenik kürtaj” dediği şeyin anayasa ve uluslararası hukuka aykırılığını savunuyor, “annenin doğmamış çocuğunu öldürme hakkı diye bir şey olamaz” diyordu. Mevcut yasanın, fetüsün ciddi derecede ve yüksek olasılıkla zarar görmüş olması gerekçesiyle kürtaja izin veriyor olmasının yaşam hakkının ihlali olduğu ileri sürülmüştü (ayrıca yasa, yaş ve engellilik üzerinden yapılan bir ayrımcılık olarak da görüldü). O zaman gündeme geldiğinde kitlesel protestolar nedeniyle geri çekilen öneri, 2020 yılında Mahkeme tarafından kabul edildi ve zaten çok sınırlı olan kürtaj hakkı, annenin hayati riski ve tecavüz dışında kullanılamaz hale getirildi. Derneğin karşı çıktığı gelişmelerden bir diğeri de AB’nin eşcinsel partnerlerin diğer AB ülkelerinden çocuk evlat edinebilmelerini mümkün kılan bir düzenleme önermesi oldu.

Bu arada küçük bir parantez açarak, 2012 yılında Erdoğan’ın “her kürtaj bir Uluderedir” çıkışı ile karşı-hareketin söylemindeki “çocuk soykırımı” retoriği arasındaki benzerliğe değinip geçelim. Ancak bu benzerlik yüzeyde kaldı ve 2012 parantezini saymazsak Türkiye’nin karşı-hareketinde kürtaj sorunu önemli bir gündem maddesi olarak tutunamadı. Türkiye’yi diğer tüm ülkelerden ayıran bu önemli farkın nedenleri üzerinde daha fazla düşünmek gerekiyor.

TÜRKİYE’DEKİ TUHAF DURUM

Alternatif Sözleşme meselesine geri dönersek…Yeni bir Sözleşme fikri anlaşılan Türkiye’deki karşı-hareketin de gündemine girmiş durumda. Ancak sözünü ettiğim anayasal ve yasal tartışmaların hiçbirinin ortada olmadığını düşünürsek, muhtemel girişimlerin yapay ve kadük kalacağını tahmin edebiliriz. Yine de burada çok ilginç bir duruma dikkat çekmek gerektiğini düşünüyorum. Şimdiye kadar hükümet çevreleri öne çıkarmadığı için kadın hareketinin de gözünden kaçmış olan tuhaf bir durum söz konusu. Tuhaflık şu ki aslında şu anda hükümetin elinde çoktan hazır bulunan alternatif bir Sözleşme var ama ileri sürmeyi uygun bulmuyor.

AİLE SÖZLEŞMESİ

2017’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na sunulan bu Sözleşme, Aile Sözleşmesi adını taşıyor. Bu alternatif sözleşme, 2015 yılında kurulan Uluslararası Aile Enstitüsü adlı bir kurum tarafından hazırlanmış. Bu kurum ise, 2005 yılında İstanbul merkezli olarak kurulan İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’nin bir parçası. 66 ülkeden gelen 354 üyenin 112 tanesini Türkiye’den STK’ların oluşturduğu bu Birlik çerçevesinde 2011’den itibaren kadın ve aile konusunda çalışmalar yürütülmüş ve Uluslararası Aile Konferansları düzenlenmiş. “Toplumsal cinsiyet eşitliği gibi dine ters yaklaşımlarla mücadele etmek”, “BM’nin kadın politikalarının aileye vereceği zararları önlemek”, özellikle de “aileyi toplumsal cinsiyet kavramının yol açtığı “sapkınlıklara” karşı korumak” amacıyla ve “fıtrat temelli bir yaklaşımla” çeşitli öneriler geliştirilmiş. Bunlar arasında aile politikasının resmileştirilmesi ve İslamileştirilmesi, medeni hukukla ilgili sorunlara fıkıh alimlerinin çözümler üretmesi, yasal düzenlemeler yapılması ve İslam Aile Hukuku Sözleşmesi hazırlanması gibi öneriler var. 2016’da T.C. Aile Bakanlığı ile protokol imzalanmış ve nihayet 2016’da İstanbul’da toplanan (ve doğrudan Bakanlık nezdinde katılımla toplanan) Aile Sözleşmesi Konferansının ardından Aile Sözleşmesi ilan edilmiş.

Aile Sözleşmesi “uluslararası sözleşme ve anlaşmalarla getirilen yasal düzenlemeler, özellikle İslam toplumlarında dinî kültürün yücelttiği bir kavram olan aile kurumunun gücünü muhafaza eden ahlaki değerleri ve kuralları da tehdit etmektedir” saptamasından kalkarak, ailenin şeri ilkelerle korunması amacıyla şu gibi hükümleri içeriyor: ailenin kadın ile erkek arasında birlik olarak tanımlanması, fıtrata dayalı roller, tamamlayıcılık ve eşdeğerlik ilkesine referans verilmesi, ailenin reisi olarak tanımlanan erkeğin ailenin geçimini sağlamakla yükümlü olması, kadının onun himayesinde olup, kocasının şeri isteklerini yerine getirmesi, boşanma durumunda velayet hakkının babaya verilmesi, boşanmada aile büyüklerinin arabuluculuğun, bazı mezheplerde evlenmede kızın velisinin rızasının (ayrıca dul kadının evlenmesinde velisinin rızası) aranması. Ayrıca çocuk haklarına özel bir yer ayıran Sözleşme’de “doğma hakkı” çerçevesinde kürtaj yasağı getiriliyor. Dahası çocuk, “nikahlı anne baba ile yaşama hakkı”, “sağlam inanç ve ahlaki değerlerle yetişme hakkı” gibi haklarla donatılıyor.

Kısacası, başta CEDAW olmak üzere uluslararası sözleşmelere alternatifi olarak önerilen bu sözleşme aslında İslami esaslara dayanan yeni bir medeni kanun önerisi mahiyetini taşıyor. İstanbul Sözleşmesi’ne alternatif olarak önerilen Polonya mahreçli sözleşmeden farkı ise, bir-iki maddede “şiddetten uzak olmak ilkesinin” zikredilmesi hariç şiddeti önleme meselesine hiç girilmemiş olması. Ama, bunun dışında her iki sözleşme, aile ve çocukların korunması temelinde benzerlik taşıyorlar.

İşte doğrudan Bakanlık himayesinde hazırlanan ama hiç sözü edilmeyen sözleşme bu. Gerçi çekilme kararı sonrasında İslam Dünyası STK’ları Birliği’nin (İDSB) yaptığı açıklamada Aile Sözleşmesi hatırlatıldı elbette. Ancak ne hükümet çevreleri ne de yandaş medya, mevcut hukuka açık bir islami meydan okuma olan bu metni kamuoyuna açıklamaya cesaret edemedi. Çekilme sonrasındaki durumu anlatacağım gelecek haftaki son bölümde İDSB ve diğer güçlerin medeni yasa karşıtlığına tekrar döneceğim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ALEV ÖZKAZANÇ Arşivi
SON YAZILAR