Devletin kutsallığı

SEDAT BOZKURT

Devletin en basit tanımı “bir toprak parçası üzerinde teşkilat kurmuş insan topluluğu”dur. Çok basit bir tanım ama kendisini anlatıyor. Bu tanım üzerinden sayfalarca devleti kavramsal olarak tartışabiliriz. Bunu yapanlar da ilk biz olmayacağız. Tarihin kayıt altına aldığı bütün filozoflar devleti anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Toplumlarda yaşanan değişimler devleti de doğal olarak değiştirmiş, dönüştürmüştür. Bu tarihsel süreçte devleti kutsayan ve onun devamının toplumların hayatı için gerekliliğini ileri sürenler de Marx’ın yaptığı gibi önüne “sınıfsız ve devletsiz” bir toplum modeli koyanlar da olmuştur.

İnsanların kendi aralarındaki ilişki sosyaldir, devlet ile aralarında ilişki ise politiktir. Devlet politik hatta ideolojik bir kurumdur ve politikliğini, ideolojikliğini de yazılı metinlerden, anayasalardan alır. Devleti olan ülkelerde tarih içinde yaşanan iç savaşlara baktığınız zaman kültürel, etnik ya da dinsel birlikteliğin devleti bir arada tutmak için yeterli olmadığı görülüyor. Sovyet Birliği ya da önüne hedef olarak komünizmi koyarak yol alan ülkelere de baktığınız zaman, “sınıfsız ve devletsiz” toplumu inşa etmek bir yana, topluma karşı en güçlü, katı devleti kurguladıklarına tanıklık yapıldı.

Devlet soyut bir kavramdır. Yazılı metinler de devleti tanımlamakta eksik kalır. Devlet içindeki insanlarla somut hale gelir. İnsanları içinden çıkardığınız zaman boş ve anlamsız binalar ile tabelalar kalır. Örneğin külliye. İçini boşalttığınız zaman aklınıza politik olarak olumlu ya da olumsuz hiçbir şey gelmez. Ya da içinden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı çıkartıp yerine, örneğin Haluk Levent’i koyduğunuz zaman o görkemli, kocaman yapının bir anda farklı bir anlam ifade ettiğine tanıklık yaparsınız. Yani içindekilere göre kimlik ve nitelik değiştiren bir kurumdur devlet. Bu kadar değişken olabilen bir kurumun da kutsal olamayacağı ortadadır. Yani devlet dediğiniz şey niteliklerine göre değiştirilebilir hatta yıkılabilir de. Tarihte Türk olarak nitelendirilen 16 devlet kurulmuştur ve yıkılmıştır. Bu nedenle de listeye Türkiye Cumhuriyeti Devleti hep 17’nci olarak eklenir.

Devlet meselesini yakın tarihimiz açısından birkaç örnek ile daha anlaşılır hale de getirebiliriz. Tek parti döneminde CHP’nin direksiyonundaki devlet ile DP döneminin devletine aynı devlet diyemeyiz. Aynı şekilde 28 Şubat döneminde devlet için “riskli” isimlerden oluşturulan listenin başında bulunanlardan biri bugün tek başına devleti hem yönetiyor hem de temsil edebiliyor. Bu nedenle bugünkü devlet ile 28 Şubat döneminin devletinin aynı olduğunu söylemek mümkün mü? Devlet, kutsal ve değiştirilemez olsaydı dönemlerle ya da kişilerle bu kadar farklılık göstermezdi. Yani kutsal değiller.

Politik rekabetin kökeninde de devlet aygıtını, yazılı metinler içinde kalarak daha iyi da ya da farklı yönetmek yatar. Çünkü devlet yönetimindeki tercihler aynı zamanda sizin politik kimliğinizdir. Burada önemli olan bir mesele de seçimlerdir. Sadece sandık üzerinden kurulan demokrasilerde bile seçimleri kazanan siyasi yapı ya da o siyasi yapının lideri, ülkenin ya da devletin tapusuna sahip olmaz. Sadece bir sonraki, süresi belli seçime kadar yazılı metinlerle sınırı çizilmiş yetkilerle ve devlet eliyle ülkeyi yönetir.

Türkiye’de yaklaşık 10/15 yıldır yaşadığımız, son 5 yılda da artık net bir biçimde ortaya çıkmış sorun da tam burada. Seçimi kazanan kadro ülkeyi sahiplenmiş bir durumda. Kendi yaptıkları ve devletin işleyişi için şart olan anayasa bile tanınmıyor. Bu mülkiyet ilişkisi öyle patolojik bir hal almış ki, onlar olmadan devlet, devlet olmadan da onlar olamayacak gibi bir durum söz konusu.

Demokrasilerde seçmen için önemli olan, sandığa attığı oyun yerine ulaşması. Bu politik tercih için 4 ya da 5 yıl bekliyor seçmen. Son yıllarda en çok sıkıntı burada yaşanıyor ve bu nedenle muhalefet bloğu ve sivil toplum örgütleri tüm mesailerini sandık güvenliği için harcıyorlar. Bu, gerçekten demokraside hayli mesafe kaydetmiş bu ülke için ayıp bir durum. Bakın Süleyman Demirel, birisi muhtıra birisi darbe diğerleri sandıkla olmak üzere 6 kez başbakanlık koltuğundan ayrıldı ama seçimle yani sandıkla o başbakanlık koltuğuna 7 kez oturdu. Bu demokrasinin iyi işlediğinin göstergesidir. Seçmen beğenmemiş göndermiş, o seçmeni ikna etmiş tekrar gelmiş. Demirel bu demokratik işleyişle Cumhurbaşkanlığı koltuğuna da oturmuştur. Demirel’in tanımıyla bir çoban, işleyen demokrasi sayesinde cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştur.

Hüda Par ile cumhur ittifakı ilişkisi hayli ilginç. Aziz Nesin’lik bir durum aslında, tam da “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz” öyküsü gibi. Süleyman soylu bu “mahcup” ittifak ilişkisini anlamlı hale getirmek için o çok bilinen ve siyasi iktidara da konforlu bir alan açan devleti devreye soktu. Hüda Par’ın reddetmediği ve yaslandığı gelenek nedeniyle devletin hafızasında Hizbullah ve eylemleri halen duruyor. Hukuk dışına çıkmış bir devletin ürettiği yapıların nelere mal olacağını tekrar tekrar yaşamanın anlamı olabilir mi? Koskoca devletin stratejik aklı, Hüda Par gibi kendi kuruluş değerlerine de karşı olan bir karanlık yapıya bugünün Türkiye’sinde niye ihtiyaç duysun? Bu ihtiyacın kaynağı Öcalan kardeşlere kadar, iktidarda kalma umuduyla uzanan her şeyi devreye sokan politik stratejidir. Devlet bunu er ya da geç kusar. Aynen Hizbullah örneğinde olduğu gibi.

Susurluk aktörleri de pek çok faili meçhul cinayet iddiası nedeniyle yargılandıkları davada önceki gün beraat ettiler. Bu davaların konusunun, yargılananların bir dönem devlette görev yapmış olmaları nedeniyle sakın “devlet görevi” gibi anlamayın. Tamamen bireysel menfaat. Hukuk dışına çıkmış bir devlet organizasyonu oluşturursanız, devleti hukuk dışına çıkaran görevlileri bir daha kontrol edemezsiniz. İlk başta söylediğim gibi devlet dediğiniz yapı insanlardan oluşur. Devletin ne yaptığını öğrenmek istiyorsanız o insanların ne yaptığına bakmanız yeterlidir.

Bugün bir ilk yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı seçimleri için ikinci turda, iki adaydan birine oy vereceğiz. Oy pusulasında yer alan iki isme takılmayın, bu ülkenin geleceğine, devletin niteliğine oy vereceğiz. Başından beri söylediğim gibi bu bir referandum. Çok önemli bir görev var bugün seçmenin önünde. Devletin de bir kişi ve onun tercihleriyle nasıl çok iyi ya da çok kötü olabileceğini yakın tarihimizdeki pratik ile yaşadık. Örneklerini de yukarıda anlattım.

Radyo günlerinde, TRT Radyoda o dönemin şahane türkü ve şarkıları çalardı. Spiker tüm parçaları anons ederdi. Annemin de o dönem bütün ev kadınları gibi tek eğlencesi buydu. Nuri Sesigüzel’in ölüm haberini öğrenince aklıma geldi. Kadın kadına oturdukları zaman radyodaki türkülere eşlik ederlerdi ve “bundan sonraki türkü benim olsun” derlerdi. Sevdikleri türkü olursa değmeyin keyiflerine, yüksek sesle söylenirdi o türkü beraberce. Sevdikleri bir türküye eşlik ederek eğlenen mutlu insanların arasında büyüdük. Bunun kıymetini unutmayalım. Hoşlanmadıkları ya da bilmedikleri türkü geldiği zaman da sıkıntı olmazdı, “bir sonraki o zaman benim olsun” derler işi tatlıya bağlarlardı.

Sandıktan dönerken umutsuz olmayın, “bir sonraki o zaman bizim olsun” nesliyiz biz. Ve o türkü orada eşlik etmemiz için bizi bekliyor…

Önceki ve Sonraki Yazılar
SEDAT BOZKURT Arşivi
SON YAZILAR