İLKE ATİK TAŞKIRAN

İLKE ATİK TAŞKIRAN

Gerçeği kaybetmenin en kolay yolu: Düşünmeden paylaşmak

Bir tuş kadar kolay bir eylem: “Paylaş.”

Ama o tuş, artık sadece bir gönderiyi değil; bir duyguyu, bir yönelimi, hatta bir toplumsal atmosferi de dolaşıma sokuyor. Her gün binlerce insan, doğruluğundan emin olmadan bir haberi paylaşıyor; kimi zaman iyi niyetle, kimi zaman öfke ya da korkuyla… Fakat sonuç aynı: yanlış bilgi, hızla yayılıyor.

Bir haberin doğruluğunu kontrol etmeden paylaşmak, yalnızca bir “tıklama hatası” değil; bir toplumsal zincirleme reaksiyonun ilk halkası oluyor. Bazen bir fotoğrafın kırpılmış hali, bazen bağlamından koparılmış bir cümle, bazen de algoritmaların körüklediği bir öfke dalgası manipülasyon aracına dönüşüyor. Bilinçli ya da bilinçsiz şekilde insanları yönlendiriyor ve çoğu zaman, o dalganın sonunda bir kişi, bir grup veya bir gerçeklik zarar görüyor.

Toplum sağlığında: Görünmez bir salgın

Pandemi dönemi, sadece virüsün değil, yanlış bilginin de salgın gibi yayılabileceğini gösteren dönemlerin en göze çarpanlarından. “Limonlu su korur”, “Alkol virüsü temizler”, “Maskeler oksijeni azaltıyor” gibi iddialar, milyonlarca insanın davranışını değiştirdi. Sonuçta bilim değil, söylentiler belirleyici hale geldi. Sağlık otoriteleriyle halk arasındaki güven bağı zedelendi; bu da toplum sağlığını uzun vadede tehdit eden bir güven krizine dönüştü.

Bu durum sadece salgın dönemlerinde ortaya çıkmıyor tabiki. Günümüzde beslenme, psikolojik iyi oluş, kadın sağlığı, çocuk gelişimi gibi alanlarda da hergün binlerce içerik üretiliyor. Sosyal medyada dolaşan “mucize diyetler”, “bir haftada 5 kilo” vaatleri, “psikolojik sorunlar ilaçsız çözülür” gibi genellemeler, bireyleri yanıltıyor. Doğru bilgiye ulaşmak için uzmanlık gerektiren konular, popüler söylemlere teslim ediliyor. Bu tür içerikler, insanların bedenleriyle ve zihinleriyle ilişkisini etkiliyor.

Gerçek yerine “hikaye” tüketilen bir dijital dünyada, güven yavaş yavaş eriyor. Bilgiye duyulan şüphe arttıkça, yanlış bilgi daha rahat yer buluyor. Günün sonunda, sağlığın kendisi değil; sağlığa dair yanlış algılar yaygınlaşıyor.

Siyasette: Algının gerçeğe üstünlüğü

Siyaset, tarih boyunca algı yönetimiyle şekillense de dijital çağda bu durum, gerçekliğin kendisini aşan bir hıza ulaşıyor. Bir yanlış bilgi, bir seçim sonucunu, hatta bir ülkenin istikrarını etkileyebiliyor.

Yanlış bilgi, siyasette yalnızca algı yaratmakla kalmıyor; toplumun ortak gerçeklik duygusunu da aşındırıyor. Kimi zaman uydurma bir video, kimi zaman manipüle edilmiş bir cümle, bir anda kamusal tartışmanın merkezine yerleşiyor. Gerçek, yankı odalarında şekil değiştiriyor.
Kişiler kendi görüşlerini destekleyen paylaşımlara inanıyor, diğerlerini görmezden geliyor.
Sonuçta, aynı ülkede yaşayan insanlar bile farklı gerçekliklerde yaşamaya başlıyor.

Toplumda kutuplaşma derinleşiyor. Ortak bir zeminde buluşmak yerine, her grup kendi hakikatini çoğaltıyor. Bu da demokrasiyi, bilgi yerine duygunun yönettiği bir arenaya dönüştürüyor.

Ekonomide: Güvenin çöküşü

Ekonomide yanlış bir bilgi, en az yanlış bir yatırım kadar yıkıcı olabiliyor. Bir söylenti, bir şirketin hisselerini, bir ülkenin dövizini ya da bir çalışanın geçimini etkileyebiliyor. “Borsa çöküyor”, “bankalar batıyor” gibi doğrulanmamış haberler, paniği büyütüyor ve zincirleme ekonomik tepkilere yol açıyor.

Yanlış haberlerin hedefi bazen şirketler oluyor. Sahte iflas haberleri, manipülatif yorumlar ya da çarpıtılmış finansal bilgiler, markaların itibarı üzerinde ciddi hasar bırakıyor. Bir markanın yıllarca inşa ettiği güven, birkaç saat içinde çözülebiliyor. Bazen hedef bireyler oluyor. Kripto para piyasalarında ya da yatırım forumlarında yayılan sahte bilgiler, insanların birikimlerini yok edebiliyor.

Gerçekle bağını koparan bir bilgi ortamında, rasyonel karar almak imkansızlaşıyor. Bu yüzden, bilgiye erişmekten çok, onu süzebilmek; duygudan çok veriye dayanmak artık kritik bir beceri haline geliyor.

Toplumsal barışta: Nefretin dili

Yanlış haberler, çoğu zaman bir grubu da hedef alabiliyor. Bir olayın bağlamından koparılmış fotoğrafları, sahte videolar ya da çarpıtılmış tanıklıklar, toplumsal öfkeyi yönlendirmek için kullanılıyor. Bu manipülasyonlar, bir anda dijital linçlere, sokakta şiddete dönüşebiliyor.

Bir gruba yönelik sahte suçlamalar, nefret söylemini yaygınlaştırıyor. Bir kez yayılan yanlış bilgi, düzeltilse bile kalıcı bir iz bırakıyor. Toplumun bir kısmı diğerine karşı şüpheyle bakmaya başladığında, artık dolaşan haber değil; güvensizlik oluyor. Bu yüzden yanlış bir haberi paylaşmak, düşündüğümüzden çok daha derin bir etki yaratıyor ve ortak yaşamın dengesine dokunan kolektif bir yara açabiliyor.

Sonuç: Paylaşmadan önce düşünebilmek

Yanlış haberlerin bu kadar kolay ve hızlı yayılabilmesi, yalnızca bilgi eksikliğinin değil; farkındalık eksikliğinin de göstergesi. Bugünün sorunu, bilgiye erişememek değil aksine, fazlasıyla bilgiye maruz kalmak. Bu bolluğun içinde doğruyu ayırt edebilmek, artık bir refleks değil; bilinçli bir çaba gerektiriyor.

Bir haberi gördüğümüzde hemen inanmak, tepki vermek ya da paylaşmak istemek insani bir refleks. Fakat bu refleksi sorgulamadığımızda hem bireysel hem toplumsal düzeyde istenmeyen sonuçlar doğabiliyor. Tam da bu yüzden, paylaşmadan önce yapmamız gereken şey basit ama etkili: Bir adım geri çekilip bakabilmek.

Kaynağı görmek.

Bağlamı anlamak.

Duygunun bilgiyi nasıl yönlendirdiğini fark etmek.

Bilginin hızla çoğaldığı bir çağda, anlamın azalmaması için yavaşlamak gerekiyor. Gerçekle kurduğumuz ilişkiyi yeniden inşa etmenin yolu, tam da bu yavaşlıktan geçiyor. Paylaşmadan önce düşünmek, bir gecikme değil; bir fark yaratma biçimi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İLKE ATİK TAŞKIRAN Arşivi